Keşke çekirdek olarak kalabilse, ona da razıyız. Ama ne yazık ki yeni neslin gözardı edilemeyecek kadar bir kısmı resmiyete ne gerek var, herkes istediği gibi yaşar demeye başladı bile çoktan.
Önce aile neymiş onun tarifini yapmaya çalışalım. Aile kavramının tarifinde pek çok bakış açısının aynılaştığını, ama kavramın içeriğine bakınca, İslami kesimde bile aile yaşamı konusundaki yorumların çoğalmaya başladığını görüyoruz.
Aile, eşlerin, daha sonra da çocukların katılmasıyla oluşan en az iki kişiyle başlayan yasal bir kurumdur.
Bu kurum, insanlık ile birlikte var olmuş, çeşitli evrelerden geçerek o günlerden bugünlere dek gelebilmiş. Gelebilmiş de ne kadar sağlıklı kalabilmiş, atlattığı badirelerden aldığı yaralar, aile kurumunun ne yazık ki sonunun yaklaştığının sinyallerini veriyor.
Çok dağılmadan, şöyle bir olayın tarihçesine göz atalım. Önceleri aile denince, nineler ile, dedeler ile, büyük büyük babalar, büyük büyük analar, gençler, orta yaşlılar, torunlar ile bir arada yaşayan bir topluluk gelirdi akla. Zaman geçtikçe, aile, azala azala karı-koca ve birkaç çocuktan ibaret kaldı. Yani ata erkil diye adlandırdığımız aile yapısı, gittikçe çekirdek aile diye adlandırılan iki kişilik aileye dönüştü.
Keşke çekirdek olarak kalabilse, ona da razıyız. Ama ne yazık ki yeni neslin gözardı edilemeyecek kadar bir kısmı resmiyete ne gerek var, herkes istediği gibi yaşar demeye başladı bile çoktan. Yani ailenin, evlilik kurumunun çağdaş olmadığı, hatta bazılarına göre de, insani olmadığı iddiaları ortaya atılır oldu.
Gençlerin aile kurumuna karşı bu güvensizliklerinin, daha doğrusu karşı çıkışlarının nedenlerine inmeden, sadece onları suçlayarak bu işi düzeltmek mümkün değil.
Zaten atı alan Üsküdar’ı geçmiş. İstesek de istemesek de batıya entegre olmaya şartlandırılmışız bir kere. Artık bu noktadan sonra ne yapabiliriz onun hesaplarını yapmaya başlamalıyız biz inananlar.
Efendim başına buyruk yaşamak, sorumsuzca dolaşmak baştan cazip geliyor pek çoğuna. İşin aslının bu olmadığını evlatlarımıza fark ettirecek olan bizleriz. Ama bunu kendi hayatımızda yapamadıysak başkalarına nasıl anlatacağız ki!
Bu bana Yahya Kemal’in ölüm döşeğindeyken, uşağına ettiği vasiyeti hatırlattı bir an:
‘Ben ömrümü boşa harcadım, sen bunu yapma, bir an evvel evlen’ diyordu usta şair. Şiirin ustası olmuştu ama, hayata yenik gitmişti bu alemden.
Görmeli ve bilmeliyiz ki, sorun görünürdeki kadar basit değil.
Efendim gençler anlaşamadı ayrıldılar, evlilikleri iyi gitmiyordu, çocuklar huzursuz bir ortamda büyüyeceklerine böyle olması onlar açısından daha hayırlı oldu.
Bunu söylemek boşananlara kolay. Onlar vicdanlarını böyle rahatlatıyorlar belki. Peki, bazen istenmeyen, bazen de paylaşılamayıp birbirlerinden kaçırdıkları zavallı yavruların paramparça olan ruh dünyaları ne olacak, onlar ileriki yaşamlarında aile olmayı nasıl bilebilecekler, kimden öğrenecekler!..
Sorumsuzca kurdukları aileyi, sorumsuzca parçalayanlar, yaşadıkları toplumu da dinamitlediklerinin farkına varmalılar artık.
Biz Müslümanız, Müslüman gibi davranmak zorundayız.
Aile demek, İslam toplumunun olmazsa olmazı demektir. Boşanma İslam’da haram değil, yasak da değil, (Katoliklerde olduğu gibi) ama, bugünkü kadar sudan sebeplerle de değil, gerçekten aşılamayacak nedenler varsa ancak ayrılıklar gerçekleşir.
Biz bu sorunun başlangıcını da çözümünü de yaşamımıza rehber edinmemiz gereken dinimizin içinde arayacağız, orada da bulacağız. Yoksa işin içinden çıkmamız mümkün değil.
Evliliklerin dağılma süreci bizde çok eski değil. İslam dünyasında ise bizdeki kadar yaygınlaştığını sanmıyorum. Boşanma yaygınlaşmasa da, yaygınlaşsa da, evlilikler Allah’ın emrettiği gibi olmaktan çok uzaklaştı. Bu olan bitenlerin tek sebebi, kadının da erkeğin de birbirlerine olan saygılarında sorun yaşamaları.
Peygamber (a.s.)’ın bu konudaki örnekliğini kısa sürede unutan Müslümanlar, her konuda olduğu gibi, kadın erkek ilişkileri konusunda da işlerine geldiği gibi davranmaya başladılar. Haklılıklarını ispatlamak için ayetlerden destek bulamayınca da, hadis uydurarak yaptı erkekler bu işi. Bu öğütlerin adı hadis olarak koyulunca da, zaten, önce babası, sonra da kocası tarafından cehalete mahkum edilen kadın, bu zulme, cenneti kazanmak adına razı geldi. Gelmeyenlerin de söyleyecek sözleri olmadığından, çoğu zaman da korku adına susmaktan başka çareleri kalmadı.
Kadını baskı altında tutmak adına uydurulan hadislerden, hikayelerden bir kaçı bile yeter işin vahametini anlatmaya.
Kadını, uyuz köpek ve eşekle bir tutan yalanların yanı sıra, bir de cennet hatunu olabilmesi için nasıl davranmasını öğütleyen hikayeler var.
Bunlardan birini anlatmadan geçmek istemedim.
Efendim kadının birinin kocası, aylar sürecek bir seyahate çıkar. Çıkarken de, eşine, kapıdan dışarı çıkmamasını tenbihler. Eşi gider, arkadan kadıncağızın babası ölüm döşeğine düşer. Ölmek üzere olan baba kızının hasretiyle ağlayarak can verir, kızı da baba hasretiyle gözlerinden kanlı yaşlar döker, ama ölmekte olan babasının yanına gi-demez. Çünkü kocası evden çıkarken kapı dışarı çıkmamasını tenbihlemiştir.
Hikayenin sonunda, baba da kız da cennetlik olmuşlardır, çektikleri bu acı yüzünden.
Burada anlatılmak istenenin adı, anlatanlara göre, sadakat ve sabır, İslam’a göre ise zulümdür, acizane kanaatimce. Bütün bu yalan yanlış söylemlerin faturası da İslam’a çıkıyor ne yazık ki.
Üstüne üstlük, bu hikayeleri anlatıp gezenler erkeklerden çok kadınlar. Bunları erkekler mi uyduruyor kadınlar mı, bazen şüpheye düşüyorum inanın.
Her ne kadar benimsenirse benimsensin, sonuçta fıtrata ters düşen her şey gibi, bu işin de bir gün sonu geldi. Bir çok nedenle, olup biteni sorgulamaya başlayan kadın da isyan etti esaretine, yeter artık demeyi bildi bir yerde. Keşke bu tünelin sonunda ışık görünseydi, doğrulara ulaşılsaydı. Tam tersi insanlık adına çok daha karanlık bir dehlize girildi, yanlış örneklere özenildi.
Şimdi elimizi vicdanımıza koyup, cevabı kendimize verelim. Bu konuda kim haksız, kim haklı!.. Olaya yansız bakabildiğimizde görüyoruz ki hepimiz suçluyuz.
Erkek kadını emri altına almak için doğru yanlış her yola başvurdu.
Müslüman kadın da hak aramaya giderken dininin dışındaki kaynaklara baş vurmayı yeğledi Çünkü dinini tanımıyordu. Kendine Allah’ın verdiği hakları bilmiyordu.
Müslüman kadın, hala eğitim, seçme ve seçilme hakkına cumhuriyet ile kavuştuğunu sanıyor. Halbuki bu hakkı ona İslam yıllar önce getirmiş ama bundan haberi bile yok.
Hazreti Hatice, Hazreti Ayşe yaşadıkları dönemin en eğitimli ve faal kadınlarıydı. Ayşe validemiz aklıyla, kavrayışıyla, bilgisiyle, İslam tarihinde bir çok konuya ışık tutmuştur.
Bu dinin peygamberi, savaşta aldığı esirleri, bu gün kendilerini medeniyetin temsilcileri sananlar gibi kamplarda toplayıp işkence etmedi. Onları okuma yazma bilmeyenlere okuma yazma öğretmekle görevlendirdi. Bunu yaparken de, kadınlar ayrı tutulmadı, yani sadece erkeklere öğretin demedi Allah’ın elçisi. Her ne hikmetse daha sonraları kadın cehalete mahkum edildi, bu da ona dininin gereği gibi algılatıldı. Bunun yegane sebebi de erkeğin, akıllı ve bilgili kadın karşısında kendine olan güveninin eksikliğiydi. Yani işin açıkcası eğitimli kadından korkuyorlardı. Çünkü böyle bir kadına hükmedemeyeceklerdi!..
Yıllar yılı süren bu baskıların sonucu, kadın kendine bir çıkış yolu bulduğunu sandı.
Bütün bunlardan çıkan sonuç, sadece kadının değil erkeğin de cehaleti oluyor. Erkek de kendi inandığı dininin kendinden neler istediğinin farkında bile değil. Allah ailemi bana emanet ettiyse, onları korumak için, onlara sözümü geçirebilmek, otoritemi sağlayabilmek için dövmemi de yasaklamıyor demektir bu diye bir suizanna kapılıyor.
Böylece de olay fıtrat boyutunu aşıp, güç yarışına dönüştürüldü. Yüzyıllarca haklarının ne olduğunu bile bilmeyen kadın, küresel esintilerin de nedeniyle bencilleşmeye başladı. Bencilleşerek mutlu mu oldu, bunun için etrafımıza şöyle bir bakmak yeter.
Kadınlar bencilleştikçe, erkekler sayılmadıkları, sevilmedikleri evhamına kapılıp, işi şiddetle, hakaretle halledebileceklerini zannettiler. İki tarafın da gözünü kin ve nefret bürür hale gelince de, sağlıklı düşünmenin imkansızlaşmasından daha doğal ne olabilir bu ortamda.
Burada doğru düşünebilen soğuk kanlı aile büyükleri araya girip olayları doğru yönlendirmesi gerekirken, tam tersi, bunu duyan aileler işe karışıp, kız anası kızım dayak yedi hakarete uğradı, oğlan anası oğlum mutlu olsaydı bunu yapmazdı! derken ortalık birbirine girer. Bazen de, kendi şiddet gördüğünde şikayet eden oğlan anası, gelininin bunu hak ettiğini bile iddia eder çoğu zaman. İşler böylece etrafın da olaya karışmasıyla dönüşü olmayan bir noktaya gelir.
Üzerinden zaman geçer, pişmanlıklar başlar, ama çoğu zaman öyle olaylar yaşanmıştır ki, geriye dönüş imkansızlaşmıştır.
Şimdi işler bugün nasıl bu noktaya geldi, diye bir düşünelim. Kim suçlu bu konuda!..
Aklıma Necip Fazıl’ın bir uyarısı geldi birden: Kalabalıklar durun, burası çıkmaz sokak.
İşte Müslümanlar, ne zaman ki çıkmaz sokağa daldılar, o zamandan beri her konuda başları beladan kurtulmadı.
Seyyid Kutub, ‘Kadın ve Aile’ kitabında: Müslüman ailenin bugünkü hale gelme nedenini, daha doğrusu İslam dünyasındaki bozgunun nedenini batılı İslam düşmanlarının müslümanları yoldan çıkartma çabalarına bağlıyor.
(İslam, Müslüman aileyi bir takım özel niteliklerle ayrıcalıklı kılmıştır ki, bunlar sayesinde başka ailelerden ayrılır… Bundan dolayı misyonerler ve İslam düşmanları, Müslüman ailenin tüm seçkin özelliklerini yok etmeye, hatta bizzat aile sistemini ortadan kaldırmaya özen göstermiştir Bu nedenle, konferans ve kongrelerinde çoğunlukla Müslümanları, İslam nizamının kemali ve mükemmelliği hususunda kuşkuya düşürebilmek için, kadını özgürleştirme hareketleri, feminizm ve İslam’da boşanma, birden çok kadınla evlenme gibi konular etrafında tartışmalar çıkarmanın önemi üzerinde durmuşlardır.)
Kitabın bu bölümünden alınan bu paragrafta, Kutub bu konuda yerden göğe kadar haklı.
Haklı da, Müslümanların hiç mi suçu yok? Mikrop girdiği bünyenin bağışıklık sisteminde zafiyet varsa başarılı olur ancak. Vücut hastalığa karşı aşılanmışsa, mikrop o bünyeye zarar veremez, mikrop yenilgiye uğrar.
Bizler Müslümanlar olarak, dinimizin bozulmamış olanını bırakıp, uydurmaların peşine giderken uçurumun kenarına geldiğimizi göremedik, hatta bazılarımız, aşağı düşmeden de farkına varamayacaklar. Kur’an önümüzde arı duru dururken onu bile amaçlarımıza göre yorumluyorsak her şeyi hak ediyoruz demektir!
İslam gelene kadar mazlumun da mazlumu statüsünde olan kadın, layık olduğu yere yükselmiş, adam yerine konmuştu. Allah’ın elçisi, Veda Hutbesinde, kadınlardan bahsederken: ‘Kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz. Sizin kadınlarınız üzerinde haklarınız var, onların da sizin üzerinizde hakları vardır’ diye uyarıyordu müminleri, Veda Haccında.
Peygamber(a.s.) hayatı boyunca bırakınız bir kadına, bir hayvana bile el kaldırmadı. Ama iş konuşmaya geldi mi, herkesten çok Müslüman olduğunu iddia eden pek çok erkek tanıyorum, sudan sebeplerle karısını döven.
Bu arada, hem feminist hem de müslümanım diyen kadınlar, batıdaki özgürlük kavramının ne menem bir şey olduğunun farkında olmadan, özgürlük de özgürlük diye sayıklayanlar, elimizi şakağımıza koyup bir düşünelim, bu davranışlarımızın, bu amaçladıklarımızın hangisi dinimizin şartlarından?
Bizim dinimiz, kendine inananları tamamen farklı bir yaşama çağırır, insanı heva ve heveslerine değil, Allah’ın rızasına uygun bir biçimde yaşamaya motive eder. Allah’ın çağrısına kulak tıkayıp elin özgürlük hezeyanlarının ardına düşmek demek, İslam’ın en önem verdiği konulardan biri olan aile birliğinin talana uğramasına çanak tutmaktır.
İslam, özgürlüklerin belirlediği bir yaşam biçimi değil, Allah rızasını önceleyen bir yaşam biçimidir.
Müslüman anne baba, önce kendi anne babalarına, akrabalarına saygı ve sevgi göstermeli iken, devamlı kavga ederlerse, saygıdan sevgiden yoksun bu ailede büyüyen çocukların saygısız olmasının suçlusu kim olur acaba?
Müslüman ailede, kişiler, sorumluluk sahibi olmalıdır. Aile bireyleri arasında, sevgi ve saygı çok önemlidir. Kimse kimsenin malı değildir. Ne anne babalar çocuklarını, zor ile şiddet ile bir şeye zorlamalı, ne de karı koca birbirleri üzerinde bu tür bir yanlışı denemek hatasına düşmelidir.
Allah, Kur’an’da kadının da, erkeğin de nasıl davranması gerektiğini, ne kadar açık ve net belirtiyor. (Nisa/34)
‘Allah’ın bazılarını bazılarından üstün kılmasından ve erkeklerin mallarından harcamalarından dolayı, erkekler kadınları kollayıp gözetirler. İyi kadınlar, gönülden saygılı olup Allah’ın kendilerini korumasına karşılık, saklı olanı muhafaza ederler’ ayetin devamında koruması gerekenleri korumayan kadınlara nasıl davranılması gerektiği anlatılıyor.
En çok tartışma konusu olan bu ayet, aslında saptırmak isteyenlerin çabalarına rağmen, apaçık bir biçimde aileyi koruyor. Burada erkek paye verilen değil sorumluluk yüklenen aile bireyi olarak görülüyor. Yani dikkat edersek ailenin ayakta kalması biraz da erkeğin elinde.
Ama üzülerek söylüyorum ki, kadınların gittikçe asileşmelerinin sebebi erkeklerin gittikçe, Allah’ın kendilerine yüklediği sorumluluğu yerine getirmekten kaçınmalarıyla doğru orantılı olarak gelişiyor. Daha doğrusu bu sorumluluğu yanlış yorumlayan erkekler, ailenin sevgi pınarı olmak yerine, onları diktatör edasıyla yönetmeye kalkınca işler içinden çıkılmaz hale geldi.
Demek ki Allah ailenin sorumluluğunu boşuna vermemiş erkeğe! Çok az kadın, dünyaya iyi ki kadın olarak geldim diyebilmektedir ne yazık ki. Keşke erkek olarak doğsaydım diyenlerin sayısı çok fazla. Bunun sebebi de kadının erkeğin kurduğu hakimiyete tepkisi.
Kadının bu tepkisi, feminizm denen felsefenin ortaya çıkma ve bu kadar yaygınlaşma sebebi. Diktatörleşen erkeğe karşı, kendilerinin de insan olduklarını, insan gibi yaşamak istediklerini dile getiren kadınların başlattığı bir hareket.
Ama bu hareket, çıkış noktasını çoktan aştı. Eşitlik falan iddiaları solda sıfır kaldı, artık kadın erkeğin yerine geçme çabasına girdi. Hatta bu konuda, bedenlerinizin doğurganlığını sorgulayaın, diyecek kadar ileri gidenler var.
Peki Müslüman kadın bu hareketin içinde ne arıyor dersiniz?
Çünkü Müslüman kadın, kendi dininin kendine tanıdığı haklardan bihaber. Yani Müslüman kadın, kendi dinini tanımıyor, başka sloganların peşine düşerken, bu söylem bana ne kadar uyar, diye düşünmüyor bile!
İslam başlı başına bir yaşam biçimi. İnsanın insanla ilişkilerinden tutun da, devletin tebasıyla, hatta insanın diğer canlılarla ilişkilerine kadar her şeyi kendi içinde düzenler. İş böyle olunca da, konumuz olan aile ilişkilerini de, Müslümanlar, İslam’a göre düzenlemek zorundadırlar demek, yanlış olmaz diyorum ben, her zaman olduğu gibi.
Allah kadın-erkek eşitliğini en başta yaratılış öyküsüyle belirtmiş. Ama bu eşitlik iki cinsin fıtratları gereği sorumluluklar yüklenerek dengelenmiştir.
(Allah) yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun soyunu bayağı bir suyun özünden yapan, sonra onu şekillendirip, ona ruhundan üfleyen, size kulaklar, gözler ve gönüller verendir. (Secde 7/9)
Yaratılıştan başlayarak, hiçbir konuda Allah, kadın ile erkeği farklı statülerde değerlendirmiyor.
Ta ki iş aile birliğine gelene kadar. Burada da görüyoruz ki, eşitsizlik yine bozulmuyor. Karşı cinslere verilen sorumluluklar farklılaşıyor. Allah aile içi iş bölümünü, o kadar yerli yerinde belirtmiş ki, itiraz edenlere şaşmamak elde değil. Ben şaşmıyorum çünkü olaya bakmak istedikleri gibi bakıyor bazıları, yarasa misali. Herkesin bildiğı gibi yarasalar ışıktan rahatsız olurlar. Ziya Paşa’nın bu konudaki beyiti meşhurdur:
Rencide olur dide’i huffaş ziyadan.
Evet, kadın fıziksel yapısı itibariyle annedir, ev yaşamına daha yatkındır. Doğuştan itibaren kız çocukları ile erkek çocuklarının seçtikleri oyunlar, oyuncaklar farklıdır fıtratları icabı.
Kız ve erkek çocukları kendi fitratları doğrultusunda eğitmek yerine, bu doğallığın dışında bir eğitim yolunu seçersek, bugün olduğu gibi, neler oluyor bizim kutsal aile kavramımıza diye hayıflanır dururuz.
Yukarıda bahsettiğim tepkisellik adına yaptığımız en büyük yanlışlardan biri, kızlarımızı erkek gibi yetiştirmek. Erkek gibi tabiri çok yanlış.
Kızlarımızı ayakları yere basan, kişilikli, hayatın zorluklarına karşı direnebilen, bilgili, kültürlü, gerektiğinde kimseye muhtaç olmadan yaşamayı bilen ve fıtratları icabı görevlerinin farkında olan hanımefendiler olarak yetiştirmek bize düşüyor. Bu da annelerin asıl görevi.
Kadınların dört dörtlük olmaları ile her şey düzelir demiyorum, çünkü, kadınların erkek gibi değil, asıl erkeklerin erkek gibi yetiştirilmeleri gerekmiyor mu bu iş için!
Çocukların içlerindeki sahiplenme duygusunun ilk günden itibaren ehlileştirilmesi, bununla birlikte kendilerine olan güveninin sağlanması çocuğun eğitimini üstlenenlerin dikkat etmeleri önemli konulardan bir ikisi. Çünkü, sahiplenme duygusu insanda hiç olmazsa da, aşırı olursa da o insanın ruhsal dengesi bozulur. Her iki durumda da bir insan yanındakini memnun etmeyi bırak, kendini bile memnun edemez.
Kimse kimsenin malı değil, ne kadın erkeğin, ne erkek kadının, ne de çocuklar ana babalarının malıdır! Sadece birbirlerine emanettirler. Emanete hıyanet etmek Müslüman’a göre bir davranış olamaz.
Her konuda denge çok önemli. Allah bunu Kur’an’da orta yol tavsiyesiyle bizlere anlatıyor.
Sahiplenme duygusunun dengesizliği sonunda toplum bu hale geldi. Evlenirken de boşanırken de bu duygunun, yani bencilliğin ortaya koyduğu çirkinlikler herkesi olmasından çok daha fazla etkiliyor.
Müslüman erkek, müslüman kadın, artık ne evlenirken ne de boşanırken bu kurumun sayglığını göz önüne almaz oldu. Kim kimden ne koparırsa kar sanılıyor. Bu işin günümüz mahkemelerinin dışındaki bir mercide de verilecek hesab olduğunu kimse unutmamalı.
Yıllarca bir yuvaya acısıyla tatlısıyla emek vermiş, evlat sahibi olmuş, vara yoğa katlanmış kadınlara yol gösteriverenler, hatta hiçbir güvencesi olmayanları kapıya koyanlar o kadar çoğaldı ki. Bu kadar sorumsuzca davranışın artması da, insanımızın her konuda olduğu gibi bu konuda da İslami duyarsızlığının artması sonucunda bu hale geldi.
Allah, hoşlanmadığınız eşlere sabrederseniz bunda sizin için hayır olabilir, derken, hemen peşinden gelen ayette de; ‘Ona yığınla mal vermiş olsanız bile, verdiğiniz hiçbir şeyi geri almayın. Ona verdiğinizi apaçık günah işleyerek ve iftira ederek geri mi alacaksınız! Birbirinize katışmışken ve onlar sizden sağlam bir söz almışken, onu nasıl geri alırsınız!’ (Nisa/19-20-21)
Bütün bunlardan sonra söz söylemek bana düşmez artık diyorum.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *