Ne zaman ‘Müslüman oldum!’ kararını verdik ve bu karar bir öncesi ile bir değişiklik ve fark meydana getirdi? Hayat aynı akışını sürdürüyor ve biz etkisiz eleman olarak seyirci mi kalıyoruz?
Analojik bir okuma yapmaya çalışacağız bu yazımızda! Herkes hissesini alsın, çözüme katkı sunsun!
Misali bilirsiniz; deve kuşu ‘yük’ gündeme geldiğinde kuş olduğunu, ‘uçmak’ konu olduğunda da deve olduğunu öne sürerek vaziyeti idare eder, sorumluluktan, dolayısı ile sıkıntıya düşmekten(!) kurtulur, geçinir gidermiş! Bu misale, ‘miş’ gibi yaşamak ikircikliğini ve son zamanların galat-ı meşhur ifadesi ile ‘yüzde bilmem kaç Müslümanlık, yüzde bilmem kaç münafıklık ile idare edip gidiyoruz!’ özrü kabahatinden büyük ama maalesef gerçek tesbitini de ekleyerek bir vakıa analizinde bulunmaya çalışacağız!
Aslında bu üç tarzı güncel, netice itibarıyla aynı sonuçları doğuran, ne kadar kızsak da günümüz resmini ortaya seren, hali pür melalimizi açık eden, yaşanan gerçeklerdir maalesef! Kimse rengimiz, makyajımız, foyamız açığa çıkacak diye bulanık suyun durulmasını istemiyor. Yerimiz çok dar ve yenimiz de çok eski! Müslüman coğrafyaların genel manzara-i umumisi üç aşağı beş yukarı böyledir ne yazık ki! Farkımız orandaki ‘yüzde’ vurgusunun ne kadar müslümanlıktan, ne kadar münafıklıktan yana azalıp artması ile ilgilidir yalnızca! Buradaki ‘münafıklık’ ifadesi çoğumuzun tepkisini çekip, tüylerini dikenleştirecektir belki! Meseleye vakıayı tesbit ve ifade anlamında yaklaşıp, kavramı ‘ıstılah’ değil de ‘sözlük’ anlamıyla ele alalım desek, vurgudaki bu şoklamayı ne kadar etkileyebiliriz, azaltabiliriz bilemem! Meseleyi toplum içindeki rollerimizde (ana baba, eş, çocuk, komşu, iş ve meslekler, hâsılı hayatın her ânında farklı roller üstleniyoruz) ‘peruk/maske/perestiş/makyaj’ gerçekliğiyle de telif edebiliriz! Yine mesele ‘miş’ gibi tavrının ne oranda, ne sıklıkta gerçekleştirildiği ile alakalıdır! Yani mesele ne zaman bu ‘deve-kuş’ ayırımına, kaçamağına ve hangi yoğunlukta başvurduğumuzla ilgidir!
Mazeretlerimiz, hazır ve paket halindeki kuruntu, zan ve sığınışlarımız; ilgi ve alakamızı neye, kime ve ne kadar yoğunlaştırdığımız; İman/İslam kavramları ile teoriden uzak, halimize ve kâlimize yansıyan, şahitliğe ulaşmış bağımız; insan-Allah, insan-insan ve insan-eşya arasında birleştirilmesi emredilen ilişkiler konusundaki hassasiyetlerimiz; dünya ile ahiret arasındaki denge ve yaptığımız taksimatın ne tarafa, ne kadar kaydığı; helal haram, günah sevap hususlarındaki titizliğimiz; hayatımızı ‘hangi değerlere’ göre şekillendiriyor, dinin aslî kaynakları ile irtibatımızı dahi ‘hangi kriterlere’ göre, hangi sıralama ile belirliyor ve buna göre uygulamasında bulunuyoruz; yaşamın ve ölümün imtihan için olduğu gerçeğinden hareketle hayatın tümüne yönelik yapıp etmelerimiz, ihmallerimiz, ertelemelerimiz, meşguliyetlerimiz, perestişlerimiz, sevinçlerimiz üzüntülerimiz, kabullerimiz reddedişlerimiz, sabrımız, yarışımız, tedbir ve tevekküllerimiz, hak olana uymamız, batıl olandan kaçışımız, kardeşliğimiz, ittifaklarımız ve ihtilaflarımız, vahdetimiz ve tefrikamız, adaletimiz, bilgi ve bilincimiz, ibadet ve salih amellerimiz, din tasavvurumuz, Allah tasavvurumuz, resulün siret ve sünnetine bakışımız, dogmalarımız, gelenek ve modern hurafelerle irtibatımız, kavramlara bakışımız, Kur’anla diyalogumuz; ‘ama’ ve ‘ben gidersem..’ diye başlayan cümlelerimiz.., hâsılı, ucu açık ve bir metoda bağlı olarak tasniflenmemiş bu liste kişilere ve kişiliklere bağlı olarak uzatılabilir de kısaltılabilir de!
İşte hayatın her ân ve mekânında- kalbi imanla dopdolu olduğu halde inkâra zorlananın ve takiyye kavramını doğru işletenlerin durumu hariç- nasıl bir kulluk, nasıl bir kişilik, nasıl bir şahsiyet, nasıl bir ahlaki duruş sergilediğimizdir önemli olan! Yine önemli olan yolda olmak azmidir! Süreçle sorumlu olduğunu bilerek, sürecin gereklerini doğru okumalarla, doğru işletmektir! Sonuç uğrunda gerekli donanım ve samimiyetle, zan, heva ve hevesten uzak, sırf Allah’ı razı etmek adına, takdiri O’na bırakarak, gerekli tedbirlerle, gerekli ve istendiği şekliyle sa’yü gayret etmektir önemli olan! Zaten kuldan istenen de zaten sürçe ile ilgili sorumluluklarını kuşanması değil midir?
Şimdi isterseniz ‘İsrailoğulları ile Hz. Musa arasında geçen ‘bakara’ kıssasını yeniden, bir de bu bakış açısı ile okuyalım! İneği kesecek miyiz, yoksa ‘evlere arkasından girmek’ misali çapraz ve kaçamak sorularla, ‘ineğin tipi nasıl, rengi ne, diğerlerinden ayıran nesi var..’ vb. sorularla sorunları içinden çıkılmaz hale mi dönüştüreceğiz? Yukarıda sayılanlardan herhangi bir meseleyi alalım, kendimize ayna tutalım, göreceğiz ki ne kadar çok mazeretimiz, ne bitmez tükenmez meşguliyetlerimiz, sığınılacak ne kadar ‘örümcek ağı’ benzeri sığınağımız, paketlenmiş ne kadar hazır cevabımız varmış! İsrailoğullarının Hz. Musa’ya hitaben; ‘Sen ve Rabbin gidin savaşın!’ demelerine benzer nice hallerin, defaatle kendimizden sadır olduğunu görmek ne ile izah edilebilir? Bu noktada, aslî bir sorun olarak ‘okuma’ meselesi çıkıyor karşımıza! Bir alt başlık olarak ‘Kur’an kıssalarının doğru okunması’ problemi çıkıyor! Teşhisleri doğru yapalım ki tedavimiz doğru olsun! Düştüğümüz yer, zaten burası; dinimizin asıl kaynağı Kur’an ve onun şifa sunan anlam dünyasından uzak olmak, onunla irtibatı ya yanlış kurmak ya da kesmek değil midir?
Hep vaziyeti idare eden, başkalarından bekleyen, ne yardan ne serden vazgeç(e)meyen, suya sabuna dokunmayan, iki dünyada da zahmetsiz, en kestirmeden nimetlere gark olmayı bekleyen, sorgulamayan, endişelenmeyen, aklını kullanmayan, modern hurafelerle geleneğin dogmaları arasına sıkışmış, tercihinin farkında olmayan, tercihi bir fark ve farkındalık oluşturmamış bir hal ve gidişat içinde, adeta rüzgârın önündeki yaprak misali savrulup duruyoruz!
Ne zaman ‘Müslüman oldum!’ kararını verdik ve bu karar bir öncesi ile bir değişiklik ve fark meydana getirdi? Hayat aynı akışını sürdürüyor ve biz etkisiz eleman olarak seyirci mi kalıyoruz? Yoksa sırf bir sözel ifadenin yeterliliğinden mi dem vuruyoruz? Bir sözün mücerret olarak bu kadar büyük bir fark oluşturduğunu düşünüyor isek bunu göremeyenler o kadar mı akılsızlar ve de körler? Aynı ifadeyi tekrarlayıp hayatlarını eskisi gibi ve kaldıkları yerden niçin devam ettirmesinler?
İsrailoğullarının Musa peygambere ‘Sen gelmeden önce de sıkıntı çekiyorduk, sen geldikten sonra da!’ demeleri gibi, tersinden bir okuma ile biz de Mü’min ve Müslüman olduktan sonra da ‘aynı tas, aynı hamam’, ‘al gülüm, ver gülüm’ bir hayat sürdürmeyi mi umuyoruz?
Deve miyiz, kuş mu? Yoksa ‘devekuşu’ mu? ‘Miş’ gibi mi yaşayacağız, yoksa müslüman ve mü’min bir şahsiyetin tevhid, adalet, samimiyet, hikmet, sabır, cehd, takva, ilim, salih amel.., hasılı dört başı mamur bir iman, ibadet, ahlak donanımlı, liyakatli kişiliği olarak mı? Bir gram zehrin tonlarca suyu bozması, kirletmesi benzeri iman ile nifakın, zulmün, fitnenin yan yana, oranı ne olursa olsun bulunamayacağı, ortaklık kuramayacağı gerçeğini şiar edinip, imanımıza şirk, zulüm ve nifak karıştırmadan saf ve katıksız bir imanın mümessili mi olacağız?
İşe bu noktadan başlamaya ne dersiniz?
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *