“Güneş yüzyılda bir doğsaydı doğuşunu seyretmek için hiç kimse uyumazdı.” Bu sözü Fulten Oursler söylemiş. Bu sözü duyunca Senaryosu, Endülüslü İslam felsefecisi İbn-i Tufeyl’in Hay bin Yakzan isimli romanından alınan Hay isimli eğitici çizgi film aklıma geldi. Filmde ileride tahtına rakip olabilecek bütün erkek bebekleri öldürmek isteyen zalim bir kraldan kaçan Hay’ın annesi bebeğini bir
“Güneş yüzyılda bir doğsaydı doğuşunu seyretmek için hiç kimse uyumazdı.”
Bu sözü Fulten Oursler söylemiş.
Bu sözü duyunca Senaryosu, Endülüslü İslam felsefecisi İbn-i Tufeyl’in Hay bin Yakzan isimli romanından alınan Hay isimli eğitici çizgi film aklıma geldi. Filmde ileride tahtına rakip olabilecek bütün erkek bebekleri öldürmek isteyen zalim bir kraldan kaçan Hay’ın annesi bebeğini bir sepete koyup denize bırakıyor. Kimsenin yaşamadığı ıssız bir adaya gelen Hay’ı yavrusunu yeni kaybetmiş bir anne Ceylan buluyor ve büyütüyor. Filmde dünyadan habersiz ıssız bir adada Hay’ın nasıl Allah’ın varlığını bulabildiği ve ilk kez karşılaştığı olaylar karşısındaki merak ve ilgisi konu ediliyor. Çizgi Film kahramanımız Hay’ın ateşle ilk karşılaşması, onu hayatında ilk kez görüyor olması ve tepkileri çok ilginçti. Sabaha kadar başında öylece bekleyip şaşkın ama heyecanlı bakışlarla ateşi izledi. Sonra sürekli gördüğü ateşe karşı ilgisi azaldı. Aradan geçen zaman içerisinde ise bu ilişkiler onun için çok sıradan şeyler haline dönüşmeye başladı.
Geçmiş yıllarda Hay Bin Yakzan’ın ilk ateşi gördüğü andaki yaşadığı heyecan ve şaşkınlığının bir benzerini bizlerde yaşamışızdır. Kur’an’daki bazı kavramların gerçek anlamlarını öğrendiğimizde sabaha kadar uyuyamamış bize İslam’ı öğrettiğini düşünüp hayır duaları ettiğimiz kimselerin aslında bizleri kandırdıklarını düşünmüşüzdür. O dönemde Allah’ın tek ilah oluşunun, O’nun yegâne Rabb oluşunun ne anlam ifade ettiğini öğrendik. Kur’an’da defaatle ret/tekfir etmemiz istenen Tağutun kimler olduğunu öğrendik. Ve şunu gördük ki bizler Kelime-i Tevhidi (“Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah”) dilimizle söylememize ve namazlarımızı kılmamıza rağmen o çok sevdiğimiz yüce Allah’a değil de Tağutlara ibadet etmişiz. O yıllar ilk kez Kur’an kaynaklı kitapları okuduğumuzda daha önceleri Müslüman olup olmadığımızı sorguladığımız yıllardı. Okuduğumuz İbn-i Kayyim El’Cevziyye’ye ait şu satırları hatırlayın: “Tağut; kendisine ibadet edilme, bağlanılma ve itaat edilme noktasında haddini aşan kul demektir. İnsanların tağutu, Allah ve Resulü’nün kanunlarıyla hükmetmeyen, Allah’tan başka kendisine muhakeme olunan, ibadet edilen ve Allah’ın emrine dayanmaksızın, Allah’a itaat etmeksizin kendilerine tabii olunanlardır. Bunları düşünür ve insanların durumlarına bakarsan, insanların çoğunun Allah’a değil tağutlara ibadet ettiğini, Allah ve Resulü’nün hükümlerine değil tağutların hükümlerine muhakeme olduklarını, Allah ve Resulüne değil, tağuta itaat edip tabii olduklarını görürsün.”
Tabi bu cümlelerden sonra okuduğumuz ayetlerde nelerin kastedildiğini de daha iyi anlamıştık. Çünkü bu kavramlar ayet aralarında geçse de bizler bunlardan ne kastedildiğini anlamıyorduk.
“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O halde kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”(Bakara-256)
“Gerek sana ve gerekse senden öncekilere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürenleri görmüyor musun? Bunlar karşı çıkmakla, tanımamakla emredildikleri Tağutun hakemliğine başvurmak istiyorlar. Şeytan onları koyu bir sapıklığa düşürmek istiyor.” (Nisa–60)
“Andolsun ki biz her kavme “Allah’a ibadet edin, tağuta kulluk etmekten kaçının ” diye (tebliğ yapması için) bir peygamber göndermişizdir” (Nahl–36)
Fakat sonraları öyle şeyler oldu ki bu cümleleri ilk kez duyuyor olmamızdan kaynaklanan heyecanımız zamanla kayboldu. İnanılan ve pratiğe dönüştürülmesi istenen yukarıdaki ayetlerde anlatılana benzer bir sürü amel, ortam gereği ya uygulanmadı ya da ertelenerek bir sonraki bahara bırakıldı. Çünkü öylesi eylemler vardı ki bedel ödenerek gerçekleşecekti. Bu bedeli ödemeye gözü kesmeyen kardeşler, bu eylemin şimdi zaman ve mekân açısından uygulanamayacağından yola çıkarak “zamanı ve zemini” hele bir gelsin diye beklemeye başladılar.
Ve tabii öğrencilik bitti. Hayat okulu başladı. Yeni başlangıçlar sardı çevremizi. Kimimiz evlendi, kimi işçi olarak çalışmaya, kimi okulda kalarak yükselmeye, kimi de memur olup ilerlemeye doğru adım attılar. Başlangıçta dimdik olan omuzlarımız şu an o kadar dik değil maalesef. Sebebine gelince, ideallerimiz öyle kendiliğinden ve hiçbir bedel ödemeden gerçekleşecek idealler değil de ondan. Ve durum tespiti yapıp çoğumuz şuna karar kıldı. “Her şeyin bir zamanı var.” “Gün ola harman ola”
Ve beklemekle gelmeyen zaman ve yapılamayan harman… Ödenmemiş bedeller ile biçilemeyen ekin…
Ve tekrar aradan bunca yıl geçti. İslam adına hala ilk günkü heyecanı duyuyor muyuz? İslam adına hala aynı yerde duruyor muyuz? Bu kavramların değişen tercihlerinize göre anlamları da hafızamızda değişti mi? Yoksa tağutu ret ediyor olmak bize bir kazanç sağlamayınca bundan sıkıldık mı? Bu ve bunun gibi kavramlar herhalde Hayy’ın ateşi gibi sıradan şeylere dönüştü.
Durduğumuz yer bir yana bu halimiz bir zaman sonra kardeşlerimizle olan ilişkilerimize de yansımaya başladı. Demek ki sürekli gördüğümüz, yanı başında bulunduğumuz şeyler zamanla sıradanlaşıyor. İnsanın sürekli yol alabiliyor olması merak ve heyecanıyla yakından ilgilidir. Yukarıda değindiğimiz konular bağlamında hepimizin hayatında ilkler söz konusu olmuştur. Bir şeyleri elde etmiş olmak, elde ettiğimiz bize ait olan şeylerin yok olmayacağını düşünmek hayatımızda soluk bir etkiye sebebiyet vermiştir. O halde sürekli aynı şekilde gördüğümüz, her zaman yaşantımızın içinde etkisiz duran şeylerden sıkılıyoruz. Hâlbuki ilk kez karşılaştığımız şeyleri şöyle bir düşünün, nasıl tatlı bir heyecan duymuştuk değil mi? Sorunlarımızı bir an için düşünmeden ilk kez Allah’ın mesajlarıyla gerçek manada tanıştığımız o andaki mutluluğumuzu, ilk kez farklı ama candan sevebileceğimizi düşündüğümüz kardeşlerimize duyduğumuz sevgimizi düşünelim. Zaman hızla geçti ve bakışımız sürekli yanımızda gördüğümüz kardeşlerimize karşı çok sıradanlaştı. Cahili bir hayattan bu hayatın oluşturduğu kötü alışkanlık ve arkadaşlarımızdan ayrılıp, güzel ahlaki yapılarından, karşılıksız sevgilerinden etkilendiğimiz kardeşlerimizle birlikte olduk. Ama zaman geçti ve ilişkilerimizdeki yaşanılan o güzel şeyler sıradan şeyler haline geldi. Öyle ki birbirimiz için yaptığımız karşılıksız yardımlaşmalar, birbirimizin üzüntülerini dert edinmemiz, sevinçlerimize ortak olmamız bile artık herkesin yapabildiği eylemlermiş gibi algılanmaya başlandı. Sorunsuz olan yaşantımızdan bile sorunlar üretmeyi başardık. Hatta kendimize yetebileceğimizi, dinimizi kendi başımıza da yaşayabileceğimizi düşünmüşüzdür. Ama dışarıdaki hayat hiçbir zaman bizlerin düşündüğü o öngörüyü doğrulamamıştır.
Demek ki ilişkilerimizin sıradanlaşması birbirimizi sürekli görüyor olmamızla da yakından alakalı. Ama herhangi bir şeyi sürekli görüyor olmak ve sürekli gördüğümüz şeylerle sorunlar yaşıyor olmak, hayatımızda bir başka şekliyle duran ve yaşantımızın vazgeçilmez parçaları olan dağlara, denizlere, güneşe, nehirlere, havaya, suya, rüzgâra v.b şuursuz etmenlere karşı küskünlüğe dönüşmüyor değil mi? Mesela şunu söylemiyoruz değil mi? “Allah’ım şu rüzgâr geçenlerde çok şiddetli esti ve evimin çatısını uçurdu, çok zor günler geçirdim, bu rüzgârı ebediyen yok et, hayatımın herhangi bir yerinde bir daha rüzgârla karşılaşmak istemiyorum.” Ya da “Allah’ım şu nehir taştı, evim sular altında kaldı, hatta birçok yakınım boğuldu, hayatını kaybetti, artık bu sudan nefret ediyorum nehirleri hayatımızdan ebediyen çıkar.” Öyle ki, neden olduğu felaket bize çok ağır geldiği için suya küsüp “ben bu suyu içmiyorum” diyemiyoruz. Çünkü sorunlarımız olsa da, zaman zaman bize zarar verseler de aynı zamanda yaşamamızı sürdürebilmemiz için gerekli şeylerdir bunlar. Onlar olmadan yaşayamayız. İşte bu şuursuz varlıkların neden olduğu sorunlar nedeniyle onlara küsmek, aramıza mesafe koymaya kalkmak nasıl ki, bizler için bu dünyadaki hayatımızı kaybetmemize, zorluk ve sıkıntılar çekmemize sebep olacaksa, kardeşlerimizle aramızda yaşadığımız sorunlarda da onlarla aramıza mesafe koymak, küsmek ve ayrılığa düşmek öteki dünyadaki yaşamımızın sonu manasına gelebilir. O halde kardeşlerimizle ilişkilerimiz de bizim için öteki dünyada Allah’ın rızasını kazanabilmek için yaşamsal bir öneme sahiptir.
Öyle ise tıpkı güneşe, denize, dağlara gösterdiğimiz anlayışı kardeşlerimize de göstermeli, kardeşlerimizin her zaman yanımızda olmalarını arzulamalı bize düşen fedakârlıklardan kaçmamalıyız. Çünkü onlar olmadan İslami yaşantımızı sürdürmemiz, İslam adına hayatta kalmamız mümkün değildir. Yoksa bu ayrılıklar nefes alamadığımız dini yaşantımızda hepimizin sonu olacaktır. O halde ilk günkü heyecanımızı yakalayabilmek için azık olarak aldığımız bilgilere ruh/canlılık katabilmeli, hayatımızda uygulanabiliyor olmasına dikkat etmeliyiz. Ayrıca yapmak istediğimiz şeylerin frekansını yakalayabilmemiz gerekmektedir. Yoksa alıcılarımız sürekli yol almamızı sağlayacak, o heyecanı çekmeyecektir. Ünlü ressam Van Gogh, resimlerine anlam ve ruh katabilmek için resimlerini yapmadan önce resim boya ve kumaşının parasını dilencilik yaparak kazanıyor. Yanlış duymadınız maddi sorunları falan yok. Güzel resim yapabilmek için o ruhu, heyecanı yakalamaya çalışıyor. Tren banliyölerinde yatıp kalkıyor, dileniyor ve elde ettiği parayla resim kumaşı ve boya alıyor. Yaptığı resimlerse dünyanın en güzel resimleri oluyor. Şimdi ben bunu bizimle ilişkilendiriyorum. Rabbimiz diyor ya; Doğru olduğu kuşkusuz olan bu kitap, takva sahipleri için hidayet kaynağıdır. (Bakara–2) Hidayet Allah’ın dinini titreyen bir kalple yaşayan takva sahipleri içindir. Van Gogh ne yapıyordu yapmak istediği resmi uzaktan seyredip fırçasını ona dokundurmak yerine yapmak istediği şeyin öznesi olmayı, içinde yer alıp o heyecanı yansıtmayı tercih ediyordu. Kumaşı, fırçayı, boyayı hissediyor kendini onlarla özdeşleştiriyor. İşte ayetlerin frekansı da o ayetlerin içinde yer almak anlatılan şeyi yaşamakla anlaşılacak bir şeydir. İşte bu takva biçimi bizleri Kur’an’ı gerçek manada anlayan bireylere dönüştürecektir. Yani Kur’an’ı gerçek manada anlamamız için onun sözlerini yaşıyor olmamız gerekiyor. Aksi halde ayetleri yaşamımıza aktarmaz isek hayatında hiç namaz kılmayan birinin ‘’namazlarını dosdoğru kılarlar’’ayetinden ne anlayabilmişse bizim de ayetleri o kadar anlayabildiğimiz sonucunu ortaya çıkarır. Böylelikle her şeyin neden bu kadar çabuk sıradanlaştığını, heyecanlarımızın kaybolduğunu ve yürüyüşümüzü sürdüremeyip yarı yolda kaldığımızı anlayabiliriz. Kur’an’ı okurken ona ruh katamıyoruz, duygu yükleyemiyoruz, yalın okuyoruz. Allahın sözlerine de yalın bakıyoruz. Bizzat içinde yer almayı, öznesi olmaya başaramıyoruz. Yaptığımız ibadetlerin, öğrendiğimiz ayetlerin hayatımızda bir etkisi, bir uygulama alanı olmuyor. Hiçbir şey yapmadan sadece öte dünyadaki kurtuluşumuzla alakalı şeyler düşünüyoruz. Hâlbuki Kuran’ın öğretileri bu dünyada yapıp ettiklerimizin / amellerimizin öte dünyadaki kurtuluşumuz olduğunu söylüyor.
[Bu dünyada] arınmayı başaran ise, [öteki dünyada] mutluluğa ulaşır,(Al’a–14)
Heyecanımızı kaybetmemek hayret ve merak etme duyularımızı canlı tutmakla mümkündür. Bu da ne kadar biliyor olmamızla alakalıdır. Öyle ki Profesör Einstein’ın gökyüzüne baktığında anladığı ve duyduğu merakla bizimki bir değildir. Bulutların nasıl yağmura dönüştüğü bilincinin harika bir donanım olduğu bilgisi onu hayrete düşürüp hayatına anlam katabilmekte, yaşantısını ve yürüyüşünü sürdürmesine yardımcı olmaktadır. Bizim için ise bulut sadece buluttur. Bazen de bu bulutlardan yağmur yağar. Bu bilgi bizlerde tabii ki heyecan uyandırmaz. Yürümemizi kolaylaştırmaz ve farklı duygular yaşatmaz. O halde bilgiyi daha içsel ve derinlikli alıp buna ruh katar, aksiyoner bir tarza dönüştürürsek hayatımızdaki sıradanlıklar kırılacaktır. Görünmeyene ilgi duymak, bunu görmeye çaba sarf etmek zorundayız. Ayrıca hayret ve ilgi mekanizmamızı da harekete geçirmeliyiz.
O halde anlamamız gereken şey birbirimizi sürekli görüyor olmamızdan, aynı şeyleri sürekli yapıyor olmaktan duyduğumuz sıkıntıların ayrılıklara dönüştürülerek adımlarımızı yavaşlatmaması, vahyin dışında bir arayışa dönüşmemesi, kendi bulunduğumuz konum içerisinde bunların çözülmesi gerektiğidir. Birbirimizden kısa süreli de olsa uzaklaşmak özlem duymamıza katkı tanıyacaktır. Ama bunu da çok güzel bir denge ile yapmalıyız. Aslında bunu “Birbirini incitmeyecek kadar uzak, hayatın soğuk zamanlarında üşümeyecek kadar da yakın olmayı öğrenerek” yapabiliriz. Tabi tüm bunlara rağmen özlem duyamıyor isek o zaman ciddi bir sorunumuz var demektir. Bu sorunumuzu çözmekte yine bizlere düşen bir sorumluluktur. Bu bağlamda işe kendimizi gerçek manada tanımakla başlayabiliriz.
Ne dersiniz?
Selam ve dua ile…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *