Dilimize ve yüreğimize pelesenk olmuş o güzel yaylamızda geçirdiğimiz kısacık tatillerimizden birinde yaşadığım ve yeri geldiğinde hep anlattığım, insanı tebessüm ettiren güzel bir hikaye bu aslında.
Şirin mi şirin, huysuz mu huysuz o neneden başka hikayeler anlatmaya karar verdim sizlere. Zaman zaman değerlerimizi anımsatmak adına, merhamet duygumuzu gözden geçirmek adına, sevdiklerimizi anmak adına yapmak istiyorum bunu. Umarım değer bulursunuz heybemden bulduklarımı çıkarıp sizlere sundukça. Sürç-i lisan eder isek af’ola…
Mevsimler dönüp dolaşır ya hani… Baharlardan sonra yazlar gelir ya hani…
İşte yine o yazlardan bir yaz ve yine yayla zamanı. Onbeş yirmi günlük tatilimizi geçireceğimiz yaylamıza artık yolculuk zamanı gelip çatmıştı. Sevincimiz doruktaydı, çünkü ha bugün ha yarın denen gün sonunda gelmişti.
Dilimize ve yüreğimize pelesenk olmuş o güzel yaylamızda geçirdiğimiz kısacık tatillerimizden birinde yaşadığım ve yeri geldiğinde hep anlattığım, insanı tebessüm ettiren güzel bir hikaye bu aslında.
Oraya gittiğimizde havanın yağmadığı günlerin hepsini dışarıda geçirirdik. Böylesi bir hayatın özlemiyle dolardı içimiz bütün bir sene. Kahvaltılarımız da dahil olmak üzere bütün öğünlerimizi bahçeye serdiğimiz kocaman bir hasır üzerinde bulunan büyük tahta bir sofraya hazırlar, yere oturur, Allah ne verdiyse yer içerdik.
Orada eskiden elektrik olmadığı için buzdolabı da yoktu. Dolayısıyla dolapta saklama şansımızın da olmadığı yiyecekler pek bulunmazdı. Ancak yerli halkın hayvanlarından elde ettikleri peynir, kaymak, süt ve sütten çalma yoğurt değişmezlerimizdi.
Bir de babamın, yaz geldiğinde, pazar kahvaltılarında yemekten hoşlandığı şey orada hep soframızda olurdu. İnce ve söğüş doğranmış domates, yine ince ve söğüş doğranmış kuru soğan ve tohumu çıkarılıp önce ikiye ve sonra ortadan tekrar bölünen yeşil sivri biberler olurdu. Aynı tabağın yanına da süzme yoğurt konur, yoğurdun üzerine de zeytinyağı gezdirilirdi. Hepimiz de çok severdik bu tabağı; hem renkler iştah açıcı hem de lezzeti başka gelirdi bize.
Bir de hem ön tarafta hem de arka tarafta annemin iki üç tuğladan çevirmiş olduğu ocaklarımız vardı. Orada yanan ateşin hemen üzerinde bulunan sacayağında kaynardı hep kara güğüm. O kara güğüm konurdu ateş üzerine, başkası ziyan edilmezdi. Üzerindeki demlikte olan çayın tadı hiçbir yerde yok ve olmayacak da sanırım. Bazen bu kara güğüm kenara alınır, yapılacak başka yemekler varsa önce onlar ateşe konurdu. Genellikle toprak tencerede yeşil fasulye yada biz çok istediğimiz için kızartma yapılırdı. Bazen de babamın meşhur yemeği olan -onun deyişiyle- mapushane yemeği… Babam içerideyken çokça piştiği için, sevdiği ve özlediği bir yemekti. Kendisi yapmaktan zevk aldığı için aşçı babam olurdu, biz de yamakları olarak çalışır ortaya enfes yemekler çıkarırdık. Salata genelde benden sorulurdu, fakat doyduktan sonra sofra toplama faslını hiç sevmez ve bir sebep bulur kaybolurdum ortadan.
Her neyse sabahları gölge olduğu için ön tarafta, akşam üstleri de arka tarafta yanardı ocak. Annem mutlaka bir ateş yakar şenlendirirdi oraları. Etraftan kim geçse tanıdık tanımadık buyur edilirdi çay içmeye. Tabi çay ve ikram faslı bize aitti. Evimize çok misafir geldiğinden mi yoksa eskiden böyle yetiştirildiğinden mi bilmiyorum ama küçük yaşlardan itibaren öğrenmiştik bu işleri ve yapmaktan da zevk duyardık. Hala öyle olduğunu düşünüyorum ve misafir ağırlamaktan hiçbir zaman yüksünmüyorum. Ne kadar kalabalık olursa olsun ağırlamaktan asla yorulmuyorum, aksine bir o kadar sevildiğimi düşünüyorum. Sevilen kimseye gidilir ve ziyaret edilir diye düşünüyorum.
Kim gelirse gelsin, ne kadar kalabalık olursa olsun yer sorun olmazdı. Çünkü evin hem önünde hem de arkasında üç beş uzun tahtadan çakılmış birer sedirimiz vardı. Hatta sırtımızı evin tahtalarına yaslardık oturduğumuzda. Üzerine atılmış minderler, yastıklar… Elbette bunlar yeterli gelmez ve yerlere serilen kilimlere de oturulurdu.
İşte böyle günlerden bir gün yine bir ikindi vakti güzel annemin yoğurduğu mayalı hamurla yapacağı pişileri bekliyorduk heyecanla. Pişi, yörelere göre ismi değişebilen, fakat hemen herkesin bildiği ortası delinip yassılaştırılmış olarak kızgın yağa atılıp kızartılan bir yiyecek. Çay ve peynirle iyi giden bu kızarmış hamuru bazıları da reçelle yemeyi tercih edebilirler. Her kim nasıl yerse yesin biz gelelim asıl meseleye.
Yine yoldan geleni geçeni çağırıyorduk. Bu arada oturmuş penceresinden bizi seyreden sevgili Hatçe Neneyi de davet etmeden olmayacaktı tabiî ki.
Evi bizim evin hemen üzerinde olduğu için, kısa yoldan bahçenin telleri arasından geçip onun evinin kapısına geldim. Kapıyı açıp “Hadi Hatçe Nene, gel birlikte çay içelim. Seni almaya geldim” dedim. Hazırlandı, başındaki örtüsünü değiştirdi, eline de baston olarak kullandığı sopasını aldı. Birlikte yol haline getirdiğimiz tellerin arasından geçip bizim bahçeye girdik. Kendisini baş köşeye oturttuk. İkrama başlamıştık ki birden Hatçe Nenenin “vuyyy, ommayacagh, topragh senen başan” diye söylendiğini duyduk. Önce, biz bir kusur ettik herhalde diye düşündük. Herkes şaşkın etrafına bakındı. Sonra ben “Ne oldu Hatçe nene, neye kızdın” dedim. “Ommayacagh başıma işedu” dedi. Başındaki beyaz örtüye baktım, acaba kuş mu pisledi diye, ancak hiçbir şey göremedim. “Yok bir şey örtün temiz” dedik, ama o söylenmeye devam ediyordu. “Topragh senen başan”…
“N’oldu kime kızıyorsun” diye yeniden sorunca başladı anlatmaya sevgili sevimli nenem. “Başım agriyerdi, ele agriyerdi ki gafama gurbağa goydim, üzerine de tasi gapadim. O orada zıpladıghça eyi geliyerdi. Aha şimdu işedu” dedi.
Kim zıplıyordu, tasın içinde ne vardı!!!
Hepimizin ifadesi değişmişti, gülsek mi ağlasak mı şaşırmıştık. Hayatımızda ilk kez böyle bir şey duyuyorduk. Sadece biz çocuklar değil oradaki yaşlı başlı büyüklerimiz de buna çok şaşırmışlardı.
Bu hikayeyi anlattığım herkes de aynı tepkiyi verir; önce gözler faltaşı gibi açılır, arkadan bir gülme tutar. Fakat herkesin kafasında da bir soru işareti oluşur. Acaba?…
Evet eskiden insanlar ne doktor bilirmiş, ne eczacı, ne de ilaç. Olmadığından değil elbette, ama ufacık şeyler abartılmazmış bugünkü gibi. Mesela şimdi başımız ağrısa yada canımız sıkılsa koşuyoruz doktorlara, alıyoruz dizi dizi ilaçları, gümbür gümbür götürüyoruz sonrada. Nelere sebep olacağını düşünmeden yapıyoruz, canımız sıkkın olduğu için yapıyoruz. Herhangi bir durumun arkasına sığınıyoruz ama yapıyoruz sonuçta.
İşte bu sefer sevgili nenemin bir ağrı tedavi şeklini anlatmaya çalıştım sizlere. Umuyorum ki beğenesiniz ve gülümseyesiniz bu hikayeye.
Bence enfes bir yöntem! Ancak henüz o cesareti bulamadım kurbağayı kafama bağlayacak kadar kendimde. Belki sizler uygularsınız kim bilir, bu sevimli nenemin ilginç yöntemini cesaret gösterip de…
Kalın sağlıcakla!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *