Bizler, Müslümanlar olarak bütün dünyada, sistematik olarak tahakküm üreten, ırkçılık üreten, ötekileştirme üreten; sömürgeci, Avrupa merkezci bir dilin, söylemin, bilgi’nin, dünya görüşünün, hayat tarzının ağır baskısı altındayız.
Her alanda hızla değişen dünyada hepimiz bilgilerimizi, yaklaşım ve yorumlarımızı güncelleştirmek, zihinsel alışkanlıklarımızı yeniden gözden geçirmek zorundayız, ideolojik ve ırkçı klişelerle dünyayı analiz edemeyiz. Yerel konumlarımızı, ilgilerimizi küresel gelişmelerin ve küresel bağlamın ışığında biçimlendirmeye çalışmalıyız. Statükocu yapılar, toplumlar, yeni arayış ve çözümlemelere ihtiyaç duymadıkları için ya geçmişe, ya da içe kapanıyor. Statükocu, muhafazakâr kültürler karşı karşıya geldikleri sorunlarla yüzleşmek yerine, bu sorunları biriktiriyor, sorunları çözmek yerine erteliyor. Statükocu/muhafazakâr kültürlerden her hangi bir eleştiri ve sorgulama çıkmıyor. İdeolojik ve ırkçı söylemle baskılanan toplumlar hiç bir alanda sesini yükseltmiyor, ideolojik ve ırkçı söylem toplumları duygusuzlaştırıyor. İdeolojik ve ırkçı söylem otoriter bir tarih, otoriter bir kültür oluşturuyor. Her milliyetçilik, insanları, insani dünyalardan uzaklaştırıyor. İdeolojik ve ırkçı yorumlara maruz kalmak, hakikat ikliminden uzaklaşmakla sonuçlanıyor. Gücü ve iktidarı putlaştıranlar düşünmeye, tefekkür etmeye ihtiyaç duymuyor. Irkçılıklar ve etnik milliyetçilikler her tür akıldışılıkla, her tür acımasızlık ve bağnazlıkla rahatlıkla işbirliği yapabiliyor.
Ahlaktan bağımsız bir dünya nefret ve şiddet tarafından kuşatılıyor. Teknik egemenlik, ilahi/ insani/ vicdani/ ahlaki varoluşa, dünyaya geçit vermiyor. Aydınlanma akılcılığı maddi bilimsellik konusunda kimi ilerlemeler kaydetti, ancak, Aydınlanma akılcılığı, insanın insan tarafından sınırsız bir biçimde sömürülmesi konusunda da korkunç ilerlemeler kaydetti. Endüstriyel uygarlık, sanayi uygarlığı atmosferin bileşimini değiştirdi, yenilenmesi mümkün olmayan kaynakları israf etti, tüketti. Endüstriyel uygarlık iklim-çevre felaketlerine yol açtı. Aydınlanma akılcılığı, ideolojik ve ırkçı mülahazalarla her tür barbarlığı ve sömürüyü meşrulaştırdı. Bilim ve teknik insanlığın manevi-ruhi-ahlaki ihtiyaçlarına, anlam arayışlarına yanıt veremedi, bir anlam ve değer sistemi üretemedi.
Tüketim toplumu çağı, özçıkara dayalı bir toplumsal zihniyet oluşturdu, bu zihniyet toplumun genel çıkarını dikkate almayan bir kültüre dönüştü. Günümüzde bilgi ve enformasyon devrimi, coğrafyanın ve toprağın kutsanmasına son verdi; bu nedenle kimi eylemler, isyanlar, intifada’lar, özgürlük arayışları, toplumsal ayaklanmalar, değer yargıları, ulusal sınırları aşıyor küresel ilgiler oluşuyor, küresel kültür ve toplum yönünde kimi gelişmeler yaşanıyor. Bugünün dünyasında, elektronik iletişim aracılığıyla, insani/ sosyal/ toplumsal sorunlar etrafında iletişim/ etkileşim sağlamak, protestolarda bulunmak, hesap sorabilmek daha kolay ve meşru hale gelmiştir.
İletişim hareketleri uzaklık duygusunu ortadan kaldırıyor. Bilgi teknolojileri, bilgi otoyolları iyi yönde kullanılabileceği gibi, kötü yönlerde de kullanılabiliyor. İnternet ulus-devlet sınırlarını ve ulus-devlet ideolojisini aşındırıyor, değersizleştiriyor. Küreselleşme ve enformasyon devrimi ile biçimlenen süreçler dini-milli-etnik kimlikleri bir şekilde erozyona uğratıyor. Geleneksel hayat tarzları değiştiği için, bağlılık biçimleri de değişiyor. Bu dönemde İslam daha çok bireysel bir tercihe dönüşüyor. İslam’ın sosyal, toplumsal, siyasal, ekonomik kültürel iddialardan uzaklaştırılması sebebiyle, daha çok kişisel dindarlık biçimleri meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Bilgi teknolojileri ve internet sanal cemaatler oluşturuyor, uluslarötesi, kültürlerarası bir iletişim imkanı sağlıyor Güçlü kültürler, güçsüz kültürleri etkisiz hale getirebiliyor.
Küreselleşme ve enformasyon devrimi devlet egemenliklerini sınırlandırıyor, baskılıyor, zayıflatıyor. Bilgi teknolojileri, internet, medya; her yerde muhaalifler/ protestocular/ aktivistler için koordinasyon konusunda ciddi kolaylıklar sağlıyor. Her hangi bir ülkede yaşanan toplumsal olaylarla ilgili olarak bütün dünyanın dikkati kolaylıkla bu olaylar üzerine çekilebiliyor. Günümüzde, özellikle İslam toplumlarının küresel etkilerle ilgili olarak yeni açılımlara ve eleştirel çözümlemelere ihtiyacı var. Küresel dünyada her alanda tam bağımsızlık mümkün olmayabilir, önemli olan, her ülkenin kendi merkezi değerleri etrafında bir bağımsızlık biçiminin sınırlarını belirleme iradesine sahip olabilmesidir.
Ortadoğu ülkeleri Yirminci Yüzyılı yoğun ve sürekli bir depresyon içerisinde geçirdiler, Yirmibirinci Yüzyıla da bu depresyon içerisinde girdiler. İçerisinde bulunduğunuz dönemde bütün dünya, Ortadoğu ile ilgili olarak tarihsel bir sürpriz ile karşı karşıya bulunuyor. Sömürgecilik döneminin ürettiği yapay devletler ve bu devletlere vaziyet eden diktatörler, kendilerini Batı dünyası nezdinde meşrulaştırabilmek için, sürekli olarak İslami hareketlerle mücadele halinde olduklarını ileri sürdüler. Bu ülkelerde Müslüman halklar kendi devletlerinin zulmüne maruz kaldılar. Ortadoğu’daki bütün diktatörler Amerika ve Avrupa’nın desteği ile hayatta kalabildiler. Bugün Amerika ve Avrupa, Ortadoğu’da, Mağrip ülkelerinde yaşanan isyan hareketleriyle ilgili sağlıklı analizler yapamıyor, bu isyan hareketlerinin bir devrime dönüşmesinden endişe ettikleri için, bölgede yaşanacak değişimin yapay ve yüzeysel bir çerçeve üzerinde gerçekleşmesini istiyor, bu yolda çaba harcıyor.
Ortadoğu ve Magrip ülkelerinde yaşanan değişim/dönüşüm talepleriyle ilgili olarak hiç kimse nihai anlamda tutarlı, bütünlüklü yorumlar yapamıyor. Bu ülkelerde çok karmaşık süreçler yaşanıyor, yaşanan olaylarla ilgili olarak daha çok kısmi gerçeklikler üzerinde spekülasyonlar yapılıyor. Ortadoğu ve Magrip ülkelerinde Arap statükoları sorgulanıyor, ancak henüz bu statükolar yapısal bir dönüşüm için hazırlıklı görünmüyor. Bu ülkelerde özellikle genç kuşaklar/kitleler diktatörlükler karşısında kendi sorunlarını gündeme getirmeyi başardılar. Sessizlikler her zaman otoriter sistemlere cesaret verir. Bu defa genç kuşaklar sessizliği aştılar. Diktatörler halkların kendi sorunlarıyla ilgilenmelerine fırsat vermezler, her otoriter sistem kitlelerin somut, kararlı tepkileri söz konusu olduğunda geri çekilir. Siyasal bilinç, özgürlük bilinci, halklara sessizliye mahkûm olmadıklarını öğretir. Diktatörlüklerin karantina altında tuttuğu ülkelerde sosyal patlamalar, isyan, infial ve başkaldırılarla yeni bir kırılma yaşanıyor, yeni bir arayış gündeme giriyor. Ortadoğu ve Magrip ülkelerinde, internet ve medya aracılığıyla oluşturulan ağlar ve diğer haberleşme sistemlerinin öncülük ettiği bir değişim rüzgarı esiyor. Zaman ve mesafe tanımayan bilgi teknolojileri iletişim afları aracılığıyla bütün dünyayı etkileyebilecek mesajlar yaymak mümkün.
Emperyal-küresel enformasyon üzerindeki resmi tekel El-Cezire aracılığıyla kırılabiliyor. Arap dünyasında kalk ayaklanmaları hızla yayılıyor. Bu halk ayaklanmalarıyla ilgili olarak, başta “Türkiye olmak üzere İslam dünyası ülkelerinde Müslümanlar aşırı abartılı ve aşırı romantik yorumlar yapıyor. Aşırı romantizm hepimizde zihinsel hasarlar oluşturuyor. Tunus’ta ve Mısır’da yaşanan değişim’i bir devrim olarak tanımlamak çok yüzeysel bir tanımlama olur. Ortadoğu ve Magrip ülkelerinde kitlelerin ‘yalnızca “pragmatik ve demokratik” talepleri ve beklentileri var, İslami talepleri ve beklentileri yok. Kitleler işsizliği, yoksulluğu ve eşitsizliği protesto ediyor. Gösterilerin radikal bir içeriğinin, programının, vizyonunun olmadığını kaydetmek gerekiyor. Ayrıca Mısır ve Tunus’ta, Müslüman kardeşlerin, Nahda hareketinin, modern tarihe, modern siyasete, modern topluma ve hayata müdahil olabilecek yeni bir içerik ve birikime, bağımsız bir bilince sahip olmadıklarını da hatırlamak gerekiyor. Bu hareketler Yirminci Yüzyılla olduğu kadar Yirmi birinci Yüzyılla da bir ilişki kurmayı başaramadılar. Bu hareketlerin Yirmi birinci Yüzyıl için İslami önerileri yok. İslami önerileri olmadığı içindir ki, demokrasilerle uzlaşmaya çalışıyorlar. Sermaye hareketlerinin, teknolojilerin, enformasyonun küresel dönüşüm üzerindeki tayin edici etkisi üzerinde düşünsel çabalar harcayabilmeliyiz. Bugün, bir yanda Batı merkezli kavram ve kurumlar çözülür, bu kavram ve kurumların dokunulmazlıkları tartışılabilir hale gelirken, “Tarihin Sonu” ile gündeme giren Batı’nın nihai zaferi iddiasının gerçeği yansıtmadığı tartışmaları yapılırken, bir diğer yanda da “demokrasi” evrenselleştirilmeye çalışılıyor.
Bizler, Müslümanlar olarak Batı’nın düşünsel, kültürel ekonomik egemenliğinin sona erdiğini iddia ediyoruz, ancak, Batı dışı dünya, yine Avrupa değerleri temelinde kendisini biçimlendirmeye çalışıyor. Kuşkusuz bugün Amerika’nın aşağılama ve tehdit içeren dayatmacı politikaları etkisini yitiriyor, ancak, emperyal etkisini yitirdiğini düşündüğümüz, yasadışı savaşlar, kitlesel katliamlar, yargısız kitlesel tutuklamalar, işkenceler, suikastlar, adam kaçırmalar gibi büyük insanlık suçları işleyen Amerika’dan korkunç bir yüzsüzlük sergilenerek bu defa Libya’ya müdahale etmesi istenebiliyor. Afganistan ve Irak’ta yaşanan tarihin büyük trajedileri yetmiyormuş gibi, askeri müdahaleler yeniden gündeme alınabiliyor.
Bizler, Müslümanlar olarak bütün dünyada, sistematik olarak tahakküm üreten, ırkçılık üreten, ötekileştirme üreten; sömürgeci, Avrupa merkezci bir dilin, söylemin, bilgi’nin, dünya görüşünün, hayat tarzının ağır baskısı altındayız. Bu dil, bu söylem tarafından aşağılanıyor, taşralılaştırılıyor ve tarihin dışına itiliyoruz. Müslümanlar olarak tahakküm üreten bu dilin, söylemin, dünya görüşünün maskesini halen indirebilmiş değiliz, bu dil’le hesaplasabilmiş değiliz. Hesaplaşmak bir yana toplumlarımız Batı’ya ait kavramsallaştırmaları içselleştiriyor. Fikri ve ahlaki yenilgiler askeri yenilgilerden çok daha kalıcı tahripkar sonuçlar doğuruyor. Bugün, Ortadoğu ve Magrip ülkelerinde kitleler kendi sözcükleriyle, kendi kavram ve düşünceleriyle, kendi değerleriyle tarih sahnesine çıkmıyor; tahakküm üreten dil ve söylemin imkanlarıyla konuşan bu dil tarafından nesneleştirilen genç kuşakların yaklaşımlarıyla tarihe giriyor. Sömürgeci bilginin üzerimizdeki tahakkümü sürüyor, sömürgeci bilginin, tarihin, bizim için inşa ettiği sınırlar, çerçeveler ve sistem içerisinde kalarak, bu sınırlar içerisinde düşünerek, konuşarak, yazarak, eylemde bulunarak varlığımızı sürdürmeye, hayatta kalmaya çalışıyoruz. Bu sınırlar içerisinde kalarak hiç bir şekilde bir devrime ulaşamayız.
Sömürgeci dilin, söylemin, dünya görüşünün sınırlarını aşmadıkça, zihinsel bakımsızlığa sahip olamayacağız. Zihinsel bağımsızlığımızı kazanmadıkça, yazdıklarımızın, konuştuklarımızın, yaptıklarımızın kalıcı bir etkisi olmayacak. Sözcüklerle, fikirlerle, kavramlarla yapılan savaşları kazanamadığımız takdirde devrimlerden söz edemeyiz. Her hangi bir toplumda devrim’den söz edebilmemiz için, hayatın bütün boyutlarını etkileyen, dönüştüren, düşünsel, kültürel, siyasal bir güç olarak ortaya çıkmamız icabeder. Toplumsal bütünü yeni anlamlar doğrultusunda yeniden inşa etmedikçe devrimden söz etmek bir değer ifade etmeyecektir. Tarihin dizginlerini ele geçirmek için özellikle Batı düşüncesinin vesayetinden kurtulmak ve İslami bir modelin hayatın ve tarihin hor safhasında somutlaşmasını sağlamak gerekir.
İktibas, Nisan 2011, sayı 388 (Ağustos 2013, sayı 416)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *