İslami kimliğimiz her yerde kuşatma altında. Bu kuşatmaya rağmen toplumlarımızın siyasal ilgisizliği, kayıtsızlığı da sürüyor. Toplumlarımız siyasal bilince ihtiyaç duymuyor. Siyasal bilince ihtiyaç duymayan toplamlarımızın siyasal umutları da yok.
Emperyal sistem karşısında bağımlı konumlarını sürdüren İslam toplumlarının, bu konumları sebebiyle kılı kırk yaran eleştirilere ihtiyacı var. Duygusal, romantik toplumlar/kültürler; ciddi analizlere, sorgulamalara ihtiyaç duymadıkları için, kendilerine dayatılan sömürgeci yönetim modellerini, hayat tarzlarını sessizlik içerisinde kabul ediyor, İslam toplumlarının içerisinde bulunduğu zihinsel kireçlenme durumu, tarihsel hesaplaşmalar, yüzleşmeler, değerlendirmeler yapmamızı engelliyor.
Yüzyıllardır mistik ilgilerin, mistik beklentilerin tahakkümü altında bulunan zihinsel dünyamız teslimiyetçiliklerle, statükoculuklarla bütünleşmiş bulunuyor. Teslimiyetçilikle statükoculuk, eylem bilincini ve özgürlüğünü kaybettiğimizi gösteriyor. İslami bünye, bir yanda Aydınlanmacı İlerleme ve Bilimsel Devrimler ideolojileriyle, Fransız Devrimi ve Endüstri devriminin tarihe kazandırdığı yeni yapılar, kavram ve kurumlarla baskılanırken; diğer yanda İslami bünye kendi içerisinde yaşanan sapmalar, rekabetler, bencillikler, aşırılıklar, çatışmalar sebebiyle zayıf düşürülüyor.
Toplumlarımızın son yüzyıllarda biriktirdiği ağır yenilgiler, toplumsal, siyasal, kültürel krizler, yeni çözümlemelere imkan vermedi. Gözlem, analiz, çözümleme yapmak yerine; mistik yorumlarla, tesellilerle yetinen toplumlarımız zaman zaman astrolojiye dayalı tarihsel yorumlara bile ihtiyaç duyar hale geldi.
Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde, İslami anlamda yeniden yapılanma iradesi ortaya koyamayınca, 1839 Tanzimat Fermanı ile Avrupa siyasal dili, düşüncesi ve mantığına başvurularak bir reform programı ortaya konuldu. 1870’lerde yürürlüğe giren Mecelle ile Şeriat yalnızca aile ile sınırlı düzenlemeler getirdi. Mısır’da 1660’larda Tahtavi, Montesquieu ve Rousseau dan ilham alarak, bu isimleri izleyerek Mısır için yeni bir program önerdi. Mısır’da da, ulemanın genel kanaati Avrupa tarzı reformlar yapmak noktasında birleşiyordu.
1850’li yıllarda İran’da yapılan hukuki reformlar ulemanın otoritesini kısıtlama amacını taşıdığı gibi, Batılı siyasal görüşlerin, uygulamaların halkın gündemine girmesini sağlamaya çalışıyordu. İran’da 1858 yılında, Osmanlı İmparatorluğunda olduğu gibi/Mirza Malkom Han tarafından Defter-i Tanzimat adıyla bir reform hareketi başlatılmıştı. Bu hareket Batı uygarlığının ve siyasal sisteminin üstünlüğüne vurgu yapan bir hareketti.
“Kimi hayati zorunluluklar, kimi yasakları meşrû kılabilir” mealindeki fıkhi yaklaşım Batılılaşma yönündeki tercihlerin temelini teşkil etti. Osmanlı İmparatorluğu Avrupa sistemine dahil oldu, Fransız ideolojisi temelinde laikleşme girişimlerinde bulundu, Avrupa İmparatorluklarıyla asimilasyona başvurma ihtiyacı duydu. Ahmet Cevdet Paça Türklüğün devletin temelini teşkil etmesi gerektiğini savunarak siyasal ulusçuluğu gündeme getirdi. Bu arada, etnik ve ırksal toplumun modern Batı’nın icadı olduğunu, çok etnikli toplumun İslami bir toplum olduğunu kaydetmek gerekir.
Hindistan’da 1870’li yıllarda görülebileceği üzere, Seyyid Ahmet Han ve Çerağ Ali gibi isimler emperyalist egemenlikler ile uzlaşılabileceği kanaatini seslendirdiler. Toplumlarımızda son bir kaç yüzyılı içerisine alan dönemde gerek ulema, gerekse aydınlar meşruiyetlerini nerede arayacaklarını, nerede bulabileceklerini bir türlü kestiremeyen arayışlar içerisinde oldular. Kimi zaman laiklik, kimi zaman demokrasi, kimi zaman milliyetçilik, kimi zaman geleneksel padişahlık gibi sistemler hep tartışıldı. Sünni ve Şii ayrımını /rekabetini /çatışmasını reddederek evrensel bir projeyi, bir ümmet projesini, bir ümmet dayanışmasını yeni bir bilinç hamlesiyle, siyasal bir cesaret ve hareketlilikle Seyyid Cemaleddin Afgani toplumlarımızın dikkatine kazandırdı. Seyyid Cemaleddin bu mücadelesi sırasında bağımsız bir siyasal duruş sergiledi.
Toplumsal prestije, saygın bir statüye, İslami bir perspektife ve iktidarlar üzerinde tayin edici bir etkiye sahip, usuli geleneğin temsilcisi olan Ulema’nın öncülüğünde Şii siyasal doktrini kendi dönüşümünü ve modelini İran İslam Devrimiyle tarihe kazandırmayı başardı. Sömürgeci düşünce ve kültür Müslüman toplumların kendi kendilerini yönetme yeteneğine sahip olmadıklarını iddia ediyordu. İslam Devriminin başarısıyla bu iddialar geçersiz hale geldi.
Emperyalist egemenliklerle, yaklaşımlarla, oluşumlarla, dünya görüşleriyle “hoşgörü” temelinde uzlaşılabileceği görüşü bugün Neonurculuk akımında izlenebileceği gibi güncelliğini koruyabiliyor.
İnsanlık sorunlarından soyutlanmış, değişen dünyanın yeni ihtiyaçlarını, beklentilerini farketmeyen; zaman ve mekana göre değişen koşulları dikkate almayan; mistik umutlara dayalı hukuki ilkelere, ölçütlere, sınırlara ihtiyaç duymayan bir İslami yorum kabul edilemez. İslami uyanışı, oluşumu, inşa’yı yeniden biçimlendirmek, tamamlamak; ya da İslam’ı Batılı kavram kurum ve dünya görüşleriyle uzlaştırmak üzere yapılan tartışmalar, İslami temellerin/yaklaşımların istikrarsızlaştırılmasına ve aşındırılmasına neden oluyor. İslami gelişmeler söz konusu olduğunda her yerde, laik kesimler laikliği İslam’a karşı bir silah olarak kullanmaya başlıyor. Özellikle Avrupa’da İslam karşıtlığı laiklik temelinde sürdürülüyor. Modernlik-ilerleme ideolojisi Batı dışı dünyayı geri olarak tanımlamaya devam ediyor. Özgürlük, eşitlik, barış, rasyonalite gibi kavramları yücelten modern-ilerlemeci ideoloji bugün yaşanmakta bulunan toplumsal, siyasal, ekonomik, insani/ahlaki kriz/çöküş/düşüş/bozulma karşısında büyük bir çaresizlik sergiliyor. Bütün zamanların en büyük değişimi olarak tebcil edilen “ilerleme” düşüncesi bugün yoğun bir biçimde sorgulanıyor, tartışılıyor. Mitsel bir mahiyet taşıyan baskıcı bütün modern kavramların/ideolojilerin çöküşüyle birlikte ortaya çıkan boşluklar doldurulamıyor.
İslam dünyası toplumlarında Türkiye’de de görülebileceği üzere laik elitlerin kontrolü devam ediyor. İslami kimliğimiz her yerde kuşatma altında. Bu kuşatmaya rağmen toplumlarımızın siyasal ilgisizliği, kayıtsızlığı da sürüyor. Toplumlarımız siyasal bilince ihtiyaç duymuyor. Siyasal bilince ihtiyaç duymayan toplamlarımızın siyasal umutları da yok.
Müslümanlar olarak umutlarımızı gerçek kılabilmek için put kırıcı sorgulamalar yapabilmeliyiz, gerçek ve yapısal sorunlarımızı, önceliklerimizi, teşhis ederek yola koyulmalıyız. Tercihimiz üzerine, cemaatimiz üzerine, ya da yorumlarımız üzerine eleştirel düşünebilmeyi başarabilmeliyiz.
Kamuoyunu popülist bir söylemle etkilemekle, kamuoyunu bilinçli bir dönüşüm stratejisi/programı temelinde etkilemek aynı şeyler değildir. Popülist söylemin, dilin neden olduğu yozlaşma ve yabancılaşmaları göz ardı edemeyiz. Her türlü sapmaya yozlaşmaya karşı bilincimizin teyakkuz durumunda olmasını sağlayabilmeliyiz.
Parçalanmış bir İslami dil, duyarlılık, algı ve yorumla, güçlü ve kuşatıcı bir bilinç çağrısı yapamayız. Her tür bencilliğin insanı adalet’ten uzaklaştırdığını hatırlamalı, bizleri ümmet dayanışmasına yabancılaştıran bencillikleri terk etmeliyiz.
İktibas, Şubat 2011, sayı 386 (Mart 2013, sayı 411)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *