Mevlana haftası geçtiğimiz günlerde çeşitli etkinliklerle kutlandı. Zamanı geçse de ben bu haftada Mevlana’yı gerçek yüzü ile tanıtmadan geçemeyeceğim. Mikail Bayram’ın uzun yıllarını alan araştırma yazılarından kesitlerle Mevlana’yı tanımak çok faklı bir şey. İlk kez okuyanlarımız herhalde inanmakta zorluk çekeceklerdir. O halde hemen Celaleddin Rumi ile ilgili Prof.Dr. Mikail BAYRAM’ın ilginç araştırmalarına bir göz atalım.
Mevlana haftası geçtiğimiz günlerde çeşitli etkinliklerle kutlandı. Zamanı geçse de ben bu haftada Mevlana’yı gerçek yüzü ile tanıtmadan geçemeyeceğim. Mikail Bayram’ın uzun yıllarını alan araştırma yazılarından kesitlerle Mevlana’yı tanımak çok faklı bir şey. İlk kez okuyanlarımız herhalde inanmakta zorluk çekeceklerdir.
O halde hemen Celaleddin Rumi ile ilgili Prof.Dr. Mikail BAYRAM’ın ilginç araştırmalarına bir göz atalım.
“1243 yılında Moğollar Kösedağ zaferini kazandıktan sonra Anadolu’yu istila ettiler. Hatta Erzurum’da, Erzincan’da, Tokat’ta, Sivas’ta, Kayseri’de büyük katliamlar yaptılar, yağma hareketleri yaptılar ve özellikle Tokat’ta, Moğol Ordu Komutanı Baycu Noyan Kayseri’yi muhasara ettiği zaman, Kayseri çevresinde toplanmış olan Moğol askerleri arasında Mevlana’nın hocası Şems-i Tebrizî’nin müritleri de mevcut idi. Bunlara Kalenderiler tabir ederler. Şems-i Tebrizî bir Kalenderi dervişidir, bir Kalenderi şeyhidir. Hatta bu kalenderiler, Moğollarla birlikte Kayseri surlarından gedik açıp şehre girmeye çalışıyorlardı. Ve şehre girdikten sonra da Moğollar burada çok büyük bir katliam yaptılar. Eğer tarihçiler mübalâğa etmiyorlarsa, onbinlerle ifade edilen Ahi ve Türkmenler burada katliama tâbi tutuldular. Ahiler ve Türkmenler burada katliama tâbi tutulurlarken, Mevlana’nın hocası olan Kayseri’deki Seyyid Burhaneddin’in, eteğine paralar, altınlar saçtılar. Kalenderi dervişler ve Mevlana’nın hocaları olan kişiler çok daha önceden Moğollarla irtibat hâlindeydiler ve Moğollarla teşriki mesai ediyorlardı ve özellikle de Şems-i Tebrizî ve Şems-i Tebrizî gibi olan bazı kişileri de ajan olarak istihdam ediyorlardı. Olay sadece Mevlana’yla sınırlı değil, Şems-i Tebrizî’yi de ajan olarak kullanıyorlardı. Şems-i Tebrizî Moğol ajanı idi ve Moğol ordularının içindeydi.”
Bu tarihi notlarda Mevlana’nın yaşadığı zaman diliminin siyasi olaylarını görüyoruz. Bu dönem Moğolların güçlü bir devlet olduğu zamana rastlıyor. Tabi biz Müslümanlar olaylara bu yönü ile hiç bakmamışızdır. Bu konunun devamında Prof.Dr. Mikail BAYRAM; İbni Bibi, Cavlaki dervişleri Moğollarla birlikte Kayseri surlarından gedik açmaya çalıştıklarını İbni Bibi diye bir zatın söylediğini ve yine Mevlevî kaynaklara göre, Moğollar’ın Kayseri’de bu kadar büyük bir katliam yaptıktan sonra Seyyid Burhaneddin’e paralar verdiklerini ve nitekim, bu olaydan iki sene sonra vefat eden Seyyid Burhaneddin’in türbesinide Moğollar’ın inşa ettiğini söylüyor.
Hakikaten olayın tarih boyutu açısından ilginç bilgiler var. Üstelik bu bilgilerin çoğu da Mevlana’nın kendi eserlerinden alınma. Mevlana “Fihi Mâ Fih” adlı eserinin 100-103’üncü sayfalarında; Moğolların Reisi Cengiz Han için diyor ki; Cengiz Han, Allah’tan mesaj aldı ve Allah’tan aldığı mesajla Cenabı Allah Cengiz Hana demiş ki, “Halkını, kavmini topla, şu zalim Harzemşahlar ülkesine yürü, onları kahret.” diyor. Fakat Mevlana’nın nasıl olupta Müslüman türk devleti olan Harzemşahları değilde Putperest olan Cengiz Hanı (Moğolları) savunabildiği çok şaşırtıcı bir şekilde karşımıza çıkıyor. Öyle ya Mevlana günümüze kadar ismi gelmiş büyük bir Alim ve evliya bir şahsiyet. Üstelik aynı şeyi Mevlana’nın yakın dostu Şemsi Tebrizi’nin de kendi yazdığı makalatında yaptığını görüyoruz. Moğollara muhalif olanlarla münakaşalar yapıyor ve onları susturmaya çalışıyor. İşte yukarıdaki Mevlana’nın Cengiz Han’ı Müslüman Türkmenleri katletmesi için davet ettiği Cengiz Han bakın neler yapıyor.
“Cengiz Han’ın orduları, 1220 tarihlerinde hiçbir mukavemet görmeden Buhara şehrine girdiler. Cengiz Han, Buhara’da bulunan Ulu Cami’ye atı ile beraber girdi. Ve dedi ki:
– Burası Sultan Mehmet’in evi midir?
– Hayır, burası Tanrı evidir! diye cevap verdiler.
Cengiz Han, derhal atından inerek halka şu hitapta bulundu:
– Ey ahali! Günahkârınız çok büyüktür. Ben ise gaza-ı ilahîyim; sizlerin başınıza Tanrının yaman bir belasıyım. Hakanınız Sultan Mehmet çok suçludur. Bize yapmadığını bırakmamıştır. Bu sebeple buralara geldim. Şimdi, yeraltına gömdüğünüz ne kadar servetiniz varsa getirip önüme yığın!
Halk, bu putperest Moğol hükümdarından korkarak, gizledikleri ne kadar servetleri varsa hepsini teslim ettiler. Askerler ise Buhara’yı baştanbaşa yağma ettiler. Bundan sonra Cengiz Han, Batı Türkelinin yüksek bir medeniyet merkezi olan Semerkant şehrine hareket etti. Halk, bu şehri müdafaa etti. Moğollar şehre girince önlerine geleni kılıçtan geçirdiler.”
O döneme ışık tutan Anadolulu bir kadının “Teşriigulervah” adlı bir eseri var. Eserinde O kadı, bazı şeyhlerin, bazı dervişlerin, özellikle de Kalenderi dervişlerin Moğollara ajanlık görevi yaptıklarını söylüyor. Meselâ Barak Baba’yı söylüyor, adını vererek, “Bu Kalenderi derviş Moğolların ajanıydı” diyor, “Mahmut Han’ın ajanıydı” diyor.
Yine Mesnevi’de de anlatıldığı üzere Prof.Dr. Mikail Bayram şu ifadelere yer veriyor: “Moğol Hükümdarı, İlhanlı Hükümdarı Hulagu Han Bağdat’ı fethettikten sonra, Bağdat’ta son Halifenin oğlu Ez-Zahir Billah Mısır’a kaçtı ve Baybars ile birlikte Mısır’da halifeliğini ilân etti. Şimdi Mevlana Mesnevî’sinde “Mısır Halifesinin Hikâyesi” diye bir hikâye anlatır ve çok terbiyesizce bir hikâyedir, ben burada ifade etmiyorum. Çünkü o kabak hikâyesinden daha edep dışı bir hikâyedir. Orada meselâ Mevlana Sultan Baybars’ı ve Mısır’a kaçan Ez-Zahir Billah’ı tahkir ediyor, rezil etmeye çalışıyor ve böylece Hulagu Han’ı desteklemeye çalışıyor. Bakın yine Mevlevî eserlerde, Menakıbıl Arif’inde anlatıyor, bunu teyiden başka bir şey de var. Menakıbıl Arif’inde diyor ki, Mevlana etrafındakilere şu mesajı veriyordu: Diyordu ki, “Hulagu Han Bağdat’ı muhasara ettiği zaman askerlerine emir verdi, üç gün üç gece atlarına ve askerlere yemek yedirmediler, atlara su ve ot yedirmediler, yem vermediler. Atların tutmuş olduğu bu oruç hürmetine Cenabı Allah Bağdat’ın fethini Hulagu Han’a müyesser kıldı.”
Buradaki anlatılan şeylere dikkat ediniz Mevlana’nın övdüğü Moğol Hükümdarı Hulagu Han putperest bir hükümdar. Ez-Zahir Billah ise Müslümanların son halifesinin oğlu ve yorum size ait.
“Mevlana’nın kişiliği ve şahsiyetiyle ilgili de bir şeyler söylenmiş. Mevlana, Mansur Hallaç gibi, Bayezdid-i Bestami gibi, Ebul Hasan Garagani gibi, Şakıki Belkı gibi İranlı, İran kültürünün ürünü olan mutasavvıfların yolunda bir mutasavvıftır ve bu mutasavvıflar Hulaliye mezhebindendir deniyor. O halde Mevlana da Hulaliye mezhebindendir. Meslevî’sinde de Bayezid-i Bestami hikâyesi var. Orada Mevlana Hulal felsefesini anlatıyor.
Hulal felsefesi, yani Allah insanlara hulal eder. Bu Hristiyanlıktan gelme bir inançtır da. Çünkü Hristiyanlıkta biliyorsunuz, apoklif Hristiyan mezheplerde diyorlar ki, özellikle Nasurîler diyorlar ki, “Hazreti İsa bir beşer olarak dünyaya geldi, fakat sonra Cenabı Allah Hazreti İsa’ya hulal etti ve Hazreti İsa’nın şahsiyeti ilâh oldu, Allah oluverdi.” Böyle bir mezhep var. İşte bu anlayışın İslâm dünyasındaki uzantısı da Hulaliyecilerdir.”
Bir de Mevlana’ya ait olduğu sözler ve rubailer var. Bu konuda bazı çelişkiler mevcut. Mevlana’yı savunma adına söylenen “Ben hep yaşadım kul olarak Kur’an’a, topraktım ömrümce Muhammed yoluna. Gerçeklerden apayrı anlam çıkaran haksızdır, usanç verir bu sözlerle bana” sözü hakkında Mikail Bayram, Hulki Cevizoğlu ile olan söyleşisinde nasıl izahlarda bulunuyor.
”Önce bu rubai, bu dörtlük Mevlana’nın Divan-ı Kebir’indendir deniyor. Bakın, bu Divan-ı Kebir denilen eser Mevlana’ya ait bir eser değildir. Ben Divanı Kebir’in, orijinal başlığıyla söyleyeyim; Divan-ı Kebir Ezan-ı Mevlana Mis” başlığıyla. Divanı Kebir Mevlana’nın eseri değildir. İran’da bir tebliğ sundum ve İranlı bilim adamları, bilim çevreleri benim bu tezimi kabullendiler ve sonra kendileri, özellikle İran’da çok tanınan Abdulkerim Suruş Bey, benim bu telkinlerimden sonra Divanı Kebir’de Mevlana’ya ait olan şiirlerin miktarı yüzde 30 veya yüzde 40 miktarındadır. Dolayısıyla, Divan-ı Kebir’den bazı şeyleri okudukları zaman, Divan-ı Kebir’in Mevlana’ya ait olmadığını da bilmeleri gerekir. Birtakım yanlışlıklar yapılıyor…
Hayır, Divan-ı Kebir ona ait değil.
Peki, şu sözler de mi ona ait değil? Bakın, diyor ki, sizin eleştirilerinize burada olmadığı için sözleriyle, eseriyle cevap verecek tabiî; diyor ki, “Ülkem bu benim, yerim bu, yurdum işte, geldim nicedir kök saldım memlekete. Düşman gibi görseniz de düşman değilim, ben Hintçe konuşsam bile Türküm yine de” diyor.
Efendim, hele o hiç, o hiç Mevlana’ya ait değil. Çünkü Mevlana’nın o orijinal Divan-ı Kebir nüshalarında da bu mevcut değil.
Çok üzülerek söyleyeyim, bugüne kadar hep Mevlana hakkında yalanlar uyduruldu.
Efendim, ben diyorum ki, bakın Mevlana’nın Divanının orijinal nüshası Mevlana Dergâhında bulunuyor. Divan-ı Kebir’in iki tane orijinal nüshası orada var. Bu rubai orijinal nüshalarda mevcut değil. Sonradan Mevlana’ya uydurulmuş, izafe edilmiş şiirlerdir. Divan-ı Kebir böyle oluşmuş. Divan-ı Kebir aslında bir antolojidir. Ben Divan-ı Kebir’de 18 ayrı şairin şiirlerinin bulunduğunu tespit ettim. Bu şairler arasında Mevlana’dan sonra yaşamış olan şairler de var. Hatta Divan-ı Kebir’de Mevlana’dan sonraki olaylara, Mevlana’nın ölümünden 7 sene, 10 sene sonraki olaylara değinen şiirler var. O şiirler Mevlana’ya ait değildir. Bunları her bilen konuştuğu için, maalesef ayakları da yere basmadığı için, bu sefer Mevlana hakkında uydurma haberler, uydurma bilgiler yaydılar. Maalesef Türkiye, işte o yalan bilgilerle hayatiyetini sürdürmeye çalışıyor veya bilim çevreleri o yalanlarla hayatiyetlerini sürdürmeye çalışıyorlar.
Efendim, ben esas onu tebarüz ettirmeye çalışıyorum. Şimdi, Mevlana zamanında Anadolu’da bir grup insanlar, bir grup aydınlar Moğolları destekliyorlardı.
Bir kısım insanlar da Moğol emperyalizmine karşı isyan ediyorlar, genellikle Ahiler ve Türkmenler Moğol iktidarına karşı isyan durumundaydılar. Dolayısıyla, Mevlana o dönemde Moğolların yanında yer alarak Türkmenlerle mücadele etmiştir. Hacı Bektaş’a ağır hakaretlerde bulunmuştur, Nasrettin Hoca’ya ağır hakaretlerde bulunmuştur, Sadrettin Konavi’ye ağır ağır hakaretlerde bulunmuştur.
Bütün bunları yaparken hedefi, Moğollara hizmet etmektir. Moğollar da kendisine para veriyorlar. Bakın, bir defasında Moğol Veziri Tacettin bir defasında Mevlana’ya 700 dinar para gönderdi ve bu gönderdiği paralar da, Türkmenlerin mallarını müsadere etmiş, Türkmenlerin mallarından, müsadere ettiği mallardan Mevlana’ya 700 dinar göndermiş. 700 dinar 70 deve parasıdır.
Moğollar Mevlana’yı desteklediler, onu söylemek istedim. Moğollar Mevlana’yı desteklediler, Mevlana’yı Anadolu’nun şeyhi, “Şeyh-i Rum” yaptılar. Mevlana’ya intisap etmeyenlerin şeyhliğini kabul etmediler, özel bir ferman çıkardılar.
Bugüne gelince, ben bugünü de söyleyeyim mademki ısrar ediyorsunuz. Mevlana’yı bugün reklâma eden, Mevlana’yı anlatan bizim yerli ulema değildir. Mevlana’yı Avrupalılar lanse ediyorlar.
Şundan dolayı: Çünkü Mevlana’nın felsefesinde emperyalizme yatkın insan yetiştirme Mevlana’nın hedefidir. O dönemde Moğollar Moğol emperyalizmine yatkın insan tipi yetiştiriyordu, yetiştirmeye çalışıyordu, dolayısıyla Mevlana’nın felsefesi bu yönüyle Anadolu insanını Batı emperyalizme yatkın hâle getirme çalışmalarıdır.
Dolayısıyla, bunu Nicolson gayet iyi biliyor, bunu Anna Masalla gayet iyi biliyor, Annamary Schimmel gayet iyi biliyor; dolayısıyla Avrupalıların Mevlana’ya sahip çıkmaları Anadolu’yu sömürgeleştirme felsefesinin bir uzantısıdır.
Anadolu’ya geldiği zaman da, Anadolu’da ve çevresinde İranî bir çevre vardı. O İranî çevrelere hitap ediyordu. Daha sonra Moğollara hitap etti, Moğollara hizmet etti, hayatı boyunca Moğollara hizmet etti, sadece kendisi de değil oğulları da. Çok önemli bir şey söyleyeyim. Mevlana, oğlu Alaaddin Çelebi’yi Moğollara karşı isyan ettiği için oğlu Alaaddin Çelebi’yi bir müridine öldürttürdü, oğlunun cenaze namazını dahi kılmadı; bakın, bunu biliyorlar mı? Öyle Mevlana havarisi kesiliyorlar; Mevlana oğlunu öldürtmüş, oğlunun cenaze namazını dahi kılmamıştır. Bunu Mevlevî kaynakların hepsi yazar.
Mevlana büyük bir filozoftur, Mevlana büyük bir şairdir; ben bunlara hiçbir şey demiyorum. Mevlana, son derece hayal gücü yüksek olan bir şairdir. Ben Mevlana’yı 18 yaşından beri orijinal eserlerinden okuyorum, öyle yamalı bohça gibi de değil, tertipli olarak, düzenli olarak okumuşumdur. Dolayısıyla, Mevlana’nın felsefesine gelince, Mevlana’nın felsefesi, az önce dedim, Hulûliye felsefesine mensuptur; birinci husus bu. Tasavvuf yolunda ise, tasavvufî meslek ve meşrebinde ise, “Seyri Sülûkî Enfüsi” yolunu tutan bir mutasavvıftır.
Seyri Sülûkî Enfüsi’nin anlamı şudur: İnsanların, müritlerin kendi benliklerini düşünerek ruhlarındaki derinlikleri teşhis etmeye çalışmak suretiyle onlara o yönde zikirler, vird’ler yaptırmak suretiyle onlara belli bir kıvam vermeye çalışan bir tasavvufî mekteptir, tasavvufî eğitim metodudur.
Çünkü, az önce bakın Gazali’yi tenkit ettiler, haklı olarak tenkit ettiler, Mevlana işte o yolun adamıdır. Sezgici bir filozoftur, akla muhaliftir. Mevlana, “Aklı Kur’an kundrahim Mustafa” dediği zaman, “aklı Mustafa’nın yoluna hayran et” dediği zaman akliyeciliği yermektedir. Mesnevî’indeki kel papağan hikâyesinde akliyecileri yermektedir. Bunları okuyanlar anlamıyorlar. Bakın, Bayraklı işte bunu okumalıdır, bunları okumalıdır. Mevlana Mesnevî’sinde, ismini de vererek Fahreddin-i Razi’ye hakaret etmektedir, Fahrettin-i Razi’yi tahkir etmektedir. Neden dolayı? Akliyeci olmasından dolayıdır. Dolayısıyla, Anadolu’nun fikren geri kalmasında, Anadolu’nun ilmen geri kalmasında, Ahiliğin dağılmasında… Mevlana’nın adamları Ahi Evran’ı öldürdüler, oğluyla beraber, oğlu Alaaddin Çelebi’yle birlikte Ahi Evran Nasreddin Mahmut’u Mevlana öldürttürdü. Bakın, bunları bilmiyorlar. Dolayısıyla, “Mevlana Anadolu’ya ne vermiş” dediğimiz zaman bunları göz önünde bulundurmamız lâzım. Felsefe olarak Anadolu’ya ne getirmiştir, bunları bilmemiz lâzım. Ayakları yere basmadan konuşan arkadaşlar, bu meselede önce ayaklarını yere basmalıdırlar. Mevlana’yı Mevlana’nın eserlerinden öğrenmelidirler.”
Tüm bu izahlardan sonra birde Mevlana’nın semahı meselesi var. Mevlâna’nın semâ’ı hakkında en geniş malumat yine Mevlâna döneminde yaşamış olan Ahmet Eflâki’nin Menâkıbu’l-Ârifin isimli eserinde bulunmaktadır.
Semâ’ı ibadet haline getiren Mevlâna’nın Şems-i Tebrizî ile buluştuktan sonra semâ’ etmeye başladığı nakledilir. Mevlâna’nın yanında kırk yıla yakın bir süre bulunduğunu eseri Risâle-i Sipahsalar’da ifade eden Ahmed b. Feridun Sipahsalar, Mevlânâ’nın Şems-i Tebrizî ile mülakatından önce semâ’ etmediğini, Şems’in talebi üzerine semâ’ etmeye başladığını ve bunu ölünceye kadar bırakmadığını, onu yol (tarîk) ve âyin haline getirdiğini nakleder.
Sultan Veled ise İbtidânâme isimli eserinde, Mevlâna’nın Şems ile tanıştıktan ve ayrıldıktan sonra, gece gündüz bağırıp çağırarak semâ’ ettiğini, yerlerde dönerek raksettiğini, mutriblere altın ve gümüş verdiğini, nihayet çalıp söylemekten kavâllarda takat kalmadığını ve bütün şehir halkının ona uyarak semâ’ya dâhil olduğunu kaydetmektedir.
Mevlânâ semâ’ esnasında büyük bir vecd içinde, her şeyde Allah’ı gördüğünü söylüyor, şevkinden, neşesinden sabahtan gece yarılarına kadar semâ’ ediyor, bazen bu süre bir haftayı aşıyordu. Bir defasında Ilgın’da kırk gün semâ’a devam etmiştir. Bazen ise uzun müddet semâ’da kaldığında mürîdleri durması için ricada bulunmuşlardır.
Mevlânâ uzun süre yemek yemeden de semâ’ etmiş, “el-cû’, el-cû’ sümme rucû”‘ (açlık, açlık, sonra Allah’a dönüş) diyerek semâ’a devam etmiştir. Nadir hallerde semâ’ esnasında kendini kaybetmiş, üzerinde ne varsa çıkarıp kavvâllere vermiş, etrafında bulunanlar Mevlânâ’nın üzerine yanlarında ne kadar kıymetli elbiseleri varsa atmışlardır. Mevlânâ bazen devrin ileri gelenlerinin hanımlarının semâ’ davetlerine icabet etmiş, gûyende, defçi ve neyzenlerin çalgı ve şarkıları refakatinde semâ’ etmiştir.
Eflâkî’nin naklettiği bu rivayetler içinde en meşhur olanı ise; Mevlânâ’nın Selahaddin Zerkûbî’nin dükkanından gelen çekiç seslerine ayak uydurarak semâ’ etmesidir. Bir başka nakilde ise; bir meyhanenin önünden geçerken içeriden gelen rebab seslerine ayak uydurarak da Mevlâna semâ’ etmiştir.
Yukarıda sema ile ilgili bilgilere baktığınızda hayretler içinde kalıyorsunuz. Mevlana’nın durumu sanki bale yapan kimseleri andırıyor. Üstelik böyle bir şeyin İslami hiçbir yanı da yok. Zaten bu konunun uygun olup olmadığı o dönemde de çok tartışılmış. Bu tarz bir İslami algının neden yerleştirilmeye çalışıldığını anlamak hiçte zor görünmüyor. Yukarıdaki bilgilerde bu konuya ışık tutuyor. Memleket ateşler içinde Müslüman devletler putperest Moğolların istilası tehditleri ile meşgulken Mevla’na aç susuz kendinden geçmiş bir köşede uyuyakalmış vaziyette bir şeylerle uğraşıyor. Ve bu duruma İslami bir anlam katarak bunu tüm Anadolu’da yaygınlaştırmaya çalışıyor. Üstelik bunun için müritlerine paralar dağıtıyor. Sürekli sokak ortasında, meyhaneden gelen çalgı sesinde danslar yapan Mevlana bu paraları nereden buluyordu acaba.
Zaten ilerleyen yıllarda bu garabe duruma Osmanlılar bile tahammül edememiş olacak ki; 17. yüzyılda diğer tarikatlarla birlikte Mevleviliğin de bir gerileme, hatta lağvedilmesiyle karar verilmiştir. Tarihe “Kadızadeler Olayı” olarak geçen bu dönemde Osmanlı sultanı IV. Murad’ın paşalarından Fazıl Ahmed Paşa, yoldan çıkmış tarikatlar olarak gördüğü bu tarikatlar içerisine Mevleviliği katarak yasaklamış ve Sema’yı yasaklatmıştır. Bu olay Mevlevileri çok etkilemiş ve “Yasağ-ı bed” (1666) (kötü yasak) olarak adlandırılmıştır. Bu yasak 18 yıl sürmüş ve 1684’te kalkan yasağın ardından Mevleviler yeniden Sema dönmeye başlamışlardır.
Şimdi ise Mevlana’nın İslami bir yönünün olup olmadığını Kur’an’a başvurarak incelemeye çalışalım;
”Celaleddin üzerinde asıl şiddetli ve sarsıcı tesiri 1244 yılında Konya’ya gelen, Şems-i Tebrîzî adındaki, bir rivayete göre İsmailî bir ailenin çocuğu olan derviş ile tanışması yapmıştır. Celaleddin’le Şems attı ay bir hücrede halvette kalmışlar, ve ona ne olmuşsa bu halvetten sonra olmuştur. Daha önce sema ve raksa rağbet etmeyen Celaleddin, bu halvetten sonra hiç semâ’dan hâli kalmamış.
Celaleddin Şems’e, “tasavvufi manada âşık” olmuştur. 1273 Yılında Konya’da ölmüştür.
C. Rumî’nin Kur’anla taban tabana zıt panteist fikirlerinin perde arkasındaki gerçek müessir nedenin, kitabî İlimlerin düşmanı olduğu söylenmiş olan Şems adındaki bu derviş olduğunu anlamak zor değildir. Celaleddin’in kendisine, ne idüğü belirsiz bir aşkla aşık olduğu bu kişi, Celaleddin’e, Adem’den beri Cihan’da “evliya-yı kâmil” bulunduğunu; bunların zahiri ilimler erbabınca bilinemeyeceğini telkin etmiştir. Şems’e göre bu “evliya” makamının üstünde bir de “maşuk” makamı vardır ve kendisi de gizli olan bu makamın temsilcilerinden biridir.
İşte bu mistik hezeyanlarla kurulan, bir anlamda beyni yıkanan Şems’in, varsayımsal makamlarla ona çizdiği tasavvuf! hedeflere kendisini kitleyen Celaleddin’in panteist düşüncelerinin hikayesini anlamak güç olmalıdır.
Şems’in, yanından ayrılıp gitmesiyle adeta çılgına dönen Celaleddin, kendisini sema’a vermiş, Şems için yazdığı şiirlerinin mecmu’una “Divan-ı Şemsül Hakayık” adını vermiştir.
Celaleddin Rumî 25.700 beyitlik Mesnevisini en fazla Hüsameddin çelebi adındaki yakın müridi ve dostunun teşvik etmesiyle yazmıştır. Celaleddin söylemiş, Hüsameddin yazmıştır.
Celaleddin Rumî, şeyhi ve maşuku Şems’in telkinleriyle batini ilim dedikleri sapkınlıklara kendini o kadar kaptırmış ki, tamamen kendi zihninin ürünü olan ve Hüsameddin Çelebt’nin (vahiy katibi demek daha doğru olur herhalde) kaleme aldığı şiirlerini, yani tamamen beşer ürünü olan sözleri, Alemlerin Rabbi Allah’dan inzal olunan Kur’an-ı Kerim’le boy ölçüştürmüştür. Gerçi, değil boy ölçüştürmek, Kur’an’dan yüce sayması da mümkündür, çünkü ilahlık makamına ulaşan bir kişi için bu sıradan bir iştir.
Tasavvuf dîni ulularının kendilerini değil peygamberden, Allah’dan bile yüce saymaları yadırganacak bir inanış değildir. Dolayısıyla Mesnevi’nin Kur’an’la eşdeğer, hatta ondan da üstün görülmesine şaşmamak gerekir.
Celaleddin Rumi, Mesnevinin Arapça dibacesinde kitabıyla ilgili aynen şunları söylüyor:
“Mesnevi-i Kerîm, salih elçiler (katipler) eliyle yazılmıştır. Ona temiz (mutahhar) olanlardan başkasının el sürmesine mani olurlar. Mesnevi Alemlerin Rabbinden indirilmelidir. Bâtıl onun önünden de, arkasından da yaklaşamaz. Allah onu korur ve gözetir… Mesnevinin başka lâkapları da vardır. O lâkapları Allahu Teala vermiştir. Fakat bu azıyla yetiniyoruz.”
Mesnevi sarihlerinden Tahirul Mevlevi, Şeyhi Celaleddin’in bu sözlerinin Vakıa suresi 78 (v.d) ayetleriyle, Abese 12-15. ayetlerine nazîre olduğunu kabul eder.
Tahirul Mevlevi, Mesnevi’yi Kur’an gibi Allah kelamı saymakta pirinden daha pişkindir: Mesnevi için “onun önünden de arkasından da bâtıl yaklaşamaz” ifadesini, Fussilet-42. ayetiyle bağdaştırır.
Mevlevi devamla şöyle der;
“Cânib-i ilahî’den vahy-i münzel olan Kur’an-ı Kerim nasıl avn-i Samedanî’de ise, onun evvelinden de, sonundan da bâtıl zuhuruna imkan ve ihtimal yoksa Mesnevi de öyledir. İlham-ı Rabbani eseridir. Kendisinden sapıklık zuhuruna imkân yoktur. Hatta iptali ve tahrifi de kabü değildir.”
Demek ki, Mesnevi’deki bütün sapık hikayeler, örneğin (okuyuculardan özür dileyerek, mecburen atıfta bulunmak zorunda olduğumuz) kabak hikayesi ve bizim aynen iktibas etmeye haya ettiğimiz, homoseksüel ilişkilerin tasvirine ilişkin terbiye dışı, ateist bir insanın bile yazmaktan ar edeceği sözler de -haşa- Allah tarafından nazil olmuştur Celaleddin’e..
Görüldüğü gibi, ayrı bir dinin mensubu olan sûfî ekolü, Kur’an ayetlerini sapık amaçları için kullanmaktan hiç bir çekince duymamışlardır. Bu konuda zerre kadar Allah korkusu taşımamışlardır.
Mesnevi şiirleri Celaleddin Rumi’nin, bilhassa efendisi Şems’in gitmesinden sonra, mahiyetini bilemediğimiz aşkının ızdırabıyla yakıştırdığı sözler olup; sufî tabakasının manevî dedikleri, bize göre gerçeğinden hiç farkı olmayan sekr (sarhoşluk) halinin bir ürünüdür. Sarhoşken sarfedilmiş sözleri, Allah’ın kelamıyla kıyaslamak, putperest insanların bile girişmeyeceği bir haddini bilmezliktir. Biz böyle bir kıyasın, sahibinin, imanla-islamla alakasının bulunmadığının bir deklarasyonu olduğunu kabul ederiz. Çünkü tevhîd, Allah’ın otoritesine hiç bir ortak kabul etmemektir. Celaleddin Rumi kendisini Allah’ın otoritesine ortak görmektedir.“(KuranveBiz)
Mevlana, ”Fihi Ma Fih” adlı eserinde İslam’ın başörtüsü hakkındaki kesin hükümlerine rağmen bakın neler söylemiş:
”İnsanlar, men edildikleri şey konusunda aç gözlü olurlar. Sen ne kadar kadına ‘kendini sakla, örtün’ diye emredersen, onda kendini gösterme arzusu o kadar fazlalaşır. Erkeklerde de örtünüp kendini gizlediği için, o kadını görme isteği artar. Şu halde, sen ‘örtün’ demekle her iki tarafın da görmek ve görünmek arzusunu kamçılamış oluyorsun ve bununla da kadını yola getirdiğini sanıyorsun. Bu yaptığın şey, bozgunculuğun ta kendisidir.”
“Daha düne kadar çok büyük bir İslam büyüğü bildiğiniz nicelerinin tepesine kadar şirk içinde olduğunun delillerini görüyor ve şaşırıp kalıyorsunuz. Nice büyüklerimizin (!) insanları küfre, şirke sokmakta, şeytanı da geride bırakacak derecede büyük şeytanlıklarını görüyor, okuyorsunuz. Allah’ı koynuna alanları, haramı helali ‘derya gibiler’e kaldıranları, karısını evinde gelip gidenlere ikram eden (abdal tabakasına ermiş) velileri, gaybı bilen ve gezdiği yerlere bereket yağdıran efendileri, Kuran’dan 700 yıl sonra yazdığı şiir kitabı için ‘Alemlerin Rabbından indirilmedir’ diyenleri ve daha şeytanın aklına gelmeyenleri insanların başına getirenleri tanıyorsunuz. Düşünürseniz göreceksiniz ki bunların müslümanlıkla uzaktan yakından ilişkisi yoktur ve olamaz da.”(Ercümend Özkan) Dünlerde yaşananlar bugünlere ışık tutacak nitelikte. Bugünlerde de diyalog adı altında Türkiye’deki Müslümanların batıya karşı dirençleri kırılmak istenmektedir. Tıpkı Mevlana’da olduğu gibi bu tarz kirli ilişkileri olan kimseler batı tarafından desteklenmektedirler. Dünyanın hemen her yerinde dünya Mevlana Günleri tertiplenip batılılar tarafından sahiplenilirken yine hoşgörü ve diyalog adı altında Fetullah Gülen’e dünya üniversitelerinde kürsüler açılmakta savunageldikleri ılımlı İslam projeleri tüm Müslümanlara model olarak sunulabilmektedir. Onbinlerce Müslüman Türkmenlerin katledilmesini görmezden gelen Mevlana gibi yine bugünlerde Çanakkale ve Kurtuluş Savaşında kaybettiğimiz binlerce akrabalarımıza rağmen Batı ile kişiliksiz kimliksiz anlaşmalar imzalanmakta batı kulübüne girmek için adeta çırpınılmaktadır. Bir yönü ile bu tarz davranışlar gerçektende psikolojik bir hastalık halidir. Bir toplum nasıl olur da annelerini, babalarını, atalarını katleden bir başka topluma aşık olabilir. O yüzden bu tarz şeylere şüphe ile bakmak, araştırmak çok önem arz ediyor. Falan kişi şöyle imiş falan böyle imişlerle değil kaynağa dayalı bilgilerle kabullerimizi güçlendirerek bu kimseleri kabullenelim. Bu günlerde yıllar sonra tıpkı Mevlana’ya söylenen bu suçlamalar kendilerini Müslüman olarak tanıtan yöneticiler içinde söylenecektir. Şuan beklide kendilerine destek veren kamuoyu ve Kura’an’ın yeterince kendi dillerinde okunmaması onları haklı gösteriyordur. Fakat Kur’an hakiki manada okunmaya ve hayata yön vermeye başladığında, Müslüman kardeşlerinden milyonlarını katleden kâfir ordularına lojistik destek sağlayan, hava sahalarını kullandıran, kâfir orduları ile ortak operasyonlar yapan, ve bu davranışlarını normal şeylermiş gibi görenler herkes önünde suçlu olarak görüleceklerdir.
Mevlana’nın sözlerinde ve tasavvuf ekollerinde sıkça rastlanılan kimi söylemlere de değinmekte fayda var. Bu şekli ile bunların Kur’an’a uygunluklarını incelediğimizde hiçte masumane sözler olmadıklarını göreceğiz.
“Müslümanımsı mistiklerce evliya denilen bu insanlar hakkındaki inanışlardan bazıları şunlardır.
1- Bunlar masum, günahsız, yüce ve yanılmaz şahsiyetlerdir; kutsal birer kişiliğe sahiptirler.
2- Gizliyi ve özellikle gönüllerden geçenleri bilirler.
3- Duaları makbûldür; ne dilerlerse Allah o dileği yerine getirir.
4- Aynı anda birkaç yerde bulunabilirler.
5- İslam ordularının ön saflarında düşmana karşı çarpışır ve zafer sağlarlar.
6- En uzak mesafeleri en kısa bir zamanda kat ederler.” V.b. (Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik, Yazan Ferid Aydın, Ekin Yayınları, kasım 1996 baskısı, sayfa 286- 287 ).
İnsan-ı kâmil yani şeyhin bu alemde istediği gibi tasarrufta bulunabileceğini söylemeleri.
“İnsan-ı kâmil de bu âlemde İlâhi isimler aracılığıyla dilediğince tasarrufta bulunur.” (Muhyiddin İbn el-arabi, Nakş El-Füsus Şerhi, İsmail Ankaravi, Ribat Yayınları, hazırlayan İlhan Kutluer 1981 Ocak baskısı, sayfa 14).
Mevlâna Celâleddinin sözlerinden örnekler:
Peygamber olduğunu ilân etmesi,
“Bu kitap Mesnevi kitabıdır, mesnevi, hakikate ulaşma ve yakin sırlarını açma hususunda din asıllarının, asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nın en büyük fıkhı, Tanrı’nın en aydın yolu, Tanrı’nın en açık bürhanıdır…”
“Mesnevi Âlemlerin Rabb’inden inmedir: Bâtıl ne önünden gelebilir, ne ardından. Tanrı onu korur, gözetir.” ( Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi, Mevlâna, M.E.G.S.B. Yayınları, İstanbul 1988 çeviren Veled İzbudak. Cilt 1. Önsözden).
Aklınca, Kur’an’a nazire yapıyor, zira Kur’an’da şöyle denmiştir. Mealen:
Kendilerine zikir (Kuran) geldiğinde onu inkâr edenler (şüphesiz bunun sonucuna katlanacaklardır). Halbuki o, eşsiz bir kitaptır. (41 Fussilet 41)
Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi çok övülen Allah’tan indirilmiştir. (41 Fussilet 42)
Bu naziresinin yanında bir de şöyle diyor:
“Biguşâdent hazine heme hil’at pûşid
Mustafa bâz biyâmed heme imân ârid.”
Yani:
“Hazineyi açtılar, hepiniz elbiseler giyin,
Mustafa gene geldi, hepiniz iman edin.” der. (Mevlânâ Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 203.)
Bununla da yetinmeyerek, peygamberden üstün olduğunu şu sözlerle ifade ediyor :
“İmrûz menem Ahmed ni Ahmed-i pârine
İmrûz merem anka ni murgak-i baçine”
(Yukarıda. adı geçen eser. Mevlânâ Celâleddin, sayfa 203).
Yani :
“Bugün Ahmed benim :Ama dünkü Ahmed değil.
Bugün anka benim :Ama yemle beslenen kuşcağız değil”
Ve devamla, Allah olduğunu söylüyor:
“Enelhak kadehiyle bir yudumcuk içen sızdı
Tanrılık şarabından
Şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım,
ben, sultanların aradığı sultan.”
“Ben hacetler kıblesiyim.
Gönlün kıblesiyim ben.
Ben Cuma mescidi değilim,
insanlık mescidiyim ben.”
“Gönlü sâf sûfiyim ben;
benim tekkem âlem,
medresem dünya benim.
Değilim abalı sûfilerden.”
“İster münacaat eri ol sen,
meyhane rindi istersen;
bundan sanki ne çıkar ?
Yok Cumartesiymiş, yok Cumaymış,
Bence ne fark var ?
(Yukarıda. adı geçen eser. Mevlâna Celâleddin, sayfa 292).
Başka bir söylevinde:
“Tekmil medreseler minareler bir gün yıkılmayacaksa,
iman küfür olmayacaksa bir gün,
küfür bir gün imanın yerine geçmeyecekse,
işte o zaman halimiz tamam :
Artık bir daha ne kalenderliğin yolu yordamı bulunur,
ne de dünyamıza layık bir adam.”
(Yukarıda. adı geçen eser. Mevlânâ Celâleddin, sayfa 297).Ve bunlar gibi birçok sözleri olan Mevlâna, hatta şöyle diyor :
“Mansûr, şimdi olsaydı o, beni dâra çekerdi.” (Yukarıda. adı geçen eser. Mevlânâ Celâleddin, sayfa 226).
Deyip, İlâh’lık iddiasında Hallac’ı Mansur’u aştığını söylüyor.
Devamı haftaya…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *