Lügatta “terketmek, ayrılmak, ilgisini kesmek” anlamına gelen hecr, hicran mastarından isim olan Hicret, “Kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisanen veya kalben ayrılıp uzaklaşması” demektir; ancak kelime daha çok “bir yerin terk edilerek başka bir yere göç edilmesi” anlamına gelir. Ali Şeriati’nin tabiri ile “Hicret, ilk önce nefislerimizdeki her türlü gayri İslami anlayış ve duygulardan arınmak,
Lügatta “terketmek, ayrılmak, ilgisini kesmek” anlamına gelen hecr, hicran mastarından isim olan Hicret, “Kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisanen veya kalben ayrılıp uzaklaşması” demektir; ancak kelime daha çok “bir yerin terk edilerek başka bir yere göç edilmesi” anlamına gelir. Ali Şeriati’nin tabiri ile “Hicret, ilk önce nefislerimizdeki her türlü gayri İslami anlayış ve duygulardan arınmak, amellerimize yerleşen gayri İslami davranış ve alışkanlıkları terk etmektir. Hicret, insanın en çok sevdiği, fakat Allah’ın dininin yaşanmasına engel olduğu zaman, vatanın, milletin, ailenin, sosyal sınıfın ve makam-mevkiin, Allah’ın dinine hizmet etmek için terk edilmesidir. Hicret bir kaçış değildir. Aksine kâfirlere ve zalimlere terk edilen mevkii ve haklarımızı geri almak, mücadelenin şartlarını yaşanır hale getirmek için hazırlanmaktır. Yani “Geri dönüş ve hesap sorma eylemidir” hicret.
Evet, ilk önce nefislerimizdeki her türlü gayri İslami anlayış ve duygulardan arınmak, amellerimize yerleşen gayri İslami davranış ve alışkanlıkları terk etmektir. Bizde olmayan, fakat başkasının bizde var zannettiği yüksek payelere sırf onların zanlarına aldanarak sahip olduğumuzu kabul etmemiz ne kadar tuhaf! Kendimizle olan kavgayı kazanmış, beden ülkemizde vahdeti sağlamış, kendimizle barışmış isek şimdi kendimiz olarak yola koyulabiliriz. Tabii bu anlayış biçiminin içini dolduran yegâne şey şahsiyettir. Ödünç kafayla düşünmeyen, ödünç kalple duymayan, kendi kafasıyla düşünüp kendi kalbiyle duyan şahsiyetli insan. Zaten yaşadığımız sorun ağızlarından çıkan sözlerin ne manaya geldiğini ikrar edip ona göre dil kullanabilen sahici, şahsiyetli insan unsurunun çok az oluşudur. Bir an önce bu değişimi / hicreti gerçekleştirmeye yanaşmaz isek çıkılan bu zorlu yolculukta bizler hep kendilerine ait olmayan beyinlere, kendilerine ait olmayan kalplere hitap etmiş oluruz. Öyleyse sonu ne olursa olsun henüz bize ait olmayan, sahip olmadığımız sözler ile yol almaya kalkışmayalım, içsel devrimimizi / arınmamızı, kendimizle tanışma dönemini gerçek manada tamamlayarak yola koyulalım. Böylelikle ağızlarımızdan çıkan sözlerin birer namusu olduğunu anlayabiliriz. Üstelik bunu anlayabilirsek verilen sözlerin, sarf edilen kardeşlik nutuklarının yerine getirilmediğinde bizleri rahatsız eden, utanma duyularımızı harekete geçiren bir yanı olur. Sonrasında sanki hiçbir şey olmamış gibi hareket etmeyiz. Biliyoruz ki, utanma duygusu imandandır. Tabii “namus’’, “utanma duygusu” içi doldurulmuş doğru bir kavram olarak bizlere bir şeyler ifade ediyorsa bu söylenenler de bizler için mutlaka bir şeyler ifade edecektir. Öfke anlarında, kıskançlıkta, kendini beğenmişlik dürtülerinde, elde ettiği malın bölüşüleceği / azalacağı kaygısında yok olan bir kardeşlik anlayışını kabul etmiyoruz. Söylenen sözlerin, kelimelerin ahlaklı, namuslu olmasını istiyoruz. Öyleyse Hicret gibi bir yolculukta kendimizi derinlikli olarak tanımaya, nasıl bir tercihte bulunacağımızın bilgisini öğrenmeye, bunları hayatımıza aktarmaya çaba sarf edelim.
Unutmayalım ki “Bir topluluk kalplerindeki gidişatı değiştirmedikçe, Allah onlar üzerine verdiklerini değiştirmez… Bu böyledir, çünkü Allah, bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği, o toplum kendi gidişatını değiştirmedikçe asla değiştirmez ve [bilin ki] Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir. (Enfal–53) Toplum olabilmemizin şartı ise birey olarak Rabbimizin istediği şekilde bir kimliğe sahip olmamızla alakalıdır. Aynı havayı soluyan, aynı amaçta bütünleşmiş bir topluluk, bireylerin kalplerinin Allah’ın hükümlerini gerçek manada kabulüyle başlar. İşte hicret kavramı Allah’a kul olmayı kabullenmiş, samimi, içtenlikli bu müminlerin düşüncesinden pratiğe aktarılmalıdır. Ve böylelikle Rahmani bir amaç adına birbirimiz için göç / hicret etmeyi göze alabilmeliyiz.
Melekler kendi nefislerine zulmedenlerin hayatına son verecekleri zaman derler ki: “Nerde idiniz?”. Onlar: “Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (müstaz’aflar) idik” derler. (Melekler de:) “Hicret etmeniz için Allah’ın arzı geniş değil miydi?” derler. İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o? (Nisa/97)
Bu ayetin kapsamı herhalde bedel ödemekten olanca kuvvetiyle kaçmaya çalışan, bedavadan bir cennet anlayışına sahip, bin bir türlü zafiyetleri sebebiyle zillet içinde bulundukları yerde yaşamayı tercih eden, orada zillet ve utanç verecek bir şekilde ölmeyi göze alan, zahmete, sıkıntıya katlanmadan, onursuz bir yaşantıyı utanç duymaksızın tercih edenler içindir. Yerinde çakılıp kalan, durağan, geçimliğini kazanıp, rahat bir yaşamı kendisine rehber edinmişler için. Çünkü bir yerden bir yere hicretimiz, içerisinde ilahi tercihleri barındırmıyor. Kardeşlerimizle bir arada olma arzumuz, müşriklerin bizlere sunduğu mal, mülk, makam, mevki, statü ve hepsinden öte bol kazanç hayalleri içerisinde yok olup gidiyor. Üstelik çoğumuzun böyle bir gündemi dahi yok. Hâlbuki yukarıdaki ayette Rabbimiz yol azıklarımızı bir an önce tamamlayıp bir yerde toplanmamızı teşvik ediyor. Ne yazık ki şu an var olan resim bizlere çok içler acısı bir görüntü sunuyor. Tek tek farklı yerlerde güçsüz bir şekilde müşriklerle bir arada yaşıyor, ister istemez müşriklerle aynı amaç için güç birliği yapmış oluyoruz. Elde edilen kazanımlar sürekli onları güçlendiriyor, onların hayat anlayışını yaygın ve yaşanılabilir hale dönüştürüyor. Hicret etmeleri emrini alan müminler tabiî ki farklı yerlere yönlendirilmiyorlar. Bir yerde toplanmaları emrediliyor. Gelmeyenleri Allah çok kötü bir tercihle yüz yüze bırakıyor, o tercih ise cehenneme atılmak… Endişe duyulacak, korkulacak, ümitsizliğe kapılacak bir şey yok. Bizler her şeye rağmen; “Ensar ve muhacirin İslam toplumu adına her alanda verdikleri savaşı, gerçekleştirdikleri sosyal düzeni bir geçmiş bilgisi olarak değil bütün zamanların vazgeçilmez bilgi ve davranışı olarak yürürlüğe koyabiliriz.” (A. Müftüoğlu) Bu uğurda tıpkı ilk dönem Müslümanları gibi hayatımızda dahil her şeyi göze alabiliriz.
Bakın bu müminler Medine’ye hicretten beş ay sonra neler yapıyorlar. Mescidin yapılmakta olduğu sıralarda “kardeşlik” ilan ediliyor. Buna göre Enes bin Malik’in evinde toplanan sahabeler tek tek “Şu şununla, bu bununla” diyerek kardeş yapılıyor. İkişer ikişer kardeş yapılan sahabelerin sayısı 100’ü buluyor. (İbni Saad; Tabakat).
Mekke’den göçenler, Medineli Müslümanların evlerine onar onar yerleştiriliyor. On kişi, bir koyunun sütünü bölüşüp içiyorlar. (İbni Abdulber; İstiab).
Her şeylerini kaybetmiş müminler bir araya gelebiliyorken bizlerin bir arada olma arzusu maddi imkânsızlıklar nedeniyle kaybolmamalıdır. İnanın her birimiz her bir ayrı köşede çağdaş köleliği yaşıyoruz. Her şeyimiz bizden olmayanların kontrolü altında. Babasız, annesiz / yetim, öksüz çocuklar gibiyiz. Fakir ellerimizi, fakir sofralarımızı artık birbirimize sunmalı, birlikteliklere imkân tanımalıyız. Müşriklerden ayrışma fikrini gündemlerimize taşımalıyız. Müslümanların Peygamberlerine olan sevgisinin her zaman pratiği olmuştur. Kardeşlerine olan sevgilerinin pratiği olmuştur. Zorunlu ayrılıkların birer bitmeyen özlemi, geri dönüşü olmuştur. Hiç kimse Peygamberden izin almadan başka diyarlarda geçimlik aramaya, okumaya gitmemiştir. İlk buldukları fırsatta bir olmak için, beraber olmak için ailelerinden bile ayrılmışlar kardeşlerinin yanında olmuşlardır. Zorunluluklar dışında kardeşlerinden ayrı ikametgâh fikri / anlayışı hiçbir zaman oluşmamıştır.
Öyleyse bugünlerimizi çok iyi değerlendirmeli, Allah’ın sözleri üzerine içtenlikle çaba sarf ederek yarınlarımızın endişesini hissetmeliyiz. Hicrete giden yoldaki engeller karşısında yarı yolda kalmamak için nefislerimizde olan hicreti bir an önce gerçekleştirmeliyiz. Unutmayalım, şahadete giden yolda bile ilk önce vazgeçmemiz istenen şey, sahip olduğumuz dünyalık kazançlarımızdır. Böylelikle gerçek manada kurtuluşa erebilir, mutlu olabiliriz.
İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında büyük dereceleri vardır. İşte ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bunlardır. (Tevbe–20)
Neden mutsuz olduğumuzun bilgisini de böylelikle öğrenmiş olduk. Çünkü hayatımızda bizleri hicrete götürecek bir anlayışa sahip değiliz. Üstelik davamız için henüz malımızı vermeye razı değiliz. Öyle ki, kendine yeterli olacak dünya kazancına sahip olan kardeşlerimiz kendilerinden bir şeyler istenecek korkusuyla olanca hızıyla bulundukları rahmani konumlarından uzaklaşıyor, kardeşleriyle ayrılıklar yaşıyorlar. Ne yazık ki, dilde vahye göre değil mala / mülke, makama, mevkiye göre konuşmaya başlıyor ve böylelikle ayaklarımız sürekli olarak dünyalık menfaatlere takılıp duruyor. İnşallah Rabbimiz tüm bu pazarlıklı yaklaşımlarımıza rağmen yine de bizleri hidayete ulaştırır, kalplerimize Allah’tan yana tavır sergileyen sorumluluğu bahşeder. Bu ümmete Ensar ve Muhacir kardeşliğini nasip eder.
Not: Bu yazı daha önce İktibas dergisinin 2009 yılı Mayıs sayısında yayınlanmıştır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *