“Allah dilemese idi biz bunları yapmazdık” diyorlar. Hâlbuki böyle bir sözü zaten Mekke dönemi müşrikleri de söylüyordu. Allah da onlara başlarına gelen şeylerin kendi elleri ile yapıp ettiklerinden dolayı olduğunu söylüyordu.
Kader; sözlük anlamı olarak “ölçü, miktar, bir şeyi belirli ölçüye göre yapmak ve belirlemek” anlamlarına gelir. Terim olarak ise “yüce Allah’ın, ezelden ebede kadar olacak bütün şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, ezelî ilmiyle bilip sınırlaması ve takdir etmesi” anlamına gelmektedir.
Kaza; Allah’ın ezelde irade ettiği ve takdir buyurduğu şeylerin zamanı gelince, her birisini ezelî ilim, irade ve takdirine uygun biçimde meydana getirmesi ve yaratmasıdır.
Kaza’nın sözlük anlamı ise; “emir, hüküm, bitirme ve yaratma” anlamlarına gelmektedir.
Cebrail (a.s.) Hz. Muhammed’e (s) “İman nedir?” diye sormuş, O da:
“Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmandır” cevabını vermiştir. (bk. Müslim, “Îmân”, 1; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 15; İbn Mâce, “Mukaddime”, 9)
Fakat bazı kaynaklarda bu Cibril hadisine muhalif bazı farklılıklar var.
Ebu Muin en-Nesefi Tabsıra’sında aynen şöyle demektedir: “Deriz ki, inançlara gelince, din alimlerine göre bunlar beş esasa ayrılır; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman. İbadetler de onlara göre beşe ayrılmış olur: salât, savm, hacc, zekat ve cihad…” (İhsan Eliaçık; bkz. İhyadan İnşaya adlı çalışmanın İslam’ın şiarları böl.)
Öyle görülüyor ki Ebu Muin en-Nesefî “kaza ve kaderi” iman esasları arasında görmemektedir. İslam’ın şartları arasında ise “cihadı” zikretmektedir.
Burada elbette ki her şeyin Allah’ın dilemesi ile olduğunu inkâr etmiyoruz. Fakat kaza ve kader konularında tartışılan şey farklı bir şey. Burada tıpkı kul hakkı meselesinde izah etmeye çalıştığımız gibi fark edilemeyen gizli gündemler mevcut.
Öyle ki “Kaza ve Kader”in delalet ettiği anlama ancak birinci asrın sona ermesiyle kelamcıların ortaya çıkmasından ve Yunan felsefesinin tercüme edilmesinden sonra rastlanmaktadır. Sahabe asrında bu iki kelime bir arada kullanılmadığı gibi, böyle bir anlam üzerinde tartışma yapıldığı veya herhangi bir ihtilafın vuku bulduğu da görülmemiştir. Sahabe asrı boyunca yani Hicri birinci asır boyunca müslümanlar “Kaza ve Kader” konusunu bilmiyorlardı.
Peki, bu konu anlam boyutunda toplumsal hangi olayla birlikte ve ne zaman ortaya çıkmış?
“Şunun hemen belirtilmesi lazımdır ki insanın yapıp ettiklerinde hür olmadığı ve aklın da hiçbir fonksiyonunun olmadığı düşüncesini savunan cebr yani fatalizm düşüncesi diğer tüm toplumlarda ve dinlerde olduğu gibi, İslam öncesi Arap toplumuna da hakimdi. İslam yeryüzüne, daha önce çok az sayıda insan tarafından temsil edilip savunulan bireyin yapıp ettiklerinde büyük oranda hür olduğu ve aklın da onun yapıp ettiklerinde belirleyici olduğu fikrini yerleştirmiştir. İlk dönemde Hz. Peygamber ve onun ashabının büyük çoğunluğu bu yol üzereydi. Bundan dolayı da insana büyük oranda sorumluluk yüklenmişti. Yani mademki insan yapıp ettiklerinde hürdür, bu durumda da yaptıkları işlerde sorumluluk tam anlamıyla ona aittir. Bu düşünce Müslümanları çok kısa süre içerisinde dünyaya hakim bir topluluk haline getirmişti. Ancak ilerleyen zamanlarda, Müslümanlar içerisinde Hz. Osman’ın halifeliğinin ikinci yarısında başlayan iktidar kavgaları ve bunun akabinde Emevilerin iktidarı kanla ele geçirmeleri sonucu, bu işin sorumlularının kimler olduğu; ölen ya da öldürülen sahabelerin durumlarının ahirette ne olacağı konusunda itikadi eksenli tartışmalar yaşanmıştır. İlk dönemde etkin olan Hasan Basri’nin ya da onun temsil ettiği ve de daha sonraları kaderiye diye isimlendirilen ekolün bu konudaki tutumu Kur’an’a uygun olarak, haksız yere kan dökenlerin yaptıklarından tamamen sorumlu olduklarını bu yüzden de ceza görecekleri bağlamındadır. Bunun karşısında, Kur’an’ın benimsemediği Cebriye taraftarları ise, Emevi iktidarının yaptıklarını haklı çıkarmak için insanın yapıp ettiklerinde fiillerinde hür olmadığı için hiçbir dahli olmadığı düşüncesini öne sürmüşlerdir. Öyle ya mademki insan fiillerinde hür değildir, o halde onun yaptıkları, örneğin adam öldürmesi, tamamen Allah’ın dilemesiyledir. Yani bu adam öldürme işi insanın değil Allah’ın fiilidir. Bu Cebriye düşüncesi Emevilerin ekmeğine yağ sürmekteydi. Bundan dolayı da onlar bu düşünceyi hakim kılmak için büyük gayret göstermişlerdir. Çünkü iktidarı kanla ve haksız yere ele geçirecekler, sonra da dönüp büyük halk kitlelerine bu işi kendilerine yaptıranın Allah olduğunu söyleyeceklerdi.” (Özcan Taşcı, Doç. Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı Başkanı)
Olaylar hep İslam nazarında oluştuğu için burada başarılı bir darbe gerçekleştiren Emevi ailesinin haklılığını ya da suçsuzluğunu savunmak adına kaza ve kader olayı çok ustalıkla böylesi yorumlara tabi tutulmuştur. Çünkü darbe başarılı olmuştur ve iktidarın nimetleri söz konusudur. Ve güçlülerde her zaman haklıdır.
Bu savunucuların baş aktörleri tabiî ki Cebriye diye anılan topluluktu. Bu savunmada kullanılacak en güzel argüman da kaza ve kader kavramları idi. Fakat bu kanlı darbenin haklılığını İslami hassasiyetleri olan bir topluma anlatabilmek çok da kolay görünmüyordu. Ve bu konuda da tabiî ki imdada hadisler yetişeceklerdi. Çünkü Kur’an’dan bu cürümlere dayanak bulmak oldukça zordu ve Kur’an herkesinde bildiği üzere Allah tarafından korunan bir metindi. Ve Kur’an çok önceki yıllardan bu kimselerin savuna gelecekleri şeyleri “müşrikler diyecekler ki” diyerek açığa vuruyordu.
“Müşrikler diyecekler ki; ‘Eğer Allah dileseydi, ne biz ve atalarımız O’na ortak koşar ve ne de bu şeyi yasaklardık.’ Onlardan öncekiler de bu şekilde peygamberlerini yalanladılar da azabımızın acısını tattılar. Onlara de ki; Önümüze koyacağınız bir bildiğiniz var mı? Siz sadece sanının, yakıştırmaların peşinden gidiyorsunuz, sırf tahminlere dayanıyorsunuz.”(En’am–148)
“De ki; Yetkin delil, Allah’ın tekelindedir. Eğer O dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi.”(En’am-149)
Tabi Kur’an’ın aslında ne demek istediğini en iyi Peygamber (s) anlardı ve öylede yapıldı. Bu konuda hemen Peygambere (s) sözler söylettirildi.
“İbnu Amr İbni’l-As (R.a) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, elinde iki kitap olduğu halde yanımıza geldi ve: “Bu iki kitap nedir biliyor musunuz?” buyurdular. Cevaben: “Hayır, ey Allah’ın Resûlü! bilmiyoruz. Ancak bildirmenizi istiyoruz!” dedik. Bunun üzerine sağ elindekini göstererek: “Bu Rabbülâlemin’den (gelmiş) bir kitaptır. İçerisinde cennet ehlinin isimleri mevcuttur. Hatta onların babalarının ve kabilelerinin isimleri de mevcuttur ve sonunda da icmal yapmıştır. Bunlara asla ne ilave yapılır, ne de onlardan eksiltmeye yer verilir. Hiç değişmeden ebedi olarak sabit kalır” buyurdular. Sonra sol elindekini göstererek: “Bu da Rabbülâlemin’den bir kitaptır. Bunun içinde de ateş ehlinin isimleri, onların atalarının isimleri ve kabilelerinin isimleri vardır. En sonda da icmallerini yapmıştır. Bunlara asla ne ziyade yapılır, ne de eksiltmeye yer verilir!” buyurdular. Ashabı sordu: “Öyleyse ey Allah’ın Resûlü, niye amel ediliyor? Mademki her şey önceden olmuş bitmiş, yazılmış ve artık yazma işinden fariğ olunmuş (Bir daha yapma gayreti de niye)?” Resûlullah şu cevabı verdi: “Siz amelinizle doğruyu ve istikameti arayın! İtidali koruyun, Zira, cennetlik olan kimsenin ameli, cennet ehlinin ameliyle sonlanır; (daha önce) ne çeşit amel yapmış olursa olsun. Keza cehennemlik olanın ameli de cehennem ehlinin ameliyle sonlanır, hangi çeşit amel ile amel etmiş olursa olsun!” Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, sonra elindeki kitapları atıp, elleriyle işaret ederek dedi ki: “Rabbiniz kullardan artık fariğ oldu, bir kısmı cennetlik, bir kısmı da cehennemliktir.” (Tirmizi, Kader 8, 2142)
Peki bu cürümleri ve Kur’an’ı tahrif çabalarını önlemeye çalışan alimler ne olacaktı. Toplum onlara inanırsa ne yapacaklardı. Bu konuyu da hemen halledivermişlerdi. Nasıl mı? Tabi ki uydurma hadisler ile.
Huzeyfe (R.a) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Her ümmetin mecusileri vardır. Bu ümmetin mecusileri “kader yoktur!” diyenlerdir. Bunlardan kim ölürse cenazelerinde hazır bulunmayın. Onlardan kim hastalanırsa ona ziyarette bulunmayın. Onlar Deccal bölüğüdür. Onları Deccal’e ilhak etmek Allah üzerine bir haktır.” (Ebu Davud, Sünnet 17, 4692)
İbnu Abbas (R.a) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Ümmetimde iki sınıf vardır ki, onların İslâm’dan nasipleri yoktur: Mürcie ve Kaderiye.” (Tirmizi, Kader 13, 2150).
Kur’an’da defaatle gelecekten kimse haber veremez denilmesine rağmen bu hadislerde Peygamberimiz (s) daha sonra çıkacak olan mezhep-ekollerin isimlerini bile veriyor. Üstelik İslam’da yeri olmayan uydurma olan Deccale bile benzetiliyorlar. Anlaşılan bu sözlerin neresinden tutsak elimizde kalacak gibi. Ama arkalarında ki destek iktidar gücü kuvvetli olunca bu söylemler demek ki toplumda zoraki de olsa yer bulmuş.
Günümüz ya da geçmiş işte her şey kendi dönemlerindeki şartlar gereği yapılıyor. Bu iş Roma döneminde de Aziz Justin’in kaderi inkâr ettiği için idam edilerek yapılıyor. Burada da kölelik düzeni ve kölelerin acıları Stoacı kader anlayışı ile savunulmaktadır.
Kaza ve kaderin günümüze kadar geliş serüveni kısaca böyle.
Anlaşıldığı üzere bu iki kavram iktidarların yaptıkları zulümler karşısında toplumlarını susturma ehlileştirme işlevi görmüştür. Kimi zaman da Kur’an’ da geçen haramları işlemeyi meşru gösterme aracı olarak kullanılmıştır. Tıpkı yukarıdaki ayette geçtiği üzere günümüz insanları da yapageldikleri her türlü kirli işlerinde “Allah dilemese idi biz bunları yapmazdık” diyorlar. Hâlbuki böyle bir sözü zaten Mekke dönemi müşrikleri de söylüyordu. Allah da onlara başlarına gelen şeylerin kendi elleri ile yapıp ettiklerinden dolayı olduğunu söylüyordu. Yani yüce yaratıcı insanların yaptığı şeylere müdahale etmiyor aksine bunları iyiler ile kötülerin ayrışması, cennetlikler ile cehennemliklerin belirlemesi için kullanıyordu. Ve bu konuda ki yetkiyi tamamen irade ile insanlara veriyordu.
Bu tarz yanlış kaza kader inanışı toplumumuzda o kadar yer etmiştir ki bu durum günümüzde arabesk türü şarkılara bile konu olmuştur.
İtirazım var bu zalim kadere
İtirazım var bu sonsuz kedere
Feleğin sillesine hayatın cilvesine
Dertlerin cümlesine itirazım var
Ben hep yenilmeye mahkum muyum
Ben hep ezilmeye mecbur muyum
İtirazım var bu yalan dolana
Benim şu dertlere ne borcum var ki
Tuttu yakamı bırakmıyor
Benim mutlulukla ne zorum var ki
Bana cehennemi aratmıyor
Bu şarkı dinleyicisi de başına gelen olayları kadere bağlamış. Ve böylelikle kendisine zulm eden bu hale düşmesine sebep olan kurum ve kişilerle mücadele etmeyi aklına bile getirmiyor. Belki bu şarkı eşliğinde şarabını da açmış aklından uzaklaşıp bir köşede yığılıp kalmıştır. O yönetenler için artık bu kişide tehdit olmaktan çıkmıştır. Bu da bu işin sanatsal modern kaza kader yorumu.
Yani bizlerin anlaması gereken konu “İslam’ın erken dönemlerinde başlayan dini siyasallaştırma (politize), halkı da siyaset dışı bırakma (depolitize) sürecinde kader inancı çeşitli şekillerde kullanılmış ve bu konu hakkında bir çok tartışmalar yaşanmıştır. O günlerden beri zaman zaman bir takım siyaset adamlarının, yönetimi altındaki halk üzerinde baskıcı ya da uyutmacı bir yönetim biçimi sergilemeleri ve üstelik bir takım hadisleri de kullanarak, yaptıklarını İlam kadere bağlamaları nedeniyle, yüzyıllardan beri İslam toplumları yanlış ve çelişkili bir kader anlayışına sürüklenmiş ve kendi basiretsizliklerini fark edemeyerek ne anlama geldiğini tam bilemediği bir kadere boyun eğmişlerdir. Böylece, kaderci (fatalist) bir zihniyet yapılanması içerisinde bulunan, kendi sorunlarının çözümünü -İlam ya da insani bağlamda- kendi dışında arayan; hazırcı, bedbin, miskin ve tembel insanların çoğalmasına, üstelik bu anlayışın İslam toplumlarında hakim görüş haline gelmesine sebep olunmuştur. Bu bakımdan çağımızda İslam toplumlarının sorunlarına çözümler getirebilecek ilkeler içeren, Müslüman kültürünün biçimlendirdiği tarihsel düşünce hareketlerinin Dini okuma-yorumlama ve insana bakış açıları yeniden değerlendirilmeli; böylece yirmi birinci yüzyıla girmiş bulunduğumuz şu günlerde yeni bakış açılarına kapı aralanmalıdır. Aslında konunun çok girift olmasından dolayı, insan hürriyetinin sınırları o günden bu güne hala tam olarak netlik kazanamamıştır. Bu bakımdan problem tartışılmaya devam etmekte, herkes kendi mezhep ve meşrebine ya da entelektüel seviyesine göre konuya yaklaşmaktadır. İslam toplumlarında “Dinin temel amaçları” (mekasıd-ı din/mekasıd-ı İlahi) göz ardı edilerek, tarihsel bir takım yorum ve uygulamaları “dinin vazettiği kurallar” olarak görme alışkanlığı devam ettiği ve insanların bireysel hakları ve hürriyetleri, dünyanın küresel değerleri göz önüne alınarak yeniden tespit edilmediği sürece, Müslümanların gelişmelerinden ve çağı yakalamalarından söz etmek mümkün olmayacaktır. Fakat, düşünceye, ilerlemeye ve gelişmeye aslında çok önem veren, insanı mutlu etmek için gönderilmiş olan İslam Dini’ni Müslümanların yeniden okuyarak, insanlığın gerçek barış ve huzuru için öncü roller üstlenmesi mümkündür. Sonuç olarak İslam düşünce tarihinde zaman zaman olduğu gibi, bilinçli ya da bilinçsiz veya kendi ihmalkârlıkları nedeniyle ortaya çıkan olumsuz her olayı, kendilerinden değil de İlahı bir yazgıymış gibi kabullenmeleri, İslam ve insanlık adına talihsiz bir durumdur. (Abdulhamit SİNANOGLU Yrd. Doç. Dr., KSÜ İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.)
Ve son söz ; “Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür. Artık kim zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse, onu görür.” (Zilzal-7,8)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *