Yalnız yaşayan ve yaşı da hayli fazla olan bir nene. Elinde gürgen ağacından sağlam bir sopası vardı, ona dayanıp yürürdü. Kamburu vardı, iki büklüm olmuştu beli.
Her yaz tatilinde on-onbeş günlüğüne gittiğimiz bir yaylamız vardı. Ulu çam ve gürgen ağaçlarının olduğu yemyeşil, her taraftan derelerin aktığı, arabaların ve kalabalığın olmadığı, kendimizi rahat hissettiğimiz ve gerçekten dinlendiğimizi düşündüğümüz bir yerdi orası. Akrabaların çoğunlukta olduğu, ilişkilerde hiçbir art niyetin olmadığı ve doğal yaşamın tadına varabileceğimiz enfes bir yer.
Kaldığımız ev çok eski ve bize göre küçük, ayrıca zor şartlar içerse de zamanın çoğunu dışarıda geçirdiğimiz için çok dokunmazdı, hatta keyif bile alırdık böylesi bir durumdan. Belki büyüklerimiz bizimle aynı fikri taşımıyorlardı, ev içerisinde ve dışarıda yapmak zorunda oldukları işler açısından bazı zorlukları olmuyor değildi. Fakat biz onları anlayacak yaşta değildik; sadece oyun oynar, zamanımızı en güzel nasıl geçiririz diye düşünürdük. En önemlisi de yaşadığımız şehirde yapamadıklarımızı yapabiliyor olmamızdı. Mesela en büyük zevklerimizden biri olan akşam oldu mu gündüzden topladığımız irili ufaklı odunlarla büyük bir ateş yakmak olurdu. Oynadığımız saklambaç ve daha birçok oyunla ateşimiz daha bir eğlenceli hale gelirdi.
Bunun yanı sıra kalın salıncak urganımızı yanımıza alıp dilediğimiz yerde salıncak kurup sallanmak şehirdeki parklardan çok daha fazla zevk verirdi bize. Dereye çıplak ayaklarımızla girip dolaşmak, dere kenarına oturup evden getirdiğimiz yiyecekleri atıştırmak, ıslanan giysilerimizi evdekiler görmeden kayalara serip kurutmak çok hoşumuza giderdi.
Bir de kendimizi işe yarar hissettiğimiz ve hemen her gün yanına gittiğimiz bir nenemiz vardı. Yalnız yaşayan ve yaşı da hayli fazla olan bir nene. Elinde gürgen ağacından sağlam bir sopası vardı, ona dayanıp yürürdü. Kamburu vardı, iki büklüm olmuştu beli. Uçlarına bağladığı beyaz bir lastikle kafasına geçirdiği kara çerçeveli kocaman gözlükleri ise çok sevimli bir hava katıyordu. Kara gözlükleri arkasından gözleri boncuk boncuk bakardı bize.
İki büklümdü ama çok süslüydü. Hiç unutmam mor kadife bir döpiyesi (etek ve ceketten oluşan kadın kıyafeti) vardı. Biri onu oturmaya davet etse hemen onu giyer, başına temiz beyaz bir örtü alır öyle çıkardı kulübesinden. Bir de vazgeçilmez aksesuarı olan saatli kösteğini sallandırırdı elbisesinin cebinden. Düşünüyorum da insanın yaşı kaç olursa olsun, seviyorsa kendiyle ilgilenmeyi, ilgileniyordu işte. Ve istiyorsa, iki büklüm olmak bile engel olamıyordu takıp takıştırıp gezmesine. Davet edildiği yere giderken ne kendisine olan saygısını yitiriyor ne de insanlara verdiği kıymet eksiliyordu.
Minicik bir kulübesi vardı. Birkaç tahtadan çakılmış, her yerinden hava giren, çatı yerine de kalınca bir muşambanın atıldığı, derme çatma bir mekandı. Aylar geçirirdi bu derme çatma kulübesinde. Arada bir torunlarından biri gelir, birkaç gün yanında kalır, giderdi. Orayı sevip sevmediklerini bilmem ama, neden geldiklerini bilirdim. Nenelerini yalnız bırakmamak adına gelirlerdi arada yanına.
Bildiğim kadarıyla bir oğlu, iki de kızı vardı. Fakat ne yazık ki ne kızlarının vardığı adamlardan ötürü kızların hayrı dokunurdu, ne de oğluna aldığı gelinle anlaşabilirdi. Oğlunun yanına sığınırdı sığınmasına bir kış boyu ama neler yapar yada yaşarsa, hava biraz ısınmaya başladı mı alır üç beş eşyasını hemen çıkardı yayladaki o derme çatma sığınağına.
Nisan Mayıs ayları gibi çıktığı bu yayla evinde ancak Kasım ayına kadar kalabiliyordu. Kar bir yağmaya başladı mı kalkmak bilmezdi bu yaylalar üzerinden aylarca. O yüzden nene de ne kadar kalabilirse o kadarını kâr sayar, kar başlayana kadar ayrılmazdı yayladan. Huzuru bulurdu orada. Dilediği gibi hareket eder, istediğini yapardı. Geceleri uzanıp çekerdi kalın yorganını üzerine, hava açıksa yıldızları seyrederek uyurdu. Ay ışığı varsa aydınlatırdı tüm ormanı ve minik kulübesinin içini. Genellikle gaz lambasını da yakamazdı, çünkü lambasına koyacağı gazı ya olurdu, ya olmazdı.
Ona gitmeyi severdik. Yaşımız küçüktü ve bize evde izin verilmeyen ne varsa onun yanında yapabiliyorduk. Yemek yapardık mesela ya da sobayı yakardık, temizlerdik. Minik bir soba kuruluydu o tek odanın ortasında, eskilikten sacı dökülmüş yandığında alevlerin göründüğü bir soba. İçinde yanan çalı çırpı geçtiği anda hemencecik soğuyuverirdi odanın içi. Üzerinde ufak kara bir tencere ve bir de kara bir güğüm bulunurdu her zaman. Tencerede bazen birinin getirdiği bir yemek ısıtılmaya konmuş, bazen de bahçeden topladığı bir avuç ebegümeci pişmeye konmuş olurdu. Bazen temizlik yapardık elimizde bir çalı süpürgeyle, bazen de bulaşıklarını yıkardık bulaşık namına ne varsa. Genellikle deterjanı yoktu ya da ben hiç görmemiştim. Bir keresinde toprakla nasıl bulaşık yıkandığını göstermişti bize. Sonra çekilir camın önündeki köşesine kâh dışarıyı seyreder kâh bize bir şeyler anlatırdı.
Evinde tahtadan çakılmış bir raf vardı. Üzerinde rengi soluk, uçları desenli kesilmiş muşamba bir raf örtüsü. Belli ki her gelenin dokunmasını istemediği ve kendisi için değerli eşyalarını koyduğu bir yerdi orası. Önemli şeyler taşırdı üzerinde o küçük raf. Rengi solmuş, pazen bir bezin içinde saklı bir kitap vardı rafta. Toz alırken “Dokunmayın, ona abdestsiz dokunulmaz” dediğinden anlamıştım onun Kur’an’ı Kerim olduğunu. Ve yine üzerinde gül resimleri, içinde eski yazıların olduğu bir başka kitap (çok okunmaktan iyice eskimiş hatta her an parçalanacakmış hissi uyandırırdı bende), gezmeye giderken taktığı kösteği ve bir de yüzüğü rafın değişmezleriydi. Kararmış metalin üzerinde ne taşı olduğu anlaşılmayan fakat rengi parlak kırmızı bir yüzük.
Bir de kristal görüntüsü verilmiş plastik bir şekerliği vardı, bize ondan renkli şekerler ikram etmek için yerinden alır, açıverirdi kapağını. “Size şeker vereyim” dediği ilk günü hatırlıyorum da ne kadar heyecanlanmıştık. Çünkü tatil için gittiğimiz yaylada böyle şeyleri satın alabileceğimiz bir yer yoktu. Ancak biri kasabaya gider ihtiyaçları karşılamak için çarşı pazar yaparsa belki çocukları da düşünüp şeker, sakız, çikolata getirirdi. Geldiği gün biten bu şeyler haftanın diğer günlerinde çok özlenirdi. O gün de nenenin teklifi bizi çok heyecanlandırmış ve ağzımız sulanarak beklemeye başlamıştık. Nene şekerliğin kapağını açtığı anda nemden ve belki de sobanın sıcağından birbirlerine yapışmış bir kase dolusu renkli şekeri görünce donakalmıştık. Şaşkınlığımız şekerlerden değil de kasenin içine doluşmuş bir sürü karıncadandı.
Bizim keyfimiz kaçmış, yüzümüz buruşmuştu. Neneye, “Böceklenmiş bunlar” demiştim gayri ihtiyari, o da bize “Hayır onlar karınca kızım, şekerin kokusuna gelirler. Üzerinden üfleyip yiyebilirsiniz” dediğinde ne yapacağımızı şaşırmıştık. Hele kendimi düşünüyorum da yiyecekler konusunda huysuzluk eden, dişime göre bir şey olmadı mı ortalığı birbirine katan ben, donakalmıştım. Almasak beğenmediğimizi anlayacaktı ve belki de kırılacaktı, alsak karıncaların üzerinde fink attığı o şekerleri nasıl yiyecektik?
Çaresiz aldık. “Üfleyin” dedi üfledik. “Yapışanları da elinizle dışarı atın” dedi, bahçeye çıktık, birbirimize baktık. Yanımıza geldi, artık kurtuluşumuzun hiç mümkün olmadığı bir durumdaydık. Temizleyebildiğimiz kadar karıncayı temizledikten sonra şekerleri ağzımıza attık. Sonra aceleyle vedalaşıp yanından ayrıldık, ağzımızda şekerlerle. İlk köşeyi dönüp onun göremeyeceği bir yere gelince şekerleri ağzımızdan attık, önümüze çıkan ilk çeşmede de ağzımızı yıkadık. Fakat bunu yapmamız bile benim ertesi gün hasta olmama engel olamamıştı. O kadar iğrenmiştim ki o şekerlerden bir türlü etkisinden kurtulamıyordum. Sonraki birkaç günümün karın ağrılarıyla, yatakta geçtiğini hatırlıyorum.
Bu olay neneden uzaklaşmamıza sebep olmamıştı. Bilakis ona daha bir merhamet dolu yaklaşmamıza neden olmuştu çocuk yüreğimizle. Yaylada bulunduğumuz süre içerisinde yemekler götürür, işlerine yardım ederdik. Fakat şunu çok iyi hatırlıyorum, bir daha o kristal görüntüsündeki şeker kabının yanına bile yaklaşmamıştım ve belki de bugün şekerden çok hoşlanmayışımın sebeplerinden biridir o karıncalı renkli şekerler.
Sonraki yıllarda da ziyaretlerimizi hiç aksatmadığımız o yaşlı nene artık yok. O şeker vak’asından yaklaşık yedi-sekiz yıl sonra bir kış günü haberini aldık. Ölmüştü.. Çok üzüldük.. Nene, oralara gittiğimizde görmeye alıştığımız değişmezlerindendi sanki. O yaz gittiğimizde inanmamışlıkla kapısına vardığımızda anladık ki o artık yok ve hiç olmayacak. Çocuk halimizle bize önemli olduğumuzu hissettiren o neneme Allah’tan gani gani rahmet diliyorum.
Yaz geldi mi oraya hala gidiyoruz ve orası hala çok özel bir yer bizim için ya da en azından benim için. Artık büyüdük, koca koca insanlar olduk. O günlerde oyun gibi gelen ziyaretlerimiz aslında sorumluluklarımızdı, şimdi bunu daha iyi anlıyorum. Yaşlıları ziyaret ediyoruz, hatırlarını sorup, gönüllerini alıyoruz. Saygıda kusur etmemeye çalışıyoruz, yardım edebildiğimiz her konuda elimizden geleni yapıyoruz. Umuyorum Allah’tan evlatlarımız da böyle, en az bizim kadar duyarlı ve hassas olurlar çevrelerindeki insanlara, yaşlılara. Bir gün kendimizin de yaşlanacağını unutmadan yaşayabilmek ve kendimize yapılmasını istemeyeceğimiz hiçbir şeyi başkasına yapmamak gerektiğine inanarak…
Selametle kalın, hepinizi Allah’a ısmarlıyoruz.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *