Yenilikçi üretkenliğin yoğunlaştığı bir dünyada yaşıyor olmamıza rağmen Türkiye, ideolojik/ırkçı tıkanma, taşlaşmayı, kalıpçı yaklaşımları aşamıyor, resmi devlet dilini/söylemini mutlaklaştırmaya devam ediyor.
Dramatik bir değişim çağında yaşıyoruz. Günümüz gerçekliğini belirleyen dinamikleri kavramakta zorlanıyoruz. Eleştirel entelektüel düşünceyi gereği gibi temsil edemediğimiz için, günü/modası geçmiş, işlevlerini çoktan yitirmiş paradigmalarla engellenebiliyoruz.
Modern uygarlığın, kültürün, kavramların; emperyalist sömürü anlamına geldiğini açıkça söyleyemiyoruz. Avrupalıların; yakın zamanlara kadar ırk sınıflandırması yaptıklarını, halkları bağımlı halklar, bağımsız halklar olarak tanımladıklarını, beyazların yönetme/iktidar yeteneğine sahip olduğunu iddia ettiklerini, sömürgeleştirdikleri halkları/toplumları mülksüzleştirdiklerini, tarihin en iğrenç, en utanç verici ticareti olan köle ticareti yaptıklarını, köleleştirilen kitlelere hayvan muamelesini reva gördüklerini, köleleştirilen kitlelerin mahremiyet ve cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin, insanlık dışı koşullarda birlikte taşınmaya ve barınmaya mecbur tutulduklarını unutuyoruz.
Günümüzde bütün toplumlarda hayat tarzlarını, dünya görüşlerini, kültür tarzlarını sermaye belirliyor. Ekonominin hayatın bütün yönleri üzerinde yabancılaştırıcı/yozlaştırıcı baskısı var. Tüketimcilik büyük bir ahlaksızlığa ve sefahate dönüşüyor. Kapitalist modernlik, hedonizme, bireyselciliğe, ahlaki göreceliğe, materyalist hayat tarzına hayat verdiği için, bunalımların, krizlerin sonu gelmiyor, Günümüzde yerel bağlamda da, küresel bağlamda da, ideolojik tutumun, tavrın, tarzın, uygulamaların kural haline gelmesi; toplumların bir şekilde faşizmle bütünleşmesi sonucunu doğuruyor. Güvenlik devleti saplantıları her yerde bir düşman kültürü oluşturuyor, icat ediyor, Bu tür bir kültür, militarizmi, faşizmi meşrulaştırmaya çalışıyor, içerisinde yaşadığımız dönemde insanlık silah gücüyle güvenliğin sağlanamayacağını gördü, görüyor. Irak ve Afganistan’da yaşananlardan ders almak gerekiyor. İsrail elinde bulundurduğu korkunç silahlara rağmen, silahsız direniş hareketleri karşısında etkili olamıyor. İdeolojik yorum ve yaklaşımların kural haline gelmesiyle birlikte her yerde siyaset işlevsiz hale geliyor. Türkiye de sık sık yaşandığı üzere, hukukun ideolojik anlamda araçsallaştırılması, olağandışlıkları da hukuki sistemin bir parçası haline getiriyor. Günümüzde ötekiler, ötekileştirilenler için hukuk askıya alınabiliyor, terörle mücadele maskesi altında ötekileştirilenlerin bütün özgürlükleri yok ediliyor. Böylece hukuksuzluk yeni bir hukuk düzenine dönüşüyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi yalnızca güçsüzleri, zayıfları sorguluyor, mahkûm ediyor, emperyalist demokrasiler hiç bir şekilde sorgulanmıyor. “Terörleri Mücadele” uygulamaları faşizmin dünya çapında örgütlendiğini gösteriyor. “Terörle Mücadele” uygulamaları dünyayı iyi ve kötü dünyalar olarak ikiye böldü, emperyalist tahakküm politikaları için dış dünya diye bir dünya yok. “Terörle Mücadele’’politikaları bütün dünyada hukuksuzluk alanları oluşturdu. Bugün toplama ve işkence kamplarında hukuki statüleri tanınmayan, hiç bir hukuki korumaya sahip bulunmayan, yoğun bir biçimde işkenceye maruz bırakılan, akıbetleri hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığımız on binlerce Müslüman var.
Irksal, dilsel, etnik saflık adına icat edilen mitolojiler, insanlığı parçalara bölmeye devam ediyor. Irksal, dilsel, etnik üstünlük inancı her zaman çok tahrip edici sonuçlar doğuruyor, ulus-devlet’in ideolojik anlamda tek tip insan oluşturma iddiası, Türkiye de yaşadığımız üzere derin toplumsal gerilimlere çatışmalara yol açıyor. Her ulus-devlet’in yapay da olsa bir kimlik icat etmeye kalkışması, bu kimliklerin varlığını sürdürebilmesi için bir yabancı ve yabancı düşmanlığı üretmesi sonucunu doğurdu. Kimlik ve aidiyet sorunlarının modern-seküler zamanların sorunları olduğunu kaydetmek gerekiyor. Ulus-devlet saplantıları sebebiyle “millet” ırksal/etnik özellikler temelinde tanımlanıyor. Millet’in tek sesli, türdeş bir bütünlük olmadığı unutuluyor. Farklıya karşı oluşturulan ve etnik seçilmişlik miti ile desteklenen etnomerkezcilikler büyük insanlık trajedilerine yol açıyor. Nerede olursa olsun, milliyetçi/ırkçı jargona ihtiyaç duymak, bu jargona tevessül etmek, insani/ahlaki/vicdani bir yetersizliğin kanıtıdır. İnsanlık tarihi boyunca yaşanan korkunç olaylardan ırkçılıkların sorumlu olduğunu bilmek gerekir. ideolojik/ırkçı kuram ve sistemler, hayatı anlamsız ve ahlaksız kılmış, kirletmiştir. Ortak ahlaki ölçütlerin, hassasiyetlerin, bilgeliklerin reddi ve ahlakın kişisel bir tercihe indirgenmesi, modern-seküler toplumun icadıdır. Her ötekileştirme girişimi, kültürel ve ahlaki bir yoksulluğun sonucu olarak ortaya çıkar.
Avrupa merkezciliğin günümüzde eskisi kadar güçlü olmadığını ve iktidarını bir şekilde yitirmekte olduğunu görüyoruz.
Küresel ekonomik büyüme/gelişme/hareketlilik yeni bir sürece giriyor. Ekonomik canlılık Batı’dan, Doğu’ya kayıyor. Yenilikçi üretkenliğin yoğunlaştığı bir dünyada yaşıyor olmamıza rağmen Türkiye, ideolojik/ırkçı tıkanma, taşlaşmayı, kalıpçı yaklaşımları aşamıyor, resmi devlet dilini/söylemini mutlaklaştırmaya devam ediyor. Resmi, etnik, ideolojik tarih yaklaşımı sorgulanamadığı/tartışılamadığı için, toplum, tarihsel yalanlarla engelleniyor, baskılanıyor, yanlış yönde yönlendiriliyor.
Türkiye’de dini hayat, İslami cemaatler yelkenleri bütünüyle rüzgâra bırakmış görünüyor. Kimi kesimler fosilleşmiş/çürümüş muhafazakârlıkla/sağcılıkla dini hayatı bütünleştirmeye çalışıyor. İslami düşünce dünyası da büyük ölçüde kendini akıntıya bırakmıştır. Algılarımızın sekülerleştirilmesiyle birlikte, İslami düşünce hayatı da Batılı kavramsallaştırılmaların sınırları içerisine çekilmiştir. İslami aklın yerine, seküler/rasyonel/pragmatik aklı koyduğumuz için çok dramatik kopuşlar/çözülmeler/teslimiyetçilikler/gerilemeler yaşıyoruz. Nurculuk, Neonurculuk örneğinde görülebileceği üzere bütün cemaatler bir şekilde evcileştirilmiş,’ sistemin” sınırları içerisine çekilmiştir. Nurculuk, Neonurculuk oportünist bir uyumculuğu kurumsallaştırıyor, bir geleneğe dönüştürüyor. “Hoşgörü” yaklaşımı laiklikle bütünleşiyor, İdare-i maslahatçılık, eyyamcılık “hoşgörü” zemininde toplumsallaşıyor. İslami kesimler statükolarla, bütünleştiği içini hiç bir yeni, zorunlu, hayati arayışa, yönelişe ihtiyaç duymuyor, bu durum zihinsel bir taşlaşmaya yol açıyor, Kendi tarzlarına, gündemlerine saklanıp kalan, kendi kendilerine hayranlık besleyen, yalnızca kendi cemaatlerinin çıkar ve yararlarını gözeten narsist cemaat liderleri, bencil hesapçılar haline geldikleri için, İslami bütünle ilgilenmiyor. Bu tür cemaatler hiç bir riske katlanmayı göze alamıyor. Hiç bir şeyi göze alamadığımız için, hiç bir şeye de sahip olamıyoruz. Sessiz çoğunluklara katılan, hiç bir duruma itiraz/ muhalefet etmeyen, hiç bir konuda bir bedel ödemeyen, maruz kalınan hayatlar yaşıyoruz. Yaşanmaya değer hayatlar maruz kaldığımız hayatlar değil, kendi inanç ve düşüncelerimiz doğrultusunda yaşadığımız hayatlardır. Müdahale altında tutulan, kontrol edilen hayatlar, yoksul ve kısıtlı hayatlardır, parçalanmış, bölünmüş hayatlardır. Müslümanlar olarak hepimizin hayatı bir bilince/sorumluluğa/sanata dönüştürmemiz gerekir. Bütün değerlerin göreceli hale getirildiği bir çürüme çağında oportünist uyumculuklarla değil, direnerek tarihe geçebiliriz. Oportünist uyumculukların tarihi etkilediği, tarihi dönüştürdüğü/değiştirdiği görülmemiştir, duyulmamıştır. idare-i maslahatçı, eyyamcı, teslimiyetçi bir suskunluk bireyleri de, cemaatleri de, toplumları da kişiliksizleştirir, olursuzlaştırır. İçerisinde yaşadığımız çağı dönüştürmek istiyorsak ki istiyoruz, o halde bu çağı etkilemeyi başarabilmeliyiz. Bugünün gerçekliği karşısındaki pasif konumumuzu içtenlikle tartışabilmeli, geçmişi eleştirel olarak sorgulamalı, şimdiki zamanın bütünlüklü analizini yapmalı, geleceğe yönelik isabetli teşhislerde bulunabilmeliyiz. Büyük imparatorlukları devletleri, medeniyetleri ve kültürleri inşa etme ve yönetme yeteneği olan, tarih boyunca bu yeteneğini pek çok kez kanıtlayan, tarihi ve insanlığı derinden etkileyen bir inancın, bugün, tarihe hiç bir biçimde müdahale edemeyecek bir noktada bulunuyor olması anlaşılabilir, mazur görülebilir bir durum değildir. Bu inancın, tarihten çekilmesi, daha çok İslami bünyede yaşanan tıkanmalar/taşlaşmalar/bağnazlıklar/ aşırılıklar/bencillikler/tembellikler/atalet ve meskenet sebebiyledir. Bugün de İslam toplumlarında dini hayat bütünüyle önemsiz ayrıntılara, sonu gelmez tekrarlara boğulmuş vaziyettedir.
Ahlaki sorunları sorun olarak görmeyen bir dönemden geçiyoruz. Toplumsal hayatın, kültürel hayatın, siyasal hayatın ahlakileştirilmesi konusu tartışmaya bile açılamıyor. Değerlendirme ölçütleri değiştiği için, ahlaki/vicdani sınırları tahrip etmek “özgürlük” olarak değerlendirilebiliyor. Her tür başıboşluk, serserilik de özgürlük olarak anlaşılıyor, özgürlüğün sınırlarını belirleyen, kontrol eden bir değer sistemi yok. Her alanda keyfilik, kayıtsızlık, parçalanmış hayatlar, parçalanmış algılar sekülerleşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Pragmatik dünya görüşleriyle, düşünüş biçimleriyle hiç bir ahlaki sorun çözümlenemez, ahlaki bir toplum kurulamaz, ahlaki ilişkiler gerçekleştirilemez. Pragmatik dünya görüşleri aidiyetsiz, kimliksiz, kişiliksiz genç kuşaklar yetiştiriyor. Genç kuşaklar manevi/ruhsal/estetik nitelik ve ölçütlerden yoksun yetişiyor. Gençler, çıkara yönelik, kar amaçlı yönelişler içerisinde bulundukları için, kültür ve sanat ilgisi de metalaşıyor. Şöhret ve parıltılı hayatlar için her tür ahlaki değerden vazgeçilebiliyor. Müzik seyirlik hale geliyor, makineleşiyor, bir gürültüye dönüşüyor. Bir felsefesi, ruhu, derinliği, manevi etkisi bulunmayan müzik türü moda haline geliyor. Sanat/edebiyat hayatın dışına çıkıyor, moda’ya indirgeniyor, edebiyat/sanat tüketilebilir bir mal gibi üretiliyor. Piyasa içgüdüleri tarafından güdümlenen sanat hareketleri hiç bir derinliği/bilgeliği yansıtmıyor. Sekülerleşme, milliyetçilik, sanayi kapitalizmi, bireycilik, sanat, edebiyat ve estetiğin ahlaktan, siyasetten bağımsız hale getirilmesi gibi bütün modern icatlar hayatın her alanında büyük parçalanmalara neden olduğu için bütünlüklü insanlar yetişmiyor. Asli bütünlüğünü ve bağımsızlığını yitiren insan güçsüzleşiyor, iradesizleşiyor. Bu nedenledir ki günümüzde bireyler, ideolojik/ırkçı/mezhepçi dökümhanelerin ürünü olarak çarpık, marazi varoluşlar sergiliyor.
Oportünist bir uyumculuk, tevhidi dünya görüşüne, tevhidi hayat tarzına, tevhidi ilişki ve düşünce biçimine tümüyle aykırıdır. Oportünist uyumculuğun bir geleneğe dönüşmesi, şirk’in bir geleneğe dönüşmesi gibidir.
Müslümanlar olarak yeni bir varoluş durumuna geçmek hepimiz için hayati bir zorunluluk haline gelmiştir. Yeni bir varoluş durumuna geçmeyi başaramadığımız takdirde geçmişe özgü sorunlarımızı, alışkanlıklarımızı, aşırılıklarımızı, bağnazlıklarımızı sürdürmeye devam edeceğiz.
Belirsizlik içerisinde beklemek, bütün umutları yıkıma uğratır.
Gerçek anlamda bir bütünlük bilinci, bir dayanışma iradesi ve sorumluluğu taşımadığımız için. Gücümüzü bir gerçekliğe dönüştüremediğimizi hatırlamalıyız.
İktibas, Aralık 2009
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *