21 – 30 Mart tarihleri arasında Said Nursi haftası olması sebebiyle birçok yerde konferanslar verilmiş. O dönemde yaşayan talebeleri ilginç anılarını anlatmışlar. Ben de bu hafta içerisinde bu konferanslarda neler anlatılmış diye şöyle bir göz gezdirdim. Kayseri ve birçok ilde bu konferanslar yapılmış ve görülen o ki çok büyük ilgi ile karşılanmış. Tabi bu konferanslarda
21 – 30 Mart tarihleri arasında Said Nursi haftası olması sebebiyle birçok yerde konferanslar verilmiş. O dönemde yaşayan talebeleri ilginç anılarını anlatmışlar. Ben de bu hafta içerisinde bu konferanslarda neler anlatılmış diye şöyle bir göz gezdirdim. Kayseri ve birçok ilde bu konferanslar yapılmış ve görülen o ki çok büyük ilgi ile karşılanmış. Tabi bu konferanslarda Said Nursi ile yan yana gelen kavram demokrasi, demokratik açılım gibi kavramlar olmuş.
Midyad’ta yapılan konferansta Araştırmacı-Yazar İlhan Atasoy konuşmasında Said Nursi’nin davası ve hizmetlerinin her geçen gün biraz daha anlaşıldığını ve inkişaf ettiğini, hatta ülke dışında da geniş alaka haline geldiğini söyledi. Atasoy; “Hani tohum toprağa atıldığı yerde filiz verir amma dalları daha başka uzaklara sarkar ve meyvelerini uzaklarda verir, tıpkı onun gibi Said Nursi Hazretleri’nin davası Türkiye toprağında ekilmiş ama ağacın dalları yurt dışlarına sarkmış ve meyvelerini Amerika’da, Avrupa’da, Rusya’da ve İslam ülkelerinde vermeye başlamıştır.” demiş. Aslında çok da yanlış değil. Halkın bu oluşuma teveccüh gösterdiği bir gerçek. Üstelik Said Nursi’nin hizmetlerinin ya da düşüncelerinin de daha iyi anlaşıldığı vurgusu da gerçek. En azından Said Nursi tarafından yazılmış olan Risalelerde ne demek istendiğini Kur’an’ın mesajı ile tanışan kişiler daha iyi anlıyor. Bence Said Nursi’yi tanımak için önce ona nispet edilen kavramları da iyi tanımak gerekiyor. Anlaşılan o ki Said Nursi’nin talebelerinin bu konuda akılları oldukça karışık görünüyor. O yüzden bu batılı kavramı bir kez daha gerçek yönü ile hatırlatalım ki kendilerini İslam ile alakalandıran her kim olursa olsun bu kavramları sahiplenmekten uzak dursun. Tabi burada demokrasi deyince onun kardeşi olan Laikliğe de vurgu yapmak gerekiyor.
Laik; Yunanca Laikos, yani halktan olan, din adamı olmayan, Latince Laicus’tan Fransızca Laic veya Laiiue kelimelerinin Türkçe telaffuz şeklidir. Eski çağlardan beri din adamı olmayan, ruhanî bir sıfatı ve dinsel bir işlevi bulunmayan kişi, kurum ve nesneleri, kısacası, dinin dışında kalan alanı belirtmek için kullanılır.
Laiklik özünde din alanı ile dünya ve kamu işleri alanının birbirinden ayrılmaları, birbirine karışmamaları anlamına gelir. Bir yönetim ilkesi ya da devletin niteliklerinden biri olarak kişileri ilgilendiren yönüyle bir dokunulmazlık alanı da çizer. Kişilerin dinsel inanç ya da inançsızlıktan, din buyruklarını yerine getirip getirmemekten dolayı kınanmamasını, ayrım görmemesini, serbestçe ibadet edebilmesini, ibadete zorlanmamasını v.b. öngörür.
Laiklik kısaca belirtildiği gibi din dışında kalan alanı temsil ediyor. Avrupa’da Laiklik olarak ortaya çıkan uzlaşmanın ortaya resmen çıkışından önce, ferdi ve toplumu yönetip yönlendiren dinin (hıristiyanlığın-Ruhban sınıfının) elinden alınacak bu yetkinin kime verilmesi, ait olması gerektiğinde ayrı bir sorun haline gelmişti. Zira bir boşluk doğacaktı: Yasama Boşluğu.. Laikliğin ortaya çıkışına kadar yasama işleri hemen tümüyle Kral-Kilise ikilisinin elinde bulunuyor. Kral söylese kilise tasvib ediyor, kilise söylese krala uygulattırıyordu. Bu işbirliği bu alanda asırlardır sürüyordu. İşte Kral ve kilisenin bu alana müdahalesi olmayacağına göre bu alan içinde düşünülen şey demokrasi olmuştur. Yani demokrasi dinin hayattan uzaklaştırılması mücadelesinin son noktasıdır.
“Tabi bu konuda taraflar arasında bir mücadele söz konusu olmuştur. Mücadele başladığında taraflar görüşlerinde taviz vermeden yürürlerken, fıtrî gerçekler onları aslı itibariyle fıtrata aykırı olan tezlerinden taviz vermeye, uzlaşmaya sevk etmiştir. Bunun sonucu olarak da “DİN VARDIR ama HAYATTA YOKTUR” şeklinde ifade edilebilecek bir sonuç ortaya çıkmıştır. “ İşte bizler şimdi Hıristiyanların sorunları sebebiyle ayrılığa düşüp en son olarak “DİN VARDIR ama HAYATTA YOKTUR” ifadesinde anlaşmaya vardıkları kavram olan demokrasi ve laikliği içselleştirmeye çalışıyoruz. Bu olayı kabul etmemizin İslami hiçbir gerçekliği olamaz. Bu olsa olsa Allah’ın yasağına rağmen müşrik ve kâfirler ile ortak bir yaşam için uzlaşma anlamını taşır.
“Şunu açıkça söylemek gerekir: Din temeline dayanan bir devlet düzeninin demokrasi ile bağdaşması mümkün değildir. Bilindiği gibi, İslam Dini ve onun temelini oluşturan Kur’an, sadece iman ve ibadetle ilgili kurallar getirmekle kalmaz. Bunun dışında devlet yönetimine, toplum düzenine, insanlar arasındaki ilişkilere ve kişilerin davranışlarına yön veren geniş kapsamlı hukuk kuralları da getirir. Bu hukuk kuralları toplum yaşmının her yönünü kapsaması bakımından “bütüncü”, bugünkü deyimiyle ‘totaliter’ bir nitelik taşır. Egemenliğin halka ya da millete ait olması diye bir şey söz konusu değildir. Egemenlik sadece ve doğrudan Allah’a aittir. Herkes O’nun mutlak “iradesine” boyun eğmek zorundadır.”(18.01. 1990 Cumhuriyet, Prof. Dr. Münci Kapani)
”Yukarıda yaptığımız iktibasın da ifade ettiği gibi gerçekten ne laikliğin ne de demokrasinin İslam ile uzaktan yakından ilişkisi bulunmamaktadır. Hatta daha öteye giderek söylemek mümkündür ki gerek laiklik gerekse demokrasi İslam’ın zıddı olduğu gibi İslam da bunların zıddıdır. Nitekim Kur’an hemen birçok ayetinde insanları HEVALARINA UYMAKTAN uzak durmaya sevk etmekte ve Allah’a teslim olmaya çağırmaktadır. Böyle yapması halinde dünya ve ahiretinin kendisi için mutlu olacağını söylemektedir. Hevalarına (gerek kendi hevasına gerekse başkalarının hevalarına) uyanların ise hüsrana uğrayanlar olacağını belirtmektedir.
İslam hayatı tümüyle kapsayan ve tümünü düzenleyen bir bütün bulunduğu ve bunu din adamları (ruhban sınıfı) aracılığıyla yapmadığı için hayatı düzenlemenin dinin ya da din adamlarının elinden alınması diye bir şey söz konusu değildir İslam’da. Aklen de mümkün değildir. Zira sokaktaki insanın anlayacağı şekilde ifade etmek gerekirse kulu olan insan Rabbi olarak kabul ettiği Allah’a diyecektir ki “Bir takım emir ve nehiylerin başımın üzerine ama, diğer bir kısım emir nehiylerini dinlemeyecek ve yasama meclisinin yaptığı kanunlara riayet edeceğim”. Tek başına hüküm koyucu olduğunu Kur’an’da bildiren Allah böylesi bir isteği kabul eder mi? Etmesi mümkün mü? Hangi sebeb ve geçerli gerekçe ile böylesi bir düşüncenin kabul göreceğini sanıyorsunuz? Allah, hiçbir şeyde kendisine ortak kabul etmediği gibi, HÜKÜM KOYMADA da bir ortak kabul etmemektedir. ”(Ercümend Özkan)
Umarım yaptığımız bu açıklamalar yeterince anlaşılmıştır. Said Nursi ile ilgili şu günlerde de devam eden etkinliklerde yanı başına iliştirilerek meşrulaştırılmaya çalışılan kavramların ifade ettiği yaşamsal form bu şekildedir. Bu etkinliklerde görev alan kimselere bu da bir dost uyarısı olur inşallah.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *