Bugünkü yaygın sabır anlayışı Kuran’a rağmen nasıl oluştu, nasıl bu kadar rağbet görür oldu! Sorusunun cevabı geçmişten bugüne kadarki değişime bakıldığında açıkça ortaya çıkmaktadır.
Sabır Kuran’daki önemli kavramlardan biridir. Zaman içinde diğer temel kavramlar gibi, sabır da anlam değişikliğine uğramış, bugünkü hali ile adeta uyuşukluğun tarifi olmuştur. “Din afyondur” iddiası, din ehlinin vahyin dışında bir sabır anlayışını hayatlarına geçirerek din karşıtlarının ellerine verdikleri bir kozdur. Batı, bu yanlış teşhisten kurtulmanın çaresini dini, hayatın dışına atmak olarak gördü ve kendini, Mehmed Akif’in deyimiyle ‘Tek dişi kalmış canavar’ haline getirdi. Batı’nın varı yoğu teknolojisi artık.
İslam alemi ise, deryanın içinde ama deryanın farkında değil. Müslüman ancak Allah’ın sözlerine kulak verdiğinde, Kur’an’ın temel kavramlarını doğru anlamak ve doğru yaşamak için gayret sarf ettiğinde kendi benliğine kavuşacaktır.
Bugünkü yaygın sabır anlayışı Kuran’a rağmen nasıl oluştu, nasıl bu kadar rağbet görür oldu! Sorusunun cevabı geçmişten bugüne kadarki değişime bakıldığında açıkça ortaya çıkmaktadır. Batı işi dini yaşamın dışına iterek halletti, İslam alemi ise kavramların içini boşaltarak, Allah’ın sözlerini çarpıtarak dinlerini yaşadıklarını zannettiler.
Bütün diğer temel kavramlar gibi sabır da halkları yönetenlerin yönettiklerini istedikleri şekle sokmalarında büyük önem taşıyordu.
Zulme boyun eğmenin sabır olduğunu, Allah’ın sabreden ile beraber olduğunu söyleyen kişiler alim kisvesi altında siyasilerin teşviki ile halkları yönlendiriyorlardı. Alim diye ortaya çıkan birileri söyledi ise o doğrudur deyip kabul görüyordu bu söylemler. Çünkü akletmek, araştırmak yerine başkalarına inanmak kalabalıklara daha kolay geliyordu. Kitleler sorgulamadan söylenenleri kabullendikçe, işi görev edinenler muhataplarını inandırabilmek için Peygamber’e (a.s.) bile bir takım aslı olmayan sözler isnad ediyorlardı.
Başına gelene sabret, gerisini bırak Allah’a, senin haklarını o korur sen de oturduğun yerden sevap sahibi olursun. İşte bu tarz tevekkül anlayışı uydurma hadis ve sünnet hikayelerinin ayetlerin önüne geçirilmesi ile toplumları yönlendiriyordu.
Bu konuda hadis diye söylenen sözlerden birini alıntılamak olayı açıklamaya yetecektir sanırım; “Mükafatın büyüklüğü, belanın büyüklüğü nisbetindedir. Allah-u Teala bir kavmi severse, onları belaya uğratır. Bir kimse mukadderata razı olursa, Allah ondan razı olur. Bir kimse belaya razı olmazsa, Allah’ın gazabına uğrar.” Tirmizi, hadis hasendir diye rivayet etmiştir. Bu anlayışın İslam’a maledilmesi Cebriye anlayışının yaygınlaşması ile oldu.
Emeviler döneminde mezhepleşen cebriye anlayışı, İslam öncesi Araplarında da var idi. Tarihi süreç içinde ehli sünnet arasında yaygınlaştı. Ehli sünnet imamlarının bu anlayışa karşı çıkmalarına rağmen, mutasavvıfların cebriyeciliğe sahiplenmeleri ile bu inanç biçimi İslam’ın gereği gibi anlaşıldı.
Tasavvuf’un tanınmış simalarından Cüneyd’i Bağdad’i tevhidi; “Tevhid; bütün yaratılmışların her türlü davranışlarının Allah’tan olduğunu bilmektir” şeklinde tarif eder. Cebriye, diğer adı ile kaderiye inancının, bu kolaycılık yolunu açması tasavvuf ile cebriyenin doğru orantılı olarak yaygınlaştığını görüyoruz.
Bu felsefenin savunucuları, iddialarını, Kuran’daki; “dilediğine hidayet verir” (Yunus 25); “dilediğini rızıklandırır” (İsra 30) ayetlerini öne sürerek güçlendiriyorlar.
Allah; Şems suresi 7 ve 10’uncu ayetlerde, konuya, tartışmaya mahal bırakmayacak bir açıklık getiriyor. Bu ve buna benzer ayetler, insanın yükümlülükleri konusunda Kur’an’ın bütüncül mesajını içeriyor. Yani özetle Allah inanan kulunu davranışlarından sorumlu tutuyor. “Nefse ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük yapma kabiliyeti verene andolsun ki, kendini arıtan kurtuluşa ermiş; kendini kötülüğe düşüren de ziyana uğramıştır.”
“Geceleyin uyumanız, gündüzün de lütfundan rızık aramanız, O’nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda dinleyen toplum için dersler vardır.”
“Gerçek erdem sahipleri, söz verdiklerinde sözlerini tutan, felaket, zorluk ve sıkıntı anlarında sabredenlerdir. İşte onlardır sadakatlerini gösterenler ve işte onlardır Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar.”(Bakara 177)
Bu ayette de görüldüğü gibi sorumluluk ve direnmenin adı iken, anlamı çok basite indirgenen bu kavram, birey ile başlayıp, toplumların geleceğini inşa edecek kadar kapsamlı bir öneme sahiptir. Ne yazık ki insan beynine uyuşturucu etkisi yapan olumsuzluklar ile dolduruldu. Bu anlayışın yayılması sonucu da bu günkü aklını ipotek altına kaptırmış‘sabır ehli’ bir İslam alemi oluştu.
Sabrın, insan hayatına, toplum hayatına gerçek bir dinamizm kazandırması gerekir iken anlamsız bir durağanlık ile sınırlanmasının en önde gelen sebeplerinin başında siyasi boyutunun öne çıktığını görüyoruz. İslam tarihi bunun örnekleri ile dolu. Bu örnekler Kur’an’daki sabır ile halk arasındaki sabır anlayışı arasında önemli farkların tarihi süreç içerisinde nasıl oluştuğunu daha iyi gözler önüne seriyor. Sabır, o gün bugündür miskinliğin adı olarak dindar kesimin gündemini işgal edip duruyor.
Şimdilerde de hayatta başa gelen bütün olumsuzluklara katlanıp boyun eğmek gibi anlaşılan bu kavram; Kur’an’ın müslümana hak yeme, hakkını da yedirme mücadele et, tavsiyesi ile bağdaşmaz. Müslümanın hayatı haksızlıklara karşı çıkmakla geçerse anlam kazanır, haksızlıklara boyun eğerek değil.
“Bir haksızlığa uğradıklarında aralarında yardımlaşırlar.” (Şura 39)
Dinini gerçek kaynağından öğrenen müslüman, sabrın zulme boyun eğmemek olduğunu bilir. Tersi bir anlayış Kur’an’ın bütüncül mesajı ile örtüşmez.
“Ey iman edenler! Sabredin. Sabır yarışında düşmanlarınızı geçin. Hazırlıklı ve uyanık olun ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.” (Ali İmran 200)
Yukarıdaki iki ayet, inanan topluluğa hitap ederken, Şura 41’de Allah inanan bireye kendini savun diyor.
“Zulme uğradıktan sonra, kendini savunup hakkını alan kimseye hiçbir suç isnad edilemez.” (Şura 41)
Aile içi ilişkilerden bahseden ayetlerde de o boynu bükük, sabırlı tipleri değil, insan hakkına saygı gösteren ana babaları ve evlatları görüyoruz.
“Ana babanız yanınızda yaşlanırsa onlara öf bile demeyin. Onları azarlamayın, onlara tatlı ve güzel söz söyleyin.” (İsra 23)
Diye sabretmeleri için evlatları uyaran rableri onlara bu konuda sabır öğütlerken, ana babaların Allah’a ortak koşması için evlatlarına baskı yapmaları durumunda onlara karşı gelmelerini, dediklerini tutmamalarını emreder.
“Ey insan oğlu! Ana baban, seni körü körüne bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme; dünya işlerinde onlarla güzel geçin; bana yönelen kimsenin yoluna uy; sonunda dönüşünüz banadır. O zaman yaptıklarınızı size bildiririm.” (Lokman 15)
Bu ayet; hem sabrı hem de gerektiğinde kendini ve inandığın doğruları savunmanın önemini belirtiyor.
İslam’ı seçen birinin, Kelime’i Şehadet getirirken ‘la’ kelimesi ile şirke baş kaldıracağına dair Allah’a söz vermesidir, iman etmenin başlangıcı. Yani iman etmek ‘hayır’ demeyi öğrenmekle başlar İslam’da.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *