Kul

Kul

Kul olmak, kulun Rabbine karşı daima tezellül içinde olmasını gerektirir. İnsan Rabbine karşı edepli olmalı, haddini aşmamalı, O’nu daima yüceltmeli, O’nu sena etmeli ve O’na kulluk yapmalıdır.

‘Abd’ kelimesi kul demektir ve Kur’an’ın anahtar kelimelerinden biridir. Zira ‘kul’ kavramı, zorunlu olarak ‘ilah’, ‘rab’ kavramını çagrıstırmakta, insan zihninde hemencecik Rabbin/ İlah’ın dûnuna ‘kul’u yerleştirmektedir.

Kur’an kelimeleri üstadı Ragıb el-İsfehânî iki türlü kulun varlığından bahsetmektedir. Bunlardan ilki, sadece Allah’a kul olanlardır. ‘Kulumuz Eyyub’, ‘Rahmanın kulları’ tanımlarında bu anlam sarih bir biçimde görülmektedir. İkincisi ise, dünyaya ve dünyanın birtakım ‘değerlerine’ kul olanlardır. Ragıb el-İsfehânî’nin bu tanımına göre, bu ‘kul’lar kendilerini dünyaya hizmet etmeye ve ona bağlı kalmaya adamışlardır. Bu insanlar paranın, çıkarın, maddenin kulu kölesi olmuşlardır.

‘Abd’ kelimesi ‘âbid’ manasında ise de, ‘abd’ ‘âbid’den daha açıklayıcıdır.

Arap toplumunda köleye de ‘abd’ denmektedir. Çünkü köle, kelime anlamında bir efendiye sahiptir ve bu efendiye ‘rab’ denmektedir. (12/Yusuf, 41, 42, 50). Yani köle, başkası tarafından mülk edinilmiştir; kendisine ait herhangi bir malı-mülkü yoktur. (16/Nahl, 75).

Ragıb el-İsfehânî’nin gayet yerinde tespit ettiği gibi, din dilinde hem bütün insanlar, hem de bütün eşya/varlık Allah’ın kullarıdır. Bu varlıkların tamamı teshir ile Allah’a kul olmuşlardır. Bunlar iradî olarak, aklederek ve tefekkür ederek kul olmayı seçmiş değildirler; fıtratları onları böyle kılmaktadır. Bu kategorinin tek alternatifi insandır. İnsan, kendi ihtiyârı ile, dileyerek, düşünüp aklederek Allah’a kul olmayı kabul ya da reddeden yegane varlıktır.

Rabbimizin haber verdiğine göre, “göklerde ve yerde var olan her şey (ve herkes) isteyerek yahut zorunlu olarak Allah’a secde ederler.” (13/Ra’d, 15). Bu ayetin buraya kadar olan kısmından bu varlıkların insanlar ve melekî varlıklar olduğu anlamı çıkartılabilir. Fakat ayetin devamında, “onların gölgeleri de sabah akşam bunu yapmaktadır” denmektedir. Bu ‘gölge’ ifadesi, fizikî varlıklardan bahsedildiğini düşündürmektedir. Fussilet suresinin 11. ayetinde yine evrenin fiziki varlıklarının Allah’a nasıl kul kılındıkları anlatılmaktadır. Temsilî bir dille, Allah’ın göğe ve yeryüzüne yönelerek “isteyerek veya zorunlu olarak gelini” (41/Fussilet, 11) diye emrettiği, onların da “isteyerek (itaat ederek) geldik” tarzında karşılık vererek bu emre âmâde kılındıkları anlatılmaktadır. Şu halde Allah bütün canlı varlıkların fıtratlarına, Allah’a bağlı olma duygusunu yerleştirmistir. ‘Canlı’ olmayan varlıklar ise kendiliğinden, ister istemez Allah’ın kendilerini Yarattığı amaçlar doğrultusunda işlevlerini sürdürmektedirler. Bütün varlıklar, bir parçası oldukları tabiatın genel geçer yasalarına bağlıdırlar. Her varlık, büyükçe bir saatin parçaları misali, ‘büyük düzen’in bir unsuru olarak kendine tayin edilen fonksiyonu icra etmeye devam etmektedir; ta ki bu ‘büyük düzen’in nihayete ermesi noktasına kadar…

Bu olgu Kur’an’ın başka yerlerinde de değisik vesilelerle işlenmeye devam etmektedir. Bir ayete göre göklerde ve yeryüzünde olan canlılar, hayvanlar ve melekler, kısacası her şey “büyüklük duygusuna kapılmadan” Allah’a secde ederler.(16/Nahl, 49). İnsanın dışındaki hiçbir varlığın istikbar etmediği, Rabbine karşı büyüklük taslamadığı bedîhî bir gerçektir. Bununla birlikte böyle bir malumu vahiy niçin îlam etmektedir? Bunun bir nedeni, bu varlıkların yaratılış itibariyle böyle itaatkar ve isyan/günah nedir bilmez oluşlarına bir kez daha dikkat çekmektir. İkincisi ve en önemlisi ise kinaye yoluyla insanın bu gerçekten ders almasını sağlamak, sıradan, ‘cansız’ bir varlık kadar bile olamamanın, insanı ne kadar küçük düşürücü olduğunu anlatmaktır. Kur’an bu manada, iman konusunda vurdumduymaz insanlara taşları anımsatarak, uyarmak ister. Bu inançsız insanların taşlar kadar bile olamadığını dile getirir. (2/Bakara, 74). Adem’in iki oğlunun hikayesinde nasıl ki haddi aşıcı gaddar kardeş, kardeşini haksız yere öldürecek kadar ukala ve ‘kendine güvenen’ biri iken, kardeşinin cesedini ne yapacağını dahi bilemeyecek kadar zavallı ve çaresiz ise ve öldürdüğü hemcinsini gömen karga karşısında, “bir karga kadar bile olamamanın” ezikliğini içinde hissetmişse (5/Maide, 27), kendisinden başka bütün varlıkların Allah’a secde ve Allah’ı tesbih ettiğini öğrenen insan da bundan, içinde bulunduğu zavallılığın ezikliğini hissetmek durumundadır.

Kur’an literatüründe yalnızca Allah’a iman edip kulluk eden kimseler değil, inanan-inanmayanıyla bütün insanlar Allah’ın kulu olarak anılırlar. Bununla birlikte, bu iki durumda ‘kul’ kavramı tamamen aynı anlamı ifade etmez. Bunu bazı örneklerle delillendirmemiz mümkündür. Mesela Şeytan, Allah kendisini lanetlediği ve rahmetinden kovduğu vakit, “yemin ederim ki kullarından belli bir pay edineceğim” (4/Nisa, 118), “onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından yaklaşacağım”(7/A’raf, 17) şeklindeki çıkışıyla, adeta Allah’a karsı gelişinin yol haritasını çizmistir… Şeytanın kendilerinden bir ‘pay’ almayı programladığı bu ‘kullar’ (ıbâd) elbette ki yalnızca mü’minler olamaz. Çünkü, zaten şeytanın, mü’minlerden çok kafirlerle teşrik-i mesâisi vardır. Hatta bu ayetin devamındaki ayetlerden bu ‘kullar’ın bilhassa inançsızlar olduğu anlaşılmaktadır. Yine de her ne olursa olsun şeytan, bütün insanlara yanaşmayı denemek durumundadır. Dolayısıyla Nisa 118. ayetinde bütün insanlar ‘kul’ olarak tanımlanmıştır.

Bir ikinci örnek, İsa (a.s)’ı ilah edinen Hıristiyan müşriklerle ilgilidir. Allah’ın, elçisi İsa’ya (sav), “insanlara, beni ve anamı Allah’tan baska iki ilah edinin diye sen mi söyledin?” tarzında hesap sorması üzerine İsa (a.s) ‘hayır’ dedikten ve uzunca açıklamalarda bulunduktan sonra şöyle bir açıklama getirmektedir: “Eğer kendilerine azap edersen, onlar senin kullarındır. Eger onları bağıslarsan süphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin.” (5/Maide, 118). Burada kul kelimesi görüldüğü üzere, Allah’a oğul isnad etmek gibi en büyük ifirayı atan müşrik Hıristiyan topluluğuna teşmil edilmiştir.

Allah yeryüzündeki bütün zînetleri ve rızıkları, kulları için yaratmıstır ve hiç kimse bunları kafasına göre haram kılma yetkisine sahip değildir. (7/A’raf, 32). Allah, kullara rızık olsun diye salkım salkım tomurcukları olan uzun boylu hurma ağaçlarını yaratmıştır. (50/Kaf, 10-11). Kısacası, yeryüzündeki tüm nimetlerden ve zînetlerden, mü’min-kafir demeden, şu ırk bu ırk ayrımı yapmadan, bütün insanlar yararlanabilmektedir. Öyleyse, bütün insanlar ‘kul’ kapsamındadır.

Kur’an der ki, kullar içinden ancak âlimler Allah’tan korkarlar. (35/Fatır, 28). [‘Âlim’ ile ‘din uzmanı’ birbirine karıştırılmamalıdır]. Kullar umum, ‘âlimler’ ise husus ifade eder. Kullar bütün insanları, âlimler ise belirli bir zümreyi oluşturmaktadır.

Peki, nasıl oluyor da, mü’minlerin dışındaki inançsız insanlar da ‘kul’ sayılıyor? Bunu şöyle yorumlamak mümkündür: Her ne kadar inançsızlar, değişik biçimlerde Allah’a şirk koşmakta, Allah’ı küfür etmekte ve O’na isyan etmekte, kimileri Allah’ın otoritesini hiç tanımamakta, kimileri bir insan olarak kendilerini ilah yerine koymakta, kendilerini ‘kulli şey’in kadîr’ sanmakta iseler de, elbette bütün bunlar korkunç bir cehaletin sonucudur ve asla hiçbir inançsız insan, kendi sandığı gibi bir kudrete sahip değildir. Nasıl ki mü’minler, Allah’ın koyduğu fizikî, sosyal ve biyolojik yasalara tabi iseler, kafirler, putperestler ve ateistler de öyledir.

Birkaç on seneyle sınırlı olan ömründe insanlar görece olarak, istedikleri şekilde güç ve kudrete malik oldukları zehabına kapılma özgürlüğüne sahip kılınmışlardır! Ama hiçbir insan ölüme karşı koyamamakta, ölmemeyi başaramamaktadır. Tıpkı doğmaya da karşı koyamadığı gibi. İnsanlar, her ne kadar yüzlerinde ‘estetik’ adıyla kendilerince birtakım ‘rötuşlar’ yapmakta iseler de, yaratılışı değiştirememekte, ateist, kafir, müşrik ve namussuz bütün insanlar sonuçta, o, hesaba katmadıkları Allah’ın kendilerine bahşettiği uzuvlarla görmekte, işitmekte, koku almakta, hissetmekte, gülmekte, ağlamakta, sindirim, boşaltım ve teneffüs yapmaktadırlar. Kısacası, yaratılış kanunları tarafından kuşatılmışlık (buna emniyet içine alınmışlık da diyebiliriz) açısından bir insanla bir kaplumbağa arasında fark yoktur. İste bu manada bütün insanlar ve bütün varlıklar Allah’ın kullarıdır.

Ne var ki, her şeyin olduğu gibi, insan denen kulların da ‘iyisi’ ve ‘kötüsü’ mevcuttur. Kur’an ‘iyi kullar’ı değisik sıfatlarla anmıstır. Mesela Allah ‘kullarımız’ diyorsa (17/İsra,5) bu, Allah’ın, kendisine izafe edecek kadar O’nun rızasını kazanmış mü’min kullar olduğu anlamına gelir. Allah Nuh (37/Saffat, 81), İbrahim (37/Saffat, 111), Musa ve Harun Peygamberler (37/Saffat, 122) için ‘min ıbâdinâ’l mü’minîn’: “o, mü’min kullarımızdandı” demektedir. Allah diğer bazı peygamberleri anlatırken de (Muhammed: 8/Enfal, 41; Davud: 38/Sa’d, 17; Eyyub: 38/Sa’d, 41; Nuh: 54/Kamer, 9; Zekeriyya: 19/Meryem, 2), onlardan ‘kulumuz’ diye bahsetmektedir. Süleyman ve Eyyub Allah’a göre ‘ne güzel bir kul’durlar. (38/Sa’d, 30, 44). Demek ki peygamberler ‘iyi kullar’ın başında gelmektedir.

‘Abdün şekûr’ (17/İsra, 3): Allah’a şükredici, yani bir kez, mesela bir yemekten sonra karnı doyduğu için degil, her zaman Allah’a şükreden, sıfatı, Allah’a şükredici olmak olan kullar demektir. Fakat bunların sayısı da ne kadar azdır! (34/Sebe, 13). ‘Abdün müniib’ (34/Sebe, 9; 50/Kaf, 8): Allah’a yönelen, yönünü Allah’a döndüren, her an Rabbine karşı müteyakkız olan mü’min kullar demektir. Ibadul Muhlesıın: Allah’ın ihlaslı kulları olup, bunlara cennetlerde büyük mükafatlar hazırlanmıştır. (37/Sa)at, 40). Allah cenneti takvalı kullarına vaat etmiş ve miras bırakmıştır. (19/Meryem, 61, 63). ‘Allah’ın kulları’nın o cennetlerde içecekleri pınarlardan imrendirici bir üslupla bahsedilir. (76/İnsan, 6). Allah cennete mü’min kulları vâris kıldığı gibi, yeryüzüne de onlardan dilediklerini vâris kılar. Çünkü yeryüzü Allah’ındır. (7/A’raf, 128). ‘Allah’ın seçkin kıldığı kullar’ vardır (27/Neml, 59) ve bunların ilk akla geleni Peygamberler olmalıdır.

Bazen Allah’ın kendilerinden razı olduğu kullar ‘ıbâdurrahmân’ biçiminde anılırlar ve bunlar dünyada tevazu ile hareket eden, kibre kapılmayan edepli kullar olarak anılırlar (25/Furkan, 63).
İnsanın günahkarına da, tıpkı muttakisine denildiği gibi ‘kul’ denilebilmektedir. “Kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullar” vardır ve bunlar, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyip bağışlanma ümidi içinde olmaları salık verilir, günah bataklığına daha da batmamaları için uyarılırlar. (39/Zümer, 53). Zira Allah kullarının yapacağı tevbeyi kabul edendir (26/Şura, 25). Allah kullarına şefkatlidir (raûf) (2/Bakara, 207), onları görendir (3/Al-i İmran, 15). Allah kullarının kafirlik etmelerine razı değildir (39/Zümer, 7). Peygamberleri inkar eden kullar kendilerine ne kadar yazık etmişlerdir. (36/Yasin, 30).

Allah kullarından ğanîdir, onların hiçbir şeyine muhtaç değildir (39/Zümer, 7); O, kullarına kâfidir, onlara yeter, onların hakkından gelir. (39/ Zümer, 36). Ve Allah kulları üzerinde kâhirdir; onlar üzerinde her türlü tasarrufa sahiptir. (6/En’am, 18, 61). Fakat Allah asla kullarına karşı bir ‘zorba’ değildir, onlara asla zulmetmez (3/Al-i İmran, 182; 8/Enfal, 51 v.b.). Allah adaletli ve merhametlidir.

Allah’ın has kullarından bazıları meleklerdir. Musa Peygamber’in, kendisiyle yolculuk yaptığı, Allah’ın, katından ilim verdiği, ama kimliğini açıklamadığı yol arkadaşı da ‘kullarımızdan bir kul’ diye anılmıştır (18/Kehf, 65).

İlim, kulu kul olarak, Allah’ı da Allah olarak bilmeyi ve öyle iman etmeyi gerektirir. Kulları ilahlaştırmak çok ciddi bir sapmadır. Mekke müşrikleri nasıl ki melekleri dişil varlıklar (43/Zuhruf, 19) ve Allah’ın kızları olarak tasavvur ediyorduysalar (halbuki melekler Allah’ın kullarıdır), Hıristiyanlar da Allah’a çocuk isnad etmişler, Allah’ın İsa’yı (Yahudiler de Üzeyir’i) oğul edindiğini iddia etmişlerdir (19/Meryem, 88). Belki de hiçbir şey Allah’ı bu çirkin yakıştırma kadar gazaplandırmamıştır.

Herhangi bir insana Allah’ın sıfatlarını izafe etmek, uluhiyet ve rububiyet sıfatını tahsis etmek, o insanı Allah’ın bir cüz’ü kılmak demektir. Mekke müşrikleri birtakım geçmiş ‘büyüklerini’ bu şekilde putlaştırıyorlar, o insanları/kulları Allah’ın bir cüz’ü kılıyorlardı (43/Zuhruf, 15). Bu ise insanın açık bir küfrüne, nankörlüğüne, körlüğüne delalet etmektedir. Çünkü Allah Allah’dır, kul ise kul. Bunu böyle takdir edememek, insanoğlunun düşebileceği en feci bir dalalettir. İşte Hıristiyanlar da İsa’yı tıpkı Mekke müşrikleri misali, Allah’ın bir cüz’ü kıldılar.

Kur’an’da Ehli Kitab’ın taşkınlıkları tenkid edilirken, hiçbir peygamberin, Allah’ın kendisine vahiy, hikmet ve nübüvvet verdikten sonra kalkıp da insanlara: “Allah’ı bırakıp da bana kul olun” demesinin mümkün olmadığına, bilakis insanları Allah’a halis kullar olmaya davet etmek durumunda olduğuna dikkat çekilmektedir. Bunun da ötesinde bir Peygamberin, sadece Peygamber’i değil, melekleri ve diğer enbiyâyı da ilah edinmelerini önermesi olacak şey değildir. (3/Al-i İmran, 79). Zira böyle bir ilahlaştırma açıkça kafirliktir. (3/Al-i İmran, 80). Burada ‘hiçbir insan’ kaydıyla aslında İsa Peygamber’in kastedildiği açıktır. Şu halde “biz Hıristiyanız” diyenlerin yaptığı, kafirlikten başka bir şey değildir. Öyleyse İsâ Allah’a kuldur, annesi Meryem Allah’a kuldur, diğer peygamberler de Allah’a kuldurlar.

Oysa ki diyor Kur’an, İsa ve annesinden kinaye olarak, “göklerde ve yeryüzünde var olan her şey, Rahmân Allah’ın huzuruna sadece birer kul olarak çıkarlar.” (19/Meryem, 93). Kafirlerin Allah’a izafe ettikleri melekler, Peygamberler ya da Peygamber annesi gibi insanlar tamamen Allah’ın ilmi ve ihatası altındadır, hepsi de kıyamet gününde O’nun huzuruna teker teker, yalnız başlarına geleceklerdir. (19/Meryem, 94).

Bu ayetlerin net mesajı nedir? Mesaj şudur: İster insan olsun, ister melek, kafirlerin, müşriklerin akıllarından geçen veya geçmeyen bütün varlıklar, Allah’ın ilahlığında en küçük bir paya bile sahip değildirler. Bunların hepsi nihayetinde yaratılmış varlıklardır ve hepsi de Allah’ın egemenliğine boyun eğmiş, teslim olmuşlardır. Bu kulluktur ve kulluk teslimiyeti gerektirir.

İsa (as) da bizim gibi bir beşer olmasına rağmen, Hıristiyanlar onu tanrılaştırmışlardır (19/ Meryem, 30). Halbuki ne İsa Mesih, ne de diğer melekler Allah’a kul olmaktan imtinâ etmezler (4/Nisa, 172). İsa, Allah’ın kendisine nimetler verdiği ve İsrailoğullarına örnek kıldığı bir Rasuldür (43/Zuhruf, 59). Kendisinden önce gelip geçmiş rasullerden biridir (5/Maide, 75). Allah İsâ’ya bazı ikramlarda bulunmuştur (21/Enbiya, 26) fakat, ikram edilmiş tek Rasûl değildir. O bir elçidir ve kendinden önceki birçok elçi gibi hayatı mucizevi sahnelerle doludur. Bu demektir ki, İsa’nın, müşriklerin zannettiği gibi, Allah’a kul olma konusunda bir sorunu, sıkıntısı yoktur. Sorun müşriklerin zihinlerindedir.

Kur’an’ın, sırf o günkü Hıristiyanları eleştirmek için İsa ile ilgili açıklamalara yer verdiğini iddia edebilir miyiz? Kanımızca bu mümkün değildir. Bu açıklamalarda, Muhammed ümmetine, Peygamberlerini İsa’ya yapılana benzetmemeleri hususunda önemli uyarılar bulunmaktadır. Kur’an’ın uyarıları bu kadar ‘sıkı’ olmasaydı, Muhammed (sav)’i, Allah’ın İsa’dan daha büyük bir oğlu kılma girişimlerine kim engel olabilirdi? Oysa ne İsâ, ne Musa, ne Muhammed ne de bir başka Peygamber tanrısal niteliğe sahiptir: Peygamberlerin tamamı Allah’ın kulu ve elçisidirler. Allah, elçilerini ‘kullarım’ diye anmaktadır (38/Sa’d, 45) ve Peygamberleri, “yemek yemez birer ceset olarak yaratmadık” buyurmaktadır. İlave olarak, onların hiçbiri ebedî değildir, hepsi de ölümlü varlıklardır. (21/ Enbiya, 8).

Tam bu noktada, İslam imanının bir cümlecik manifestosu diyebileceğimiz kelime-i şehadetin yarısının “ben tanıklık ederim ki Muhammed Allah’ın kulu ve rasulüdür” sözü ne kadar büyük bir anlam kazanmaktadır. Bu akidenin sağlam bir şekilde bizlere kadar intikal etmesini sağlayan rabbimize sonsuza kadar şükretmemiz için bir sebeptir bu. Evet Muhammed Allah’ın rasulüdür, elçisidir, nebisidir ve fakat unutulmamalıdır ki aynı zamanda Allah’ın, onu Peygamber seçen Rabbinin kuludur. O da yemek yiyen, çarşıda pazarda gezen, yani tıpkı bizim gibi, tıpkı bütün insanlar gibi aynı bedensel özelliklere, aynı fiziki/biyolojik ihtiyaçlara sahip bir insandır. (17/İsra, 93). O da ebedi değildi, yaşadı ve öldü. O da diğer insanlar gibi, diğer peygamberler gibi Allah’ın takdir ettiği gün dirilecek ve o da herkes gibi Rabbinin huzurunda hesap verecektir. (7/A’raf, 6).

Toplum ne zaman ki Kur’an’ı sırtlarının ardına atmış, işte o zaman kendileri gibi varlıkları evliya, aziz, ermiş, kurtarıcı, büyük insan gibi birtakım sıfatlarla yüceltmişler, onları ilah edinmişlerdir. İşte Kur’an, bu ilah edinilen varlıkların, tıpkı onlara tapanlar gibi kullar olduklarını hatırlatmakta ve onların hiçbir çağrıya cevap veremeyeceklerine dikkat çekmektedir. O varlıklar için Kur’an, “tıpkı sizin gibi kullardır” demektedir. (7/A’raf, 194). Kehf suresinin 102. ayetinde, Allah’ı bırakıp da, herhangi bir kulu (adı, sanı, sıfatı ne olursa olsun) evliyâ (velî) edinenlerin kafirler olduğu açıkça bildirilmektedir. İnsanların heva ve heveslerine tabi olarak aynen kendileri gibi bir bedene sahip olan, kendileri gibi doğumlu ve ölümlü, kendileri gibi hastalanabilen, acıkıp susayan, yemek yiyen, yorulan ve dinlenme gereği duyan; evlenme, sevme, sevilme, gülme, ağlama gibi ihtiyaçları olan, yaşamak için oksijene ihtiyacı olan v.b. insanları şeyh, evliya, ermiş, aziz, gavs, kutub, kutb-u azam, mehdi, Mesih, ulu önder v.b. edinmeleri işte bu ayetin kapsamına göre kafirliktir. Allah insanları bu tür şerikleştirmelerden korumak için nebiler, rasuller göndermiştir.

Demek ki insanların şu veya bu şekilde, şu veya bu isimle tazim ettikleri, yücelttikleri, normalin ötesinde saygı gösterdikleri bütün insanlar tıpkı diğerleri gibi, bizim gibi kullardır. Allah ilk başta peygamberlerin kul olduğunu vurgulamaktadır. Peygamberlerin kul olduğu gerçeği, öteki bütün insanların yüceltilmesini bir çırpıda ve kolayca yadsımaktadır.

Kul olmak, kulun Rabbine karşı daima tezellül içinde olmasını gerektirir. İnsan Rabbine karşı edepli olmalı, haddini aşmamalı, O’nu daima yüceltmeli, O’nu sena etmeli ve O’na kulluk yapmalıdır. İyi bir kul, sadece zor günlerinde değil, aynı zamanda iyi günlerinde, sağlığı yerinde iken, varlıklı ve ‘güçlü’ olduğu zamanlarda da Rabbine itaat etmeli, O’nun emrinden çıkmamalıdır.

Ve iyi bir kul her gün beş kez Rabbine secde etmelidir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *