Terör (Dehşet)

Terör (Dehşet)

Teröre başvurmayı, ondan yararlanmayı hiç gündemine sokmayan İslam tersine teröre karşı tavır almış ve kabul edenlerini şiddet kullanmaktan menetmiş, yani terörden uzak bulunmakla emretmiş, şiddetin Allah’ın kulları üzerinde yaptığı menfi tesirlerden onları korumak istemiştir…

Ercümend Özkan

Arapça tedhiş kelimesinin Fransızcası olan Terör; dehşet verme, korku salma, korkuya düşürme, şaşırtma, korkutma, yıldırma gibi anlamlar taşımaktadır. Tarihin ilk günlerinden beri insanoğlunun anlamını yaşadığı ve yakından tanıdığı bir kelimedir. Yakın tarihte devletler eliyle uygulanmasının resmileşmesinden bu yana ‘terörizm-tedhişçilik’ olarak yaygınlaşmış ve yalnız devlete de has kalmayıp, şahıs boyutundan örgüt boyutuna kadar çeşitli boyutlarda kendini göstermiştir.

En yaygın olarak siyasal bir hedefe ulaşmak amacıyla devlete, halka ya da bireylere karşı sistemli şiddet eylemlerine başvurma olarak tanımlanabilecek terörizm, özellikle emperyalizmin boyutlarını dünya çapında büyütmeye başlamasından bu yana bütün dünya halklarına karşı güçlü emperyalist devlet veya devletlerce de uygulanmış ve uygulanmaktadır. Aztek ve Mayaları Meksika’da, İnkaları Güney Amerika’da güdümlerine en kısa zamanda alabilmek için İspanyolların geniş kitle kırımlarıyla yaygın olarak uyguladığını bildiğimiz gibi, aradakileri bir çırpıda geçersek günümüzde dünya milletlerini NATO’yu, BM’yi de kullanarak terörle siyasi amaçları istikametinde susturmaya çalışan Amerika’yı en taze terörist devlet (süper emperyalist güç) olarak rahatlıkla gösterebiliriz.

Sağcı, solcu siyasal örgütler, milliyetçi ve etnik gruplar, devrimciler ve devletlerin ordu ya da gizli polis örgütleri çeşitli biçimlerde tarihte ve günümüzde terörist yöntemlerden yararlanmış ve yararlanmaktadırlar. Dinî amaçlı terörist örgütlere de hem tarihte hem de günümüzde sıkça rastlanmış, bu tür terörist örgütler ortadan kalktıktan sonra bile bunların süren tesirlerinin toplum üzerinde izleri kalmaktadır. En meşhur terörist örgüt olarak Hasan Sabbah (Ö. 1124 Milâdi)’ın Haşhâşîleri tarihte derin izler bıraktığı gibi, devlet terörünün en meşhur ismi olarak da Haccâc-ı Zâlim (Haccac bin Yusuf, D. 661, Ö. 714) Emevî yönetimini oturtmakta birinci derecede terör uygulamış bir vali olarak adı darb-ı mesel hâline gelmiş bir teröristtir. Devlet terörü hemen hiçbir asırda durmadığı gibi şahıslardan örgütlere kadar uzanan boyutlarda terör sürüp gelmiştir.

Terör normal olarak kanun dışıdır. Bu sebeble devlet terörü, devlet kanunu, hukuku temsil ediyorsa yadırganagelmiştir.

Terörizme tarihin her döneminde ve bütün ülkelerde rastlanmıştır. Eski Yunanlı tarihçi Ksenofon (i.ö. 431-354) eserlerinde düşman topluluklarına karşı psikolojik savaşın etkisinden söz ederek bu konuya değinir. Tiberius (hd. 14-37) ve Caligula (hd. 37-41) gibi Roma imparatorları yönetimlerine karşı çıkanları yıldırmak için sürgün, mal ve mülklerine el koyma, idam gibi yollarla terörizmin en koyu örneklerini verdiler.

İspanyol engizisyonu dinden çıkmakla suçladığı kişileri cezalandırmak için keyfi tutuklama, işkence, idama mahkûm ettiklerini diri diri ateşlerde yakarak uzun süreli ve açık bir terörizm uyguladı. Fransız Devrimi sırasında terörizme başvurulmasını açıkça savunan Robespierre’nin hüküm sürdüğü dönem tarihe Terör Dönemi (1793-1794) olarak geçti. Amerika iç savaşından sonra Güneyliler yeniden inşa yanlılarını sindirmek için Ku Klux Klan adlı bir terör örgütü kurdular. Bu örgütün hâlâ kalıntılarını zaman zaman görmekteyiz. 19. yüzyılın ikinci yarısında terörizm Batı Avrupa, Rusya ve ABD’deki anarşizm yanlılarınca yaygın olarak benimsendi. Anarşistler devrimci siyasal ve toplumsal değişiklikler için en iyi yolun gücü elinde bulunduran kişileri öldürmekten geçtiğini düşünüyorlardı. 1865-1905 arasında bir dizi hükümdar, devlet başkanı, başbakan ve başka devlet görevlileri anarşistlerin silah ve bombaları ile öldürüldüler.

Terörist eylem ve uygulamalar 20. yüzyılda büyük değişiklikler geçirdi. Terörizm aşırı soldan aşırı sağa uzanan yelpazede çok sayıda harekete damgasını vurdu. Otomatik silahların ve elektrikle patlatılan kompakt patlayıcıların geliştirilmesi teröristlere daha büyük bir hareketlilik ve vurucu güç kazandırdı. Terörizm Hitler yönetimindeki Nazi Almanyası ve Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği gibi bazı totaliter rejimler tarafından, resmen kabul edilmese de, bir devlet politikası olarak uygulandı. Bu ülkelerde herhangi bir yasal sınırlama olmaksızın korku ortamı yaratmak ve halka ulusal ideoloji ile devletin ilan ettiği ekonomik, toplumsal ve siyasal amaçları benimsetmek için tutuklama, hapis, işkence ve idama başvuruldu.

İkinci Meşrutiyetin ilanından itibaren iktidarı ele geçiren İttihatçılar da politikalarını benimsetmek ve muhaliflerini susturmak için ülkede terör estirdiler. Bunun devamı olarak Cumhuriyet’in ilanından itibaren nerede ise 30 yıl boyunca Cumhuriyeti kuranlar yine aynı amaçla, politikalarını ülke halkına kabul ettirmek, karşı çıkanları susturmak, sindirmek ve giderek silmek için Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi terörist yöntemler kullandılar. Ülke hâlâ bu devlet terörünün izlerini taşımaktadır. Toplu kıyımlar, sürgünler, ağır hapis cezaları, suikastlar ve özellikle başkentin o yıllar merkezi sayılan mahalde hiçbir gün eksik olmayan idam sehpaları bu devlet terörünün yakın tarihe geçmiş tezahürleridir.

Bununla birlikte terörizm daha çok, var olan siyasal kurumları sarsmak ya da yıkmak amacında olan birey veya gruplarla özdeşleştirildi. Sömürgeciliğe karşı bağımsızlık mücadelelerinde (İrlanda, Cezayir, Vietnam) aynı topraklar üzerinde hak iddia eden ulusal toplulukların çekişmelerinde, farklı dinsel mezhepler arasındaki çatışmalarda (Kuzey İrlanda) ve yönetimlerle devrimci güçler arasındaki iktidar mücadelelerinde (Malezya, Endonezya, Filipinler, İran, Nikaragua, El Salvador, Arjantin) taraflar çoğu kez birbirlerini terörizme başvurmakla suçladılar.

Modern iletişim araçlarının devreye girmesiyle terörizmin halk üzerindeki etkisi daha da arttı. Şiddet eylemlerinin televizyonda haber konusu olması ve bu yolla mesajların doğrudan milyonlarca kişiye ulaşması, taleplerin, yakınmaların ve siyasal amaçların propagandasında kullanılmasını getirdi. Günümüzde terörizmin daha önceki uygulamalarından bir farkı da, kurbanların genellikle rastgele seçilen ya da terör eylemleri sırasında tesadüfen olay yerinde bulunan suçsuz kişilerden oluşmasıdır. Avrupa’daki çoğu terörist gruplar, ana siyasal akımlardan ayrılmaları ve hedeflerinin gerçekçi olmamasıyla 19. yüzyılın anarşistlerine benzetilebilir. Halkın desteğini bulamayan bu grupların yöneldiği başlıca mücadele biçimi adam kaçırma, suikast, uçak kaçırma, sabotaj ve bombalama gibi eylemlerdir.

Almanya’daki Baader-Meinhof grubu, Japonya’daki Kızıl Ordu, İtalya’daki Kızıl Tugaylar, Porto-Riko’daki FALN, Fransa’daki Doğrudan Eylem, 20. yüzyılın en önemli terörist grupları arasında sayılabilir.

Yahudilerin İngiliz idaresindeki Filistin’e göçmeye başladıklarından itibaren geldikleri topraklarda estirdikleri terör sonucu ortaya çıkan İsrail Devleti ile de devlet terörü olarak sürmektedir. Filistinliler üzerinde estirdikleri terörün her gün dünya kamuoyuna yansıyan örneklerini TV haberlerinde seyrediyoruz. Filistin’in halkını yıldırmak için kullandıkları yöntemlerin her çeşidine işkencelerden, taşla kol kırmaya kadar her çeşidine tanık oldu, bütün dünya.

Şah yönetimindeki İran’da devlet terörü uzun yıllar müslümanları yıldırmak, vazgeçirmek ve teslim almak için başvurmadığı yol bırakmadı. On binlerce insanın nasıl telef edildiğini ele geçirilen vesikalar göstermektedir.

Irak’ta özellikle Baas yönetiminde Irak halkının Arab’ı, Kürt’ü ve Türk’ü ile nasıl bir devlet terörü ile yok edilmeye çalışıldığının, hem de kitlesel olarak en son olayı Halebçe Katliamıdır. Bu terör hâlâ bütün şiddetiyle sürmektedir.

Suudi Arabistan, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas, Filipinler, Sudan, Necibullah’ın Afganistan’ı, Hindistan, Endonezya, Yugoslavya, Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan devlet terörünün özellikle müslümanlara karşı nasıl kullanıldığının açık sergi alanları sayılır. Cumhuriyet’in ilk 30 yılındaki devlet terörü, şiddetini azaltarak da olsa el’an sürmektedir. En küçük bir şeyin bile bahane edilerek müslümanlar üzerinde estirilmek istenilen baskı herkesin gözleri önünde cereyan etmektedir. Meclis resmen Devlet Güvenlik Mahkemeleri kanununu çıkardığından ve bu mahkemeler çalışmaya başladığından beri artık devlet terörünün vasıtası resmen bir mahkemedir Türkiye’de. Göz göre göre ayağı ile çağrıya uyup ifade vermeye gidenlerin ifadesini almayıp siyasi polise havale eden ve kanuni gözaltı süresi olan 15 günü doldurmadan kimseyi duruşmaya çıkarmayan uygulamaları ile DGM’ler, devletin vatandaşının gözünü korkutma, yıldırma ve rejimin isteklerini şiddet (terör) kullanarak kabul ettirme araçları olarak çalışmaktadır. Kendi kanunlarını bile dinlemeyen bu mahkemeler, sanki kanunlar üstü mahkemelerdir. Hemen her kesimin ittifak ettiği husus budur DGM’ler hakkında. İşleyiş biçimiyle herkesin dikkatlerini üzerine çekiyor ve tutuklamadan başlayarak karar safhasına kadar korkutucu (terörist) etkisinin eksilmemesine özel özen gösteriyor.

Terör ile ilgili olarak yazılacak, söylenecek çok şeylerin bulunduğu bilinmektedir. Biz örnekleri kısa kesmekte yarar görüyoruz yazımızı daha da uzatmamak için. İsteyenlerin terör konusunda gerek dünyada, gerekse Türkiye’de birçok malzeme bulabileceği de bilinmektedir. Biz şimdi yaşadığımız yılları, bu yıllar içinde etkinliği gittikçe artan radikal İslâm’ı ve İslâm’a yamanmak istenilen terörü söz konusu etmek istiyoruz.

İslâm, dost-düşman herkesin hissettiği, gördüğü gibi yeniden diriliyor. Bu diriliş İslâm’ın, müslümanım diyenlerde canlanması, dirilmesi manasındadır. Bizatihi İslâm hiç ölmedi zaten ve hep canlı, diri olarak bulunageldi. Lâkin bir fikir sistemi, bir hayat tarzı için ölü veya diri demek onun insanlar üzerindeki etkisiyle ölçülüyor. İnsanları öldüren ve insanları canlandıran durumlara göre ölü veya diri deniyor.

İslâm, Adem (a.s.)’den beri kendini insanlara kabul ettirmek için hiçbir gün terörü düşünmemiş, gündeminde bulundurmamıştır. Kur’an’ın ifadesiyle daha başlangıçta insanlar üzerinde tazyik kullanılmamasını, zor kullanılmamasını onu kullarına gönderen Allah peygamberine hitaben, “Sen insanlar üzerine gönderilen bir bekçi ya da gözleyici değilsin.” diyerek emretmiştir. Kendilerine hak iletildikten sonra kabul eden eder, etmeyen de kendisi bilir. Allah elbette sonunda hesaba çekicidir ve insanlara soracağı gibi peygamberlere de soracaktır. Aşırılık edenleri Allah’a bırak demesi Kur’an’ın bu konudaki tavrını açıkça ortaya koymakta ve hiçbir zaman tereddüde yer bırakmamaktadır. Ayrıca “Dinde zorlama yoktur” kesin ifadesi de, zorlamanın değişik dozlarıyla teröre kapı açacağının bilinmesindendir. Zaten zor, zatı itibariyle terördür. Bu bakımdan kabul veya reddedenlerin bu kabul veya redlerinde herhangi bir bahane ileri sürememeleri ve tamamen serbest iradeleri ile kabul veya redlerini izhar edebilmelerinin sonucunda sorumlu olacaklardır. Aksi hâlde zor altında bir şeyi yapan veya ondan kaçınan kimsenin, hesabı soracak olana karşı bahanesi bulunabilecektir. Allah bu bahaneyi ortadan kaldırmakta ve bahanesiz olarak konuyu netleştirmektedir.

Müslümanım diyenlerin dünya görüşlerini İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’an belirlediği gibi davranış biçimlerini de yine aynı kaynak belirlemektedir. Peygamber dahi, hatta başta olmak üzere, teslim olduğunu söyledikten sonra her şeyini Kur’an’la tarif etmiş ve insanlara bu tavrı ile örnek olarak gösterilmiştir.

Teröre başvurmayı, ondan yararlanmayı hiç gündemine sokmayan İslâm tersine teröre karşı tavır almış ve kabul edenlerini şiddet kullanmaktan menetmiş, yani terörden uzak bulunmakla emretmiş, şiddetin Allah’ın kulları üzerinde yaptığı menfi tesirlerden onları korumak istemiştir. Zira şiddet insan tab’ını bozan, doğasındaki hassas dengeyi alt-üst eden ve sonuç olarak sağlıklı bir kişilik oluşmasını engelleyen şeylerin başında gelir. İslâm düzen olarak, insanların uyması hâlinde fıtratlarına uygun yaşamayı mümkün kılan tek düzen olarak öncelikle insan doğasının bozulması ve yaratıldığı doğallığı korumasına özen gösteren Rahman Yaratıcı’nın koyduğu kaidelerin adıdır. O, yarattıklarının hepsi için gerçekten merhameti fazla olan, yarattıklarına acıyan, onların rızıklarını üzerine alan, bütün aczlerinde onlardan yardımını esirgemeyendir. Bu sıfatların tabii sonucu olarak yarattıklarını görüp gözetmekte ve yardımını esirgememektedir. Kullarına yapmayı öğütlediği şeyler bakımından bu amacı gerçekleştirici olduğu gibi onları sakındırdığı şeyler bakımından da aynı amaca yönelik kaideler koymuştur.

İslâm’da yapılması yasak olan şeylerin tümü ile, yapılması emredilen, tavsiye edilen şeylerin tümünün icmali yapıldığında ortaya çıkacak/çıkan sonuç şudur: İnsanın kendisi ile barışıklığının sağlanması.. Kendisi ile barışık olan insanın çevresindeki diğer insanlarla barışık olabilmesi en mümkün hale geliyor/gelir demektir. Kendisi ve çevresi ile barışık olan kulun, Rabbi olan Allah ile de barışıklığı gerçekten en müsait ortamını bulmuş olacaktır. İşte bu entegre barışıklık yaşanan hayatı güzel kılan gerçek olduğu gibi, ileride yaşanacak (ahiret) hayatını da güzel/aziz kılacak gerçektir.

Biraz açıklık getirici örnek vermekte yarar umuyoruz. Mesela başkasının kazandığını, onun rızası hilafına zimmetine geçiren birisini düşünelim. Bu kişi kendisi için uygun bulduğunu başkası için uygun bulmayacaktır. Yani kendisinin kazandığını, rızasının hilafına kimsenin almasından razı olmayacak demektir. Öyle ise kendisi için güzel/iyi olanın başkası için iyi olmayacağı ortaya çıkacaktır. Hayat bir çelişkiler dünyasının yaşanmasından başka bir şey olmayacaktır. Hâlbuki hayat bir uyumluluk ortamının adıdır. Tenakuzların değil, çelişkilerin değil uyumlulukların toplamı olan hayat tatlı hayattır, anlamlı hayattır, mutlu hayattır.

İslâm insanı örneğin yalan söylemekten mi alıkoymak istiyor. Yalan söylemeyen insan kendisi ile kolay barışabilen insandır. Doğal olarak çevresindekilerle esaslı müşkilleri çıkmayan/daha kolay anlaşıp güvenebilen ve güvenilebilen insandır. Çevresi ile barışıklığı kolay olan insandır. Sonuç olarak kendini yaratanla diyaloğu rahat olan insandır. Haksızlıktan uzak duran insan, kendine karşı dürüst olmanın esaslı adımını atmış insandır. Kendine karşı dürüst olabilenin de başkalarına karşı dürüst olmaması mümkün olmaz. Elbette Rabbine karşı da dürüst olacak ve bütünüyle bu tutarlılık onda mutluluk meydana getirecektir.

Yapılması emredilen şeylerin tümü ile, kaçınılması emredilen şeylerin tümünün ortak paydası insanı fıtratına uygun yaşatmaktır, bir küçük cümle ile ifade edilmesi hâlinde.. Fıtratına uygun yaşayanın problemleri asgari düzeyde kalacak, mutluluğu ise azamî boyutlara ulaşacaktır ki her düzenin iddiası da insanları yalnız bu dünyada olsa bile mutlu kılmak değil midir? İddialarının böyle olması kendilerinin de öyle olmasına yetmiyor tabii. Yetebilmek, yetkin olmakla mümkündür. Yetkinlik insan tabiatının ifade edilebilme oranının yüksekliği nisbetinde mümkündür. Bu imkân ise yalnızca İslâm’da vardır. Belki İslâm dışı yaşam biçimlerinde pek küçük parçalar hâlinde ve birbirinden kopuk bazı doğruların bulunduğu doğrudur. Lâkin bu denli kopuk ve ilgisiz parçaların entegre ve bütüncül bir doğrular yumağının vereceği sonucu verebilmesini düşünebilmek de mümkün değildir.

Konumuz itibarıyla terör’ün gerek şahıs planında gerek örgüt planında gerekse devlet boyutlarında anlamının özellikle de İslâm açısından iler-tutar yanı yoktur, olamaz da. Rabbimiz Allah yarattığı hiçbir şeyde şedid olmamıştır. Dövülen demire verilecek biçim için ona şiddetle vurulması, onun tabiatının, alacağı şekli alabilmesi için uygulanması zaruri (doğasından kaynaklanan) bir eylem olmasını şiddetin İslâm’da yeri bulunması olarak anlamanın ne denli yanlış olacağını söylemeye gerek olmamalı değil mi? Bu örneğimizi “şedid’ül ikab” (şiddetli ceza, sonuç) ifadesine getirmek istediğimiz açıklık nedeni ile veriyoruz. Bütün açıklamalara rağmen, yapılacak şeyin kötülüğünün netleştirilmesine rağmen veya yapılması istenilen iyiliğin yapılmaktan kaçınılması hâlinde gerçeğe kulak asmayıp, arkasını dönenlere uygulanacak sonun (ikab) şiddetinden bahsedilmesi fıtratın gereğidir. Birini öldürerek evini de soyana verilecek/verilmekte olan cezanın, fırından açlığı nedeni ile bir ekmek çalandan fazla (şiddetli) olması, nasıl bir terör değil, yapılan işin doğal sonucu olarak ortaya çıkıyorsa, söylemek istediğimizi böyle anlamakta zaruret vardır.

Terör, zulümdür. Zulüm ise “bir şeyi ait olmadığı yere koymak” olarak tanımlanıyorsa, bu takdirde hafif bir şey için ağır bir sonuç doğurmak zulüm olurken, ağır bir suç için de hafif bir ceza uygulamak da zulüm olur. Zira ikisi de bir şeyin ait olduğu yerden başka yere konulması olarak tezahür ediyor. Bu sebeple Allah’ın en çok önem verdiği şeye kulu olarak hiç önem vermemesi, örneğin şirke girmesi, küfretmesi’nin sonucu da elbette en ağır sonuç olacaktır. Tabii olan budur.

Terör, yani şiddet nedir denildiğinde çok genel olarak kullanılan şiddettir demek mümkün değildir. Kınanan, kaçınılması gereken şiddettir söz konusu ettiğimiz ve etmemiz gereken.

İslâm her şeyin en şiddetlisinin cereyan ettiği savaşta bile bu manadaki şiddet(terör)den kaçınmakta ve kaçındırmaktadır. Savaş, savaşılan taraf ile bilfiil öldürüşme olayıdır. Böylesi bir tarifin yadsındığı da görülmemiştir. Lâkin buna rağmen karşı tarafa galebe çalabilmek, onların savaş gücünü kırabilmek için ağaç kesmek, ekin yakmak, sularını zehirlemek, öldürülen kimsenin diğerlerine korku (dehşet) salmak için burnunu, kulağını kesmek, cesedin vücudunda aynı amaca yönelik olarak yaralar açmak veya bunu savaşılan henüz ölmeden yapmak, savaşmayan kimselere dokunmak, kadın ve çocuklara zarar vermek ve benzeri dehşet verici şeylerden sakınılması hemen herkes tarafından bilinir, yaygın bir bilgidir. Düşmana karşı korkutucu (dehşet verici) görünmeye yönelik saçın-sakalın, bıyıkların uzatılıp savaş kılıklarına bu amaçlı biçimler vermek her ne kadar savaşlarda vazgeçilmez şeyler olmuşsa da, böyle görünmek ayrıdır, fiilen yukarıda saydığımız dehşet (korku) verici şeyleri yapmak ayrı şeydir. Birincisine müsaade edilmişken, ikincisine kesinlikle müsaade edilmediği gibi yasaklanmıştır. Yasaklanan terördür. Teröre müsaade yoktur İslâm’da.

Olayları iyi tahlil etmek, olayın cereyan ettiği şartları iyi değerlendirmek, faillerinin durumunu ve kime karşı yapıldığını da yerli yerinde tesbit etmek, sonucun sıhhatli bir şekilde belirmesinde çok önemlidir. Meselâ hepinizin hatırlayacağı gibi Lübnan’daki olayları hatırlayalım. Toprakları işgal edilmiş müslümanlar.. Amerikası, Fransası, İngilteresi, Lübnan’da işgalci olarak askerleriyle bulunurken ve müslümanlara her şeyi reva görürken, içinde bulunduğu şartlarda, işgal edilmiş ülkesinde düşmana karşı müslüman ancak yapılabilecek şeyleri yapıyordu. Örneğin bir kamyona patlayıcıları dolduruyor ve kendi nefsini feda etmeyi de göze alarak düşmanın asker dolu kışlasına doğru sürüyor ve patlayıcılarla beraber havaya uçuyordu. Tabii 280 civarında düşman askerinin cesedi ile birlikte.. Bu olay lügat anlamıyla terör (dehşet verici olay) olmasına rağmen, ıstılah manası ile terör değildi. İşgal edilmiş topraklarında nöbete giden bir düşman askerini, usulüne uygun olarak öldürmek, cephaneliğini becerip havaya uçurmak elbette ki terör değildir, yani günah anlamındaki terör değildir. Sonuç olarak yine karşı tarafın üzerinde dehşet (yani korku) yaratılarak varılmak istenilen sonuçlar vardır ve yapılan işler de bu sonuçları doğurmak içindir.

Eğer işgal edilmiş topraklarda düşmana karşı yapılan şeyler terör olsa idi -haram anlamında terörden söz ediyoruz tabii- bu takdirde İngiliz’e, Fransız’a, İtalyan’a, Yunan’a, Rus’a karşı savaşmak da terör sayılmalı idi. Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin, Rumların Anadolu’da müslümanlar üzerine yaptıkları tamamiyle terörist eylemler iken, Osmanlı devletinin onlara, yaptıklarının misli ile bile olmayan cevabı, aldığı tedbirlerin hiçbiri terör değildi.

Bugün İsrail’de (Filistin) müslümanların işgal edilen toprakları üzerinde düşmana karşı yaptıkları genelde terör değildir. Örneğin müslümanlar bugün Filistin’de yahudilerin bebeklerini öldürseler bu terör olur. Özel olarak bunu yapsalar bu terördür. Lâkin İsrail askerlerine, polislerine, memurlarına karşı yapılan hareketler, boyutları İslâm’ın yasakladığı hadlere ulaşmadıkça terör değildir.

Kuzey İrlanda’da IRA’nın yaptıkları, işgal edilmiş topraklarda yapılanlara verilebilecek cevaplardır. İngilizlerin Kuzey İrlanda’yı işgale devam etmesi ve bunu sağlamak için yaptıkları terördür. Bugün Amerika’nın, dün İngiltere’nin dünyayı sömürgeleştirmek, çıkar sağlamak için yaptıklarının tümü askerî siyâsî, ekonomik, kültürel cinsten de olsa terördür. Güçlü yapınca yani yapanı cezalandırılmayan eylemler suç olmaktan çıkıyor mu? Güçlünün haklı olduğu bir dünyada, özellikle son asırlar, yaşanıyor olması hiçbir zaman güç ile hakk arasında doğrudan bir bağ bulunduğuna işaret etmez. Hakk’ın güç vermesi, sonuç olarak da haklının güçlü olması gerçeğini, yanlış uygulamalar ne kadar uzun sürerse sürsün değiştiremeyecektir. Her şeyin aslına rücû edeceği eğer doğruysa, asıl olan haktır, haklılıktır. Güç de eninde sonunda onun olacaktır.

Görülmemiş miktarlarda askerler yığarak Ortadoğu ve dünyada terör estiren Amerika’dır. Yanına müttefikler bulmasıyla suçunu paylaşmak istiyor. Tek başına suçlu olmakla, birçok suç ortağı ile suç işlemenin arasındaki farktan yararlanmak istiyor. Bir suçlu yanına ne kadar ortak bulursa bulsun, unutulmamalı ki suçludur, suçu, ortakları çoğaldıkça azalmaz, bilakis artar. Zira şebekeye girer. Şebeke hâlinde suç işlenmesiyle de suçlular azami hadlerde cezalandırılırlar. Garib olan odur ki suçlarını işlerken ortak arayanlar, suçluluk psikolojisinin kaçınılmaz sonucu olarak daha az suç işlediği veya suçunun suçlular arasında dağılacağı zannı ile bunu yaparlar. Gerçek ise aslâ böyle değildir. Suç şebekesi kurmak ve suçu şebeke ile işlemek, suçlu sayısı ne kadar çok olursa olsun her biri için verilecek cezanın şebekenin işini kolaylaştırıcı yardımından ötürü en fazlası olacağını bilmeyen yoktur. Bütün kanunlar da bu cezalandırma esasından hiç uzaklaşmamışlardır.

Yanına Birleşmiş Milletler’i almak, Avrupa’yı almak, Türkiye’yi almak haklılığa işaret değil, suçluluğun boyutlarının büyüklüğüne karinedir.

Yeryüzünde fert fert insanların yarattıkları terörü binlerle çarpsanız Amerika’nın yalnızca İkinci Dünya Savaşından bu yana devlet olarak faili bulunduğu terörün birinci basamağına eremezsiniz. Gorbaçov’a sıkıldığı söylenen kurşunu, milyarlarla çarpsanız, yalnızca Stalin döneminde estirilen terörün milyarda birine ulaşamazsınız. Eğer terörse bile Filistinlilerin İsrail askerine, polisine yaptığını 100 ışık yılı tutan rakamlarla çarpsanız, onların yalnızca Yom Kipur’da yaptıklarına yine de güneş ile dünya arasındaki mesafe kadar uzakta kalırsınız.

Bir suçu güçlü işleyince suç olmaktan çıkıyorsa terörü estirenler, terörist eylemler yapabilenler de yapabildikleri iş (terör) nisbetinde güçlü sayılmalı değil midirler? Zira bir işi başarmak şöyle veya böyle güçlü olmayı gerektirir. Bu çifte standard her şeyde olduğundan daha fazla bu konuda batıcı oluyor ve insanlara batıyor.

İnsanlar artık akıllarını başlarına alıyorlar. Düşünüyorlar.. Düşünmek, yaşamaya başlamak demektir. İnsanlar yaşamaya başlayınca da aykırı insanlar öleceklerdir, biteceklerdir. Düşünebilmek bütün kötülüklerin buzkıranıdır. Düşünmekle, doğru düşünebilmek arasındaki mesafe mesafelerin en kısasıdır. Düşünebilme süreci başlamıştır. Bu bilhassa müslümanlar açısından böyledir. Yayılacak, aydınlatacaktır bütün dünyayı..

Müslüman (terör) dehşet salamaz, gerçekleri salar. Müslüman dehşetten medet ummaz, hakikatten medet umar. Allah ise bizzat Hakktır, hakikattir..

(İktibas, sayı 144)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *