İslâm’dan üzerinde bir şeyler bulundurmak demek yalnız Allah’a ortak koşmamak demek değildir, yalnız namaz kılmak, örtünmek demek değildir, oruç tutmak demek değildir. Elbette bunlarsız İslâm olmayacağı bellidir, lâkin İslâm bunlardan ibaret de değildir.
Ercümend Özkan
Herkese hitap etmekle beraber özellikle de yeni yetişen gençlere, üzerine basa basa «Müslüman Olma»ya dikkat etmelerini öneriyoruz. Gerçi önlerinde tevarüs edegeldikleri bir yakın örnek bulamamanın, kültüre mirasçı olarak konamamanın verdiği sıkıntıların yanında, bugüne kadar önlerine düşenlerin İslâm’dan habersizlikleri onların da arızalarının çok olmasına, gelişmelerinde kendilerini büyük çapta etkilemesine sebep olduğunu biliyoruz. Yıllarca aldatıldıklarını, İslâm diyenlerin de İslâm’ı bilmeme ve yaşamlarına geçirmemeleri sonucu, kendilerinin böylesine çarpık doğmalarına ve gelişmelerine sebep olduğunu da biliyoruz. Velhâsıl ne denli olumsuz şartlar içinden geçerek günümüze gelindiğinin de farkındayız. Zira bir kısmını, yaşayanlardan duyarak ve görerek öğrendiğimiz gibi, bir kısmını da yarım asırlık yaşamımızın içinde bir cüz olarak geçtiği yılların anısı olarak hatırlıyoruz. Evet biliyoruz geçirdiğimiz güçlükleri, yoklukları, yoksullukları, örneksizlikleri, daha ileri giderek kötü örnekleri gördük, tanıdık, el’an da tanımaktayız. Eskiyen, çürüyen sakızlarını çıkarıp mütemadiyen çiğneyip duranları, yanıldıklarını, İslâm’ı da bilmediklerini, bilmek de istemediklerini, bu hallerine de bakmadan topluma, Allah’ın kullarına İslâm’da önderlik etmeye soyunduklarını görüyoruz.
Asırlardan beri bir «Vahim Durumu» korumayı, dinlerini korumak sanagelmiş ve hiçbir yeni şey öğrenmeye, eski bildiklerini elden geçirmeye yanaşmayanları görüyoruz. Hemen hepiniz tanıyorsunuz bunları.. Düşünmekten, akletmekten uzak, görüp yaşayıp durdukları ama hayatın gerçeğinden uzak yaşamlarını insanlara örnek olarak sunanları, kendi ‘hizib’lerini ‘Fırka-i Naciye’ sananları, hayat kendilerini tasfiye ettiği halde hâlâ kendilerini yeni sananları, biraz bir şeyler öğrenince ahkâm kesip anasının kendisini böyle işler için doğurduğunu sananları görüyorsunuz. Kendilerine ‘ağabey’ denilmişliğinin altından çıkmayı bir türlü beceremeyenleri, nefsini yenemeyip süregelen hayatını sürdürenleri, bu halleriyle hiçbir şey olmadıkları halde ayağı yerden kesik yaşayanları, laf söz dinlemeyen ve hepsini kendilerinin bildiğini sananları, hakkı hukuku bilmeyenleri, sözlerine dikkat etmeyenleri, bir yerde şöyle bir başka yerde böyle diyenleri, istikrarın ne olduğunun farkında olmayanları, olayların rüzgarında uçuşup her gün yer değiştirenleri, bir hakikati öğrendiğinde ona sahip olmayı beceremeyen ve üzerlerine gidildiğinde tekrar eski biçimine dönüverenleri, bir türlü skolastiğin etkisinden, eskilerin hikâyelerinden kendilerini kurtaramayanları, velhâsıl Allah’tan çok kullarının levminden korkanları tanıdınız, tanıyorsunuz.
İslâm, derinlere dalsanız da basitçe ifade edilebilecek anlamıyla Allah’a teslim olma anlamındadır. O’nun Bir’liğini kabule teslim olmakla başlayıp, nehiylerinin sakınılması gereken, emirlerinin de yerine getirilmesi gereken bir din olduğunu biliyoruz. Ki o din, Allah’ın kullarının rahatça anlayabileceği, kavrayabileceği ve elbette yaşamlarına geçirip yaşayabileceği bir düzendir. Bu şekilde indirilmiştir: İnsanlar anlasınlar ve yaşasınlar için.. Ki yaşadıkları hayat fıtrat(yaradılış)larına uygun geçsin ve sona ermeyecek gerçek hayat için de bir verimli yatırım olsun aynı anda..
İslâm’ın korunmasına özen gösterdiği kavramlar üzerinde ciddiyetle durulması ve gereğince âmil olunması gereken kavramlardır. Allah Kitab’ını indirmekle kalmamış, ondaki hayat tarzını pratize eden bir de elçi göndermiştir. Resulullah Muhammed (s.a.) bu elçidir. Onun kişiliğine baktığımızda insanlar için seçilmiş bir örnek kişi ile karşılaşmaktayız. Bu örnek kişilik, kişiliğini Kur’an’ı ahlak edinmekle kazanmıştır. Zira daha önce ‘şaşırmış’lardandı. Bu halde bulunup ‘Doğru Yol’a iletilenlerin ilki oldu. Daha sonra da Allah ‘kalbine imânı (kendine gelenin gerçek olduğundan emin olmayı) yerleştirdi’. Resulullah’ın kişiliğini oluşturan en temeldeki unsur Muvahhid(Allah’ı birleyen, hiçbir şeyi, hiçbir şeyinde O’na ortak koşmayan)liktir. Zaten kendileri Tevhid Dini’nin son elçisi, son Vahiy alanıdır.
Aldığı vahyi kendi hayatına uyarlamakla işe başlayan ve Allah’ın diğer kullarına (insanlara) bunu açıklan (Tebliğ) yine Odur. Bu açıklamayı, vahyi bizzat davranış haline geçirerek yaptığı gibi konuşarak da yapmış, gördüğü vahye uygun davranışlara (Ma’ruf) sükut ederek de gerçekleştirmiştir. İslâm’ın ne olduğunu insanlar, gününde Kur’an’dan ve Onun uygulamalarından öğrenmişlerdir. Bizlere kadar gelen bilgiler de o gün bugün değişmeyip, indiği gibi O’nun tarafından korunan Kur’an ile, Resulü’nün sünneti dediğimiz Kur’ani esaslara dayalı hayat tarzıdır. Bu ikincilerindeki zabt güçlüğü ve çelişkili haberlerin sağlaması ise, değişmeyen Kıstas Kur’an ile mümkündür. Nitekim kendileri, Kur’an’dan anladıkları anlamına gelen kendi sözlerinin yazılmasını, zabt edilmesini pek sık rastladığımız şekilde men’etmiştir. Buna gerekçe olarak da «Sizden evvelki kavimlerin helâki de bu yüzden olmuştur: Onlar Allah’ın elçilerine gönderdiği vahiylerle, peygamberlerinin sözlerini hep yazmışlar ve bu zamanla birbirine karışarak Vahiy seçilmez olmuş ve indirilenler zayi olmuştur» buyurmuşlardır. Hadis okuyanların hemen bilecekleri gibi de bunların toplanması kendilerinin vefatından çok sonraları olmuştur.
Bize kadar intikâl eden haberlerin sahih olanları ile Kur’an’ı birlikte okuduğumuzda görüyoruz ki İslâm eksik kalmadan tanımlanabilen bir din olarak karşımızda belirmektedir. İslâm’ın anlaşılmasında gösterdikleri (cehd) ile bizlere yardımcı olan muhtelif zamanlarda yaşamış müctehidler için de Rabbimizden râzılık diliyoruz.
İslâm denildiğinde Rabb’ine teslim olma anlaşılır. Rabb’ine teslim olanda ise güvenilirlik en başta gelen sıfat olarak çıkar karşımıza.. İhsân (iyilik) âdetâ İslâm’la eş anlamlı gibidir. Ma’ruf ile emretmekten kasıt, insanlar arasında iyi bilinen, takdirle karşılanan güzel (iyi) örf(yapılagelen, âdetleşmiş tavırlar)’ü yaşatmak, yaygınlaştırmak, kişi ve toplum olarak benimsenmesine çalışmak demektir. Münkerden nehyetmek ise Ma’ruf’un tamamen tersi, kötü, kerih bilinen şeylerdir. Elbette Allah’ın Kur’an’da kaçınılmasını buyurduğu hususların tümü Münkerdir. Yapılmasını emrettiği şeyler de Ma’ruftur. Âyet «Emr-i Bi’l Ma’ruf, Nehy-i Ani’l Münker» olarak geçmektedir.
Bildiğimiz gibi İslâm, Adem (a.s.)’den bu yana Allah’ın elçileri vasıtasıyla tekîd edegeldiği bir din olduğuna göre, yeni bir peygamberin gönderildiği toplumda, çok öncelerden gönderilmiş peygamber veya peygamberlerin getirdiklerinden yerleşip kalanlar bulunduğu gibi, kimi de aslından saptırılarak, değiştirilerek süregelmiş yine birçok şey bulunabilmektedir. Nitekim «Yağmuru kim yağdırıyor?» sorusuna müşriklerin verdiği cevabın «Allah» olması onlarda da Allah inancının bulunduğunu fakat edindikleri veliler(putlar)’in birinci dereceye çıkarılması sonucu Allah’ın ikinci ve belki sonuncu dereceye kaldığını görüyoruz. Onlar da kendilerini müşrik saymıyorlar, veli edindikleri putlarına yaranmaya çalışarak Allah’ı râzı edeceklerini umuyorlardı.
Kendileri dürüst olmasalar da dürüstlüğünden ötürü Muhammed bin Abdullah’a «Emin» diyorlar ve bu haliyle onu beğeniyorlardı. Emânet onların nezdinde de bir «Ma’ruf» idi. Resulullah vahiy almadan emin bir insan olduğu gibi peygamberliğinden itibaren de emânetini (eminliğini) korudu. Dürüstlüğü Mekke döneminde (Mekke müşrik toplumunun tebeası iken) koruduğu gibi Medine’de bir ayrı toplum (Ümmet) oluşturduğunda da korudu. İhsân sıfatını da korudu. Nitekim Mekke’de gözünün önünde Medine’ye hicret eden arkadaşlarının mallarına el koyan müşriklerin yaptıklarını gözleriyle gördüğü halde, ben de onlara karşı onların elimdeki mallarını alıp götürerek cevap vereyim demedi ve Ali (r.a)’ye bırakarak sahiplerine verilmesini tenbih edip öyle gitti Medine’ye.. Haydi diyelim Mekke’de henüz Kıtal âyeti nâzil olmamıştı. Medine’de oldu. Orada da kendilerini rahat bırakmayan, sefer üzerine sefer düzenleyerek müslümanları yok etmek isteyen Mekkelilerin kıtlık geçirdikleri haberini aldıkları zaman hemen bir kervan teşkil ederek onca deveyi buğday yükletip hem de parasız olarak Mekke’ye gönderdi ki Mekkeliler aç kalmasınlar. Bu olay görünüşüne bakıldığında «Düşmanını beslemek, düşmanına yardım etmek» gibi görünmektedir. Peygamberimiz bu hareketi herhalde düşmanını güçlendirmek, ona düşman olarak yardım etmek için yapmış olamazdı, öyle de değildi. O, Allah’ın elçisi olarak biliyordu ki, İhsân-İyilik insanları onu yapanlara yaklaştırıcı bir Ma’ruftur. Bu sebeple Resulullah (s.a.) bir necip harekette bulunmuştur. Belki sahabesi arasında buna bozulanlar olmuştur amma o sahabesini değil Allah’ı râzı etmeyi hep önde tuttuğundan bunu yapmıştır. Bu hareketinin yanlış olduğuna dâir de herhangi bir düzeltme olmamış, Allah katında tasvib görmüştür.
Genellikle bugünün müslümanları, Resulullah (s.a.)’ı örnek alacakları yerde kendi hevalarını hüküm mercii kabul ederek akıllarına ne gelirse onu yapmaya yelteniyor ve yapıyorlar. Bu halleri Allah’tan korkmazlığın pek açık bir nişanesidir. Müslüman her işinde Allah’ın Kitabı’na ve onun uygulayıcısı Resulullah’ın sünnetine bakmalıdır. O bize güzel bir örnek olarak gösterilmiş değil midir? Neden Onun yaptığı gibi Allah’ı râzı etmenin yolunu Kur’an’da aramıyor da, karşısında olduğumuzu söyleyip durduklarımızın yaptıkları gibi ‘hevamız’a uyarak hareket ediyoruz? Bu yolun sonu da cehenneme çıkmıyor mu? Bir münker, Allah adına da işlense onun münkerliği değişir mi? Niyetin iyiliği ameli de mutlaka iyi yapar mı? Bu mümkün müdür? Aslâ.. Allah rızası için içki içilemeyeceği gibi Allah rızası için zina da yapılmaz, başkalarının malları da alınamaz. Kimsenin malı kimseye rızası olmadan mübah olmaz. Böyle sananlar hevalarını din edinenlerdir. Hevalarını din edinmek ise cahillerin ana vasıflarındandır. Hem müslüman olduğunu söyleyip durmak hem de müşriklerin vasıflarını üzerinde bulundurmak kadar gariblik, acaiblik olabilir mi?
Hemen her işlerinde hevalarına göre hareket eden ‘İslâmcı’ gençlere, orta yaşlılara rastlıyoruz. Hepsini Allah’tan korkmaya davet ediyor ve hevalarına uymaktan geri durmalarını, Allah’a ve Resulü’ne başvurmalarını diliyoruz. Böyle yapmamaları halinde Allah’ın gazabının kendilerini beklediğini hatırlatmak istiyoruz.
Kimi belediye otobüslerine biletsiz binmeyi, kimi elektriği çalarak kullanmayı, kimi trafo merkezlerini patlatmayı ‘cihad’ zanneden ve gerçekten hevalarına göre hareket edenler Allah’tan korkar hâle gelip gerçekten Ma’ruf ile emretmedikçe (kendi nefisleri başta olmak üzere) karşısında olduğunu söyleyip durduklarının benzerleri olmaktan kurtulamayacaklar ve azabı tadacaklardır. Onların iyi olduğunu söyledikleri niyetleri hiçbir zaman kötü işlerini iyi yapamayacaktır. Hiçbir yol bulamayacaklardır buna.. Ne zamandan beri hırsızlığın başkalarının malına, canına zarar verenlerin yaptıkları cihad oldu biz doğrusu bilemiyor ve Kitab’ta da yerini bulamıyoruz. Araştırıyor ve görüyoruz ki yalnız ‘Heva’larında yerini görüyor ve hevalarına göre hareket edenlerin yerinin de azab yeri olan cehennem olduğunu görüyoruz.
Müslümanım diyenler öncelikle dürüst, kişilikli, Kur’an’ı ahlâk edinmiş, harama helâle riâyet edenler, Allah’a ortak koşmaktan geri duranlar, ihsan sahibi olanlar, muhatabına göre değil Allah ve Resulü’ne göre hareket edenler olmadıkça nefislerindekini değiştirenler olmayacaklar ve Allah’tan da hâlimizi değiştirmesini beklemeye hakkımız olmayacaktır. Bizler insan olarak kendimize düşeni (nefislerimizdekileri değiştirme işi) yapmadıkça Allah da kendine düşeni (hâlimizi değiştirme işini) yerine getirmeyecektir. Zira bu sünnetullah’tır. Ra’d suresinde böyle buyurmuyor mu: «Bir kavim nefislerindekini değiştirmedikçe Allah o kavmin halini değiştirmez.» (13/11)
Neden, söyleyip durduğumuz ve başkalarına da tesir etsin diye anıp durduğumuz bu ve benzeri nice âyet, kendimizi dışarıda tutarak söyleyip durduğumuz şeyler oluyor? Öncelikle kendimizi düzeltmeli, kendimiz üzerinde olumlu etkisini göstermeli, bizleri adam etmeli değil midir? Bize etkisi olmayan, bizi etkisi altına almayan şeylerin başkalarına tesiri ne ölçüde olacaktır? İşte bu yüzdendir ki onca insan İslâm deyip durduğu halde ortada İslâm görünmüyor. İçimizden örnek gösterebileceğimiz kaç kişimiz vardır, ahlâkı Resulullah’ın ahlâkına benzeyen? Allah’ın lütuf ve ihsânı sonucu İslâm, insanlığın yeniden gündemine girmesine rağmen, müslümanız diyenler kendi kişiliklerinde İslâm’ı gündeme getirmiş görünmüyorlar? Zira İslâm’dan üzerinde bir şeyler bulundurmak demek yalnız Allah’a ortak koşmamak demek değildir, yalnız namaz kılmak, örtünmek demek değildir, oruç tutmak demek değildir. Elbette bunlarsız İslâm olmayacağı bellidir, lâkin İslâm bunlardan ibaret de değildir. O bir bütündür ve bütünüyle bulunması hâlinde kişiyi güzelleştirir, kişide ahlâk olarak bulunması hâlinde ancak başkaları üzerinde olumlu etkilerini yerine getirir.
Allah’ın kullarına merhametle bakmak, dürüst olmak, yalan söylememek, herkesin iyiliğini istemek, muhtaçlara yardım etmek, komşu hakkına, kul hakkına ve Rabbimizin üzerimizdeki hakkına riâyet etmek, kendisine düşman olanlara dahi necib davranabilmek için nefsini yenebilmek, kişiliğinin gücünü daha zor fakat daha tesirli kılabilecek vazgeçilmez vasıflarındandır müslümanın. Sözünü yerine getirmek, gücü bulunduğu takdirde borcunu vaktinde ödemek yoksa alacak sahibinden süre istemek, hiç ödeyemeyecek durumda ise helâllik dilemek, birinin yüzüne başka arkasından başka konuşmamak, anlamadığı bir şey olmuşsa yine kendisinden sormak, onurlu olmak, aklını çalıştırmak, yanlışı doğrudan seçebilecek hâle gelmek, evet bütün bunlar Allah’tan korkan, O’nu râzı etmeyi düşünenlerin vasıflarıdır. Böyle olmayı ‘revizyonistlik’ sanmak ise ahmaklıktır. Müslüman olmak ise ahmaklık değil bilâkis insan olmak demektir. Kullara değil Allah’a kul olmak demektir ki insan için en yüce mertebe Allah’a kul olmaktır. Yolu da Kitab ve Sünnet’te gösterilmiş ve uygulanmıştır.
(İktibas, sayı 110)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *