Hidâyet de bir Kur’âni kavram olarak yerli yerine oturmadıkça, iman ve amellerimize rengini, kokusunu vermedikçe İslâmi kişiliğimizin oluşması, olgunlaşması mümkün olmayacaktır.
Ercümend Özkan
Hem ‘Doğru Yol’ hem de Doğru Yol’u gösterme, Doğru Yol’u göstericilik, Doğru Yol Kılavuzluğu anlamına gelen Hidâyet, Doğru olan Yol’un adı ile eşleşmekte, ilk Peygamberle gönderilen din (İslâm) manasına da kullanılmaktadır. Mutlak anlamda Doğru (Hayır) ancak Allah tarafından bilindiğine göre El-Hâdi de kendisi olmak gerekir. Doğru Yol’un sahibine El-Hâdi denildiğine, Doğru Yol da yalnızca tek Yaratıcı’nın mutlak bilgisinden ibaret bulunduğuna göre, elbette bu yolu belirlemek ve insanlara göstermek de —yani hem Hâdi’lik hem de Hidâyet— yine O’na düşmektedir. Gerçekten insan O’nun bildirdiğinden başka bir Doğru Yol bulamamış, bilememiştir. Nitekim O’nun bildirdiği Yol’un dışında kalan yolların doğru olmadığı ve o yolları gösterenlerin de ‘Hâdi’ olamayacağı yaşanarak anlaşılmıştır. Tarih bunun örnekleri ile doludur.
Allah, El-Hâdi’dir: Doğru Yol’u gösterici.. Katındaki Doğruları insanlara gösterme yolu olarak, insanlardan bir peygamber seçmiş ve onunla diğer insanlara Doğru Yol’u açıklamıştır. «Hakikatte sen onları doğru bir yola davet ediyorsun»(23/73) derken Allah, kendisinin peygambere bildirdiği ve insanlara bildirmesini istediği Doğru Yol(İslâm)’dan bahsetmektedir.
Allah bildirmedikçe Doğru Yol’un bilinmediğine değinen âyette Allah: «İşte Biz, sana böylece emrimizden bir ruh (Kur’an) vahyettik. Halbuki (yani vahiyden önce) kitab nedir, imân nedir sen bilmezdin. Fakat Biz onu bir nur yaptık. Bununla kullarımızdan kimi dilersek ona hidâyet ederiz. Şüphesiz ki sen herhalde Doğru bir Yol’un kılavuzluğunu (göstericiliğini) yapıyorsun»(42/52) buyurmaktadır. Nitekim peygamberin, kendisine vahiy gelmeden önceki durumu ile ilgili olarak bize kadar ulaşan bilgilerde de onun dağda, ovada, mağarada gezip durduğunu, gerçeğin ne olduğu konusundaki endişe ve merakını görüyoruz. Mutlaka, içinde yaşadığı dünyanın, eşyanın bir sahibi bulunmalı ve ancak O göstermelidir Doğru Yol’u.. Zira insan, olsa olsa bu ihtiyacı duyabilmekte lâkin gösterilecek Doğru Yol kendisine bildirilmedikçe de neyin ne olduğunu bilememekte, bulamamaktadır. Âyetin ifadesinden «…Halbuki kitab nedir, imân nedir sen bilmezdin!..» de anlaşıldığı gibi hiç kimse Kitab’ı, imânı bilmemektedir. Kitab, imânın ne olduğunu, Doğru Yol’un ne olduğunu açıklayan anlamında kullanılmıştır burada.. Anlaşılmaktadır ki insan gerçekten Rabbi bildirmeden bir şey bilmemektedir. Elbette ki Doğru Yol’u da bilmemektedir.
Sünnetullah odur ki önce Doğru Yol bildirilecek, Doğru Yol kendisine ilk defa bildirilen, onu insanlara açıklayacak ve Doğru Yol üzerinde bulunup bulunmamanın mes’uliyeti o zaman başlayacaktır.
Allah’a düşen, kullarına Doğru Yol’u göstermek, bildirmektir. Her kavmin diliyle kavmine Doğru Yol’u açıklayan peygamberler gönderdiğini (14/4) bildiren Allah işte bu bildirimden sonra —yani Doğru Yol’un ne olduğunun açıklanmasından ve buna insanların muttali olmasından sonra— bu Yol’dan sapmanın veya bu Yol üzerinde bulunuyor olmanın söz konusu olacağını belirtiyor.
Allah’ın âyetlerine —ki bu âyetler Doğru Yol’u açıklayan vahiylerdir— inanmayanların Doğru Yol’u bulamayacakları ve sonunda acıklı bir azap bulunduğu (16/104) açıklanmaktadır. Dikkat edilirse gayet açık olarak görülür ki Doğru Yol’u açıklayan âyetlere inanmamak, Doğru Yol’un açıklananlar olduğunu kabul etmemek demektir. Açıklanan Yol’un doğru olduğunu kabul etmeyenin ise Doğru Yol üzerinde bulunması ne aklen ne de naklen mümkündür. Doğru Yol’un açıklanması Allah’a ait bir keyfiyet iken onun kabul veya reddi insana ait bir keyfiyettir. Sonuç olarak da insan, kabul veya reddinin sorumluluğunu taşıyacaktır. İnsanın mükellefiyetinin sınırları, bu kabul veya reddin sınırlarıyla kayıtlıdır. Doğru Yol’u bizzat belirlemek, ne olduğunun sınırlarını çizmek insandan istenen şey olmadığı gibi, bu Yol’u bir gösteren (Açıklayıcı-Peygamber) olmadan da onu bilmesi, bulması da mümkün değildir. Zira İbrahim (a.s.) ve Muhammed (s.a.)’de de diğerlerinde gördüğümüz gibi arayıp durmalarına, bir boşluk hissetmelerine rağmen Rabb’leri kendilerine Doğru Yol’u göstermeden kendiliklerinden görememişler, bilememişlerdir. Yukarıda iktibas ettiğimiz âyette de açıkça Kitab’ın da imanın da ne olduğunu bilmediğinden bahsetmektedir Allah..
Rabb’in esas vasıflarından biri de Doğru Yol’u bilici ve bildirici (16/9) olmasıdır. Gerçekten O, insanlara Hidâyet etmese (Doğru Yolu göstermese) idi insanların hali, en fazla o yolun ihtiyacını duymak olacak fakat bu ihtiyaçlarını fıtratlarına uygun olarak cevaplayamayacaklardı. Nitekim Rabb’in hidâyeti(Doğru Yol)nden başka Doğru Yol arayanların, marksizm, kapitalizm ile bu Doğru Yol’un bulunabileceğini söyleyenlerin mazide ve haldeki durumları, bulduklarını söyleyip hayatlarına uyguladıkları Yol’un Doğru olmadığının en açık delilidir.
Değişmez doğruları bulunmayan İslam dışı dünya görüşlerinin ya Doğruları devamlı değişmekte, ya da değişmez sandıkları doğrularına hayatı uydurmaya zorlayarak tabii düzeni bozmaktan, dengeyi aleyhlerine çevirmekten başka bir sonuca varamamaktadırlar. İnsanı yanlış tarif etmekten, içinde yaşadıkları dünyayı gerçeğinden farklı kavramaya kadar her işleriyle daha çok dert açmaktadırlar insanlığın başına.
Doğru Yol’un yalnızca İslâm olduğu, yaratılanların Yaratıcısına teslim olmaları demek olduğundan bütün olarak Doğru Yol İslâm olduğu gibi, İslâm’ın esas prensipleri ve hayatı düzene koyan, ilişkiler bütünü cüz’ileri de bütüne ait doğrulardır. Tek tek bile bunlar birer cevher olmalarına rağmen, şayet bütünden, bütün içindeki fonksiyonundan farklı görevler yüklenerek gerçek değerleri anlaşılmaya çalışılırsa bu takdirde doğrulukları gerçeği ister istemez vermesi gereken sonucu vermekten uzak kalmaktadırlar. Bir örnekle açıklamaya çalışırsak, dürüstlüğü ele alalım. Şayet ait olduğu İslam Bütünü’nden onu soyutlayarak tek başına bu değerden istenilen sonucu elde etmeye çalışırsanız bu takdirde karşınıza azami dürüst olmak için dürüst olmak, ya da faydalı olduğu için dürüst olmak gibi cılız bir amaç belirecektir. Dürüstlük şayet kişiye itibar kazandırıyorsa, lüzum duyduğu itibar nispetinde dürüst olmayı aşmak bir nevi lüzumsuzluk olarak görünecek ve bundan sakınacaktır. Dürüstlüğün gerçek değeri bu kadar olmamak gerekir. Zira ait olduğu bütün içinde onun yeri bundan çok daha fazlasıdır. Ait olduğu bütünde her değer gibi dürüstlük de ancak Allah için gerçekleştirilmeye çalışılır ve karşılığı da hiç kimsenin veremeyeceği kadar büyük ecir olur.
Doğru Yol’un hep kendi katından bildirilen Yol olduğunu belirten Allah «Onlara (hakikati) apaçık gösteren o Kitab(Tevrat)’ı verdik. Onlara dosdoğru Yol’u gösterdik.»(37/117-118) buyurarak Musa (a.s.) ile gösterilen Yol’un Doğru Yol olduğunu söylüyor. Allah’a teslim olan(müslüman)ların Doğru Yol’u arayan ve bulmaya lâyık olanlar (72/14) olduğuna değinilirken Doğru Yol’u bulabilmenin o yol gösterildiğinde ona teslim olmaktan geçtiği açıklanmaktadır. Gerçekten de kendisine gösterilecek Doğru Yol’u kabule hazır olanlardır Doğru Yol’u bulacak ve bulmaya lâyık olanlar. Doğru Yol gösterilse de kabul etmemeye kendini hazırlamış, şu veya bu sebeble direnip durmaya karar vermiş insan Doğru Yol’a erişemez. Âyetlerde «Allah onları Doğru Yol’a eriştirmez.»(1) buyururken Sünnetullah’ı açıklamış olmaktadır. Doğru Yol’u açıklamak Allah’tan, kabul veya reddetme de insandandır. Gösterilen Doğru Yol’u kabul etmemeye kendini programlamış bir insanın Doğru Yol’u görmesi, bulması tabii olarak mümkün olmayacaktır.
Allah’ın âyetlerine imân etmemek hidâyet üzere olmamak, hidâyet üzere olmamak da âyetlere imân etmemekle eş anlamlıdır. Zira hidâyet (Doğru Yol) bu âyetler(Kur’an)le açıklanmaktadır. Açıklanana inanmamak ise, elbette ki gösterilen Yol’un doğru olduğunu kabul etmemektir.
İmân etmek veya etmemek, diğer bir ifade ile Doğru Yol üzerinde olmak veya olmamak, tamamen insana düşen bir iştir. Rabb’e düşen ise Doğru Yol’u belirtmek ve bunu insanlara bildirmektir. Halkın çoğu kez zannettiği gibi, imân etmek veya etmemek (halk dilindeki ifadesi ile hidâyete ermek veya ermemek) insanın sorumluluğudur, Allah’ın değil. Allah’ın insanı hidâyete erdirmesi, insanı Doğru Yol ile karşı karşıya getirmesidir. Bu yolda veya başka yolda yürümeyi seçme ise kul adına Allah’ın değil, kulun kendisi adına kendi seçimidir. Bu sebepledir ki insan «…yapageldiği işlerden sorumlu olacak»(16/93)’tır. Sorumlu tutulan tüm işler gibi hidâyet (doğru yol) üzerinde olmak da kulun dilerse yapabileceği, dilerse yapmayabileceği işlerdendir. İnsan için mümkün olmayan, hidâyeti belirlemesidir. Belirlenmiş hidâyet üzerinde bulunup bulunmamak ise, tamamen insanın seçimine bağlıdır ve bu noktadaki seçiminin sonucundan sorumludur. Gösterilen Doğru Yol üzerinde bulunmakla kendisi için hazırlanan güzel bir sonuca, bulunmamakla da kötü bir sonuca erecektir. Allah ancak hidâyet üzerinde olanların hidâyetini artıracaktır.
Allah’a ait olan, Doğru Yol’u belirlemek; Peygamber’e ait olan, bu Yol’u insanlara açıkça anlatmak (tebliğ); insanlara düşen de ancak itaattir (24/54). Kaderiyeciliğin, üzerindeki izlerinin bir sonucu olarak birçok insan sanmaktadır ki Allah dilerse insan müslüman olur, hidâyet üzere olur, dilemezse bu mümkün değildir. Bu anlayışın doğru olduğunu düşünürseniz karşınıza seçiminizin dahlinin bulunmadığı, zorlandığınız bir durum çıkacaktır. Hidâyete eren ya da ermeyenin bu sonuçtan mes’ul olmaması gerekirdi. Halbuki âyetler tümüyle insanın sorumluluğundan söz etmektedir.
Anlayışımızı Kur’an’da belirlenen, Peygamberimiz (s.a.)’in de açıklığa kavuşturduğu şekilde belirlemez ve çarpıklıkları bu asla göre düzeltmezsek elbette ki şaşıranlardan, yolunu sapıtanlardan oluruz. Doğru Yol’un rehberini (42/53) takip etmemek, Doğru Yol’u terk etmek demek olacağından şaşırıp kalanlardan oluruz.
Hidâyet de bir Kur’âni kavram olarak yerli yerine oturmadıkça, iman ve amellerimize rengini, kokusunu vermedikçe İslâmi kişiliğimizin oluşması, olgunlaşması mümkün olmayacaktır. Hepsi ile, nev’i İslâm’a münhasır kavramlar gereğince kavranılmalı, yerli yerine konulmalıdır ki İslâmi kişilik bütünlüğe kavuşsun ve insicam hasıl olsun. Başka türlüsü kâbil değildir.
Kişiliğimizde İslâm’ı gerçekleştirmek istiyorsak —ki elbette istiyoruz, zira o Doğru Yol’dur— mutlaka bütün kavramlarımızı Kur’ânileştirmeliyiz. Bunu gerçekleştirebildiğimiz ölçüde İslâmi bir kişiliğe kavuşabilecek, hidâyet üzere bulunabileceğiz.
Hidâyet(Doğru Yol)e erenler müslüman, müslümanlar ise hidâyet üzere olanlardır. Hidâyet ise yalnızca İslâm’dır.
Dipnot
(1) Al-i İmrân 3/86, Nisâ 4/88 ve 115
(İktibas, sayı 101)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *