Afganistan’dan çekilme ve çekilmenin şekli, ABD’nin bölgede askeri, ekonomik ve politik nüfuzunun geri döndürülemez bir biçimde azaldığını gösteriyor. Oluşan bu jeopolitik boşlukları doldurma kapasitesine ve motivasyonuna sahip yegane aktör ise Çin.
Dr. Necmettin Acar / Star-Açık Görüş
Afganistan’dan çekilme ve çekilmenin şekli, ABD’nin bölgede askeri, ekonomik ve politik nüfuzunun geri döndürülemez bir biçimde azaldığını gösteriyor. Oluşan bu jeopolitik boşlukları doldurma kapasitesine ve motivasyonuna sahip yegane aktör ise Çin. Çin’in 2030’lu yıllarda ABD’yi geçmesi, dünyanın en büyük ekonomisi olması bekleniyor. Yakaladığı bu muazzam ekonomik büyüme ülkenin enerji ihtiyacını büyük bir hızla artırıyor. Bu süreçte Çin adeta fosil yakıtlar için savaşması gereken “aç bir ejderha” haline geldi.
Son yirmi yılda dünya ABD liderliğinde Batılı güçlerin Orta Doğu bölgesine yönelik bir yıkım politikasına şahit oldu. 2000 sonrası dönemde ABD’nin “teröre karşı savaş”, “önleyici müdahale” gibi gerekçelerle Irak ve Afganistan’ı işgali bu politikanın başlangıcı sayılabilir. Bu dönemde ABD’nin saldırgan politikasına kılıf olarak “demokrasi ihracını” kullanmış olması 2010’lu yıllarda ortaya çıkan Arap Baharı sürecindeki sokak hareketlerine de ilham kaynağı oldu. Geniş halk kitleleri ABD’nin sağladığı bu motivasyonla eşitlik, adalet ve özgürlük umuduna kapıldı ve tüm bölge kitlesel gösterilere sahne oldu. Netice itibariyle ABD, bugün tıpkı Afganistan’dan çekilerken yaptığı gibi, bölge halklarının demokrasi ve özgürlük taleplerine verdiği desteği geri çekerek tercihini otoriter yönetimlerin daha da güçlenmesi yönünde kullandı. Arap Baharı sürecinde politik bir dönüşüm yaşanmadığı gibi sokak hareketlerinin yaşandığı ülkelerde çok büyük insani kriz ve ekonomik yıkımlar ortaya çıktı.
ABD’nin teröre karşı savaş, önleyici müdahale ve demokrasi ihracı politikaları aradan geçen yirmi yılın sonunda Afganistan, Irak, Yemen, Libya ve Suriye gibi ülkelerde sadece politik sistemin çökmesine değil tüm şehirlerin ve alt yapının yıkılmasına, ekonomik kapasitenin çökertilmesine yol açtı. Netice itibariyle bugün Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA) bölgesine baktığımızda bölge genelinde çok büyük bir altyapı tahribatının ve ekonomik yıkımın ortaya çıktığını görmekteyiz. Harap olmuş şehirler, tahrip edilmiş eğitim, sağlık ve ulaşım alt yapısı, oldukça zayıflamış endüstriyel kapasite ve istikrasız bölgelerdeki nitelikli insan kaynağının ülkelerini terk etmiş olması bölgedeki krizi daha da derinleştiriyor.
Sadece bir yenilgi değil
Son günlerde ABD’nin Afganistan’dan, yirmi yıl önce terörist olarak tanımladığı Taliban ile anlaşarak Afganistan yönetimini Taliban’a devretmek suretiyle çekilmesini ve çekilirken sergilenen beceriksizliği sadece ABD’nin son yirmi yıldır sürdürdüğü saldırgan politikalarda aldığı bir yenilgi olarak yorumlamak eksik kalacaktır. Son yirmi yılda sürdürülen saldırgan politikalar MENA bölgesinde çok büyük bir yıkım ve jeopolitik boşluğa yol açmıştır ve bu boşluğun mahiyeti ve doldurulma biçimi önümüzdeki yüzyılda dünyanın alacağı siyasal düzeninin belirlenmesinde kritik önemde olacaktır.
İthal petrol meselesi
1980’li yıllara kadar ideolojik eksende tanımlanan Çin dış politikası Başkan Mao’nun reformlarıyla dış politikada sosyalist dayanışma yerine ekonomik faydayı önceleyen bir yöne doğru evirilmiştir. Dış politikada yaşanan bu değişimin de katkısıyla 1979 yılında 177 milyar dolar olan Çin milli geliri kırk yılda yaklaşık yetmiş beş kat artarak 2019 yılı itibari ile 13.28 trilyon dolara ulaşmıştır. 2010 yılında Japonya’yı geçerek dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Çin’in 2030’lu yıllarda ABD’yi de geçerek dünyanın en büyük ekonomisi olacağı beklenmekte.
Yakaladığı bu muazzam ekonomik büyüme ülkenin enerji ihtiyacını büyük bir hızla artırmış, bu süreçte Çin adeta fosil yakıtlar için savaşması gereken “aç bir ejderha” haline gelmiştir. 1993 yılında günlük 4 milyon varil petrol tüketen Çin, 2020 yılında yaklaşık 15 milyon varil petrol tüketmiş ve bu miktarın da yaklaşık 10 milyon varilini ithal etmiştir. İthalatın yarısı ise Orta Doğu bölgesinden gelmektedir. Çin halihazırda yüzde 70 oranında ithal petrole bağımlı ve bu oranın 2030’lu yılarda artarak yüzde 80’e ulaşacağı hesaplanıyor. Dolayısıyla Çin’in petrol tedarikinde Orta Doğu’nun payı da bu dönemde petrol tüketimine paralel biçimde artacaktır.
Bugün Orta Doğu bölgesi her ne kadar jeopolitik pozisyonu ve büyük yatırım imkânları sayesinde Çin’in dikkatini çekmekte olsa da Çin’in bölgeye yönelik ilgisinde enerji arz güvenliği birinci sırada yer almaktadır. Sürdürülebilir, kesintisiz ve makul fiyatla enerjiye erişim olarak tarif edilen enerji arz güvenliği içinde bulunduğumuz dönemde Çin dış politikasının en öncelikli gündem maddelerinden birini teşkil etmekte.
Çin’in bölgeye yönelik ilgisinde ikinci önemli konu bölgenin sunduğu yatırım fırsatlarıdır. 2008 yılında yaşanan küresel ekonomik krizde Batı ekonomileri çok ciddi bir darbe alırken Çin yeni ekonomik hamleler gerçekleştirerek bu krizi fırsata çevirmeyi başardı. Yaklaşık bir trilyon dolar rezervi ile dünyanın en büyük nakit rezervine sahip ülkesi olan Çin, son yıllarda bölgeye dönük çok büyük yatırımlara imza atmakta. Özellikle 2012 yılında geliştirdiği “Kuşak ve Yol İnisiyatifi” ile Çin, bölgedeki alt yapı, liman, demir yolu, petro-kimya ve tarım gibi alanlarda çok büyük bir yatırımcı haline geldi.
Jeopolitik boşluklar
Bugün Irak, Afganistan, Suriye, Yemen ve Libya gibi ülkeler sadece yaşadıkları politik istikrasızlıklar ile değil son dönemde maruz kaldıkları çatışma ve iç savaşlar sonrası ekonomik alt yapını tahrip olmasıyla da ön plana çıkıyor. Son yirmi yılda teröre karşı savaş, önleyici müdahale ve demokrasi ihracı gibi söylemlerle takip edilen saldırgan dış politika MENA bölgesinde çok geniş jeopolitik güç boşlukları ve ekonomik yıkımlar ortaya çıkardı.
Geçen hafta ABD Başkanı Joe Biden’in de itiraf ettiği gibi ABD yirmi yılda harcadığı trilyonlarca dolarlarca kaynağa rağmen Afganistan’da ulus inşa etmeyi, istikrarlı bir politik ve ekonomik düzen kurmayı başaramadı. Biden’in bu itirafında ortaya koyduğu tespitler sadece Afganistan dosyası için değil ABD’nin doğrudan ya da dolaylı müdahale ettiği tüm ülkeler için geçerlidir. ABD işgal ettiği, iç savaş terk ettiği veya yıkılmasına göz yumduğu ülkelerde politik bir düzen kurmak bir yana büyük ekonomik yıkımlara imza attı. Bugün bölgeye baktığımızda ABD’nin saldırgan politikalarının, zinde bir askeri ve en önemlisi de ekonomik güç olan Çin’in önünü açan sonuçlar doğurduğunu görebiliyoruz.
Şimdi sorulması gereken sorular şunlardır; tüm bölgede iç savaşlar ve işgallerle tahrip edilen altyapı kim tarafından ve nasıl yapılacak? Bitme noktasına gelen ekonomik aktiviteleri kim nasıl canlandıracak? Bölgeye yatırım yaparak bölgeyi ayağa kaldıracak olan aktör nasıl bir politik düzen dayatacak? Bu sorulara verilecek cevaplar önümüzdeki yüzyılda hem bölgesel hem de küresel siyasal düzenin nasıl şekilleneceğini de tayin edecektir. Her üç soruya verilecek cevabın Batı ya da ABD olmayacağı kesin gibi. Afganistan’dan çekilirken sergilenen manzara sonrası Batı’nın ve özellikle ABD’nin bölgede askeri, ekonomik ve politik nüfuzunun geri döndürülemez bir biçimde zayıfladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bugüne kadar sırtını ABD’ye yaslayan her devlet-devlet dışı bölgesel aktör ABD’nin Kabil Havaalanında kendi müttefiki olan Afganları nasıl terk ettiğini bir kenara not etmiş olmalı.
Çin dış politikasına yakından baktığımızda Çin’in yatırım ve ticareti bir bölgede politik nüfuz oluşturmada etkili bir araç olarak kullandığını görmekteyiz. Ayrıca Çin’in bölgesel meseleleri askeri güç kullanarak çözmekten ziyade “kalkınma yoluyla güvenlik” seçeneğine ağırlık verdiğini görmekteyiz. Yine Çin’in “otoriter devlet kapitalizmi” diye isimlendirilen ekonomi modelinin otoriter yönetimlerin bolca bulunduğu bölgede oldukça popüler olduğunu da söyleyebiliriz. Son olarak Çin’in ekonomik kalkınma ve iktisadi faydaya odaklanan, bölgedeki politik düzenin (demokrasi, özgürlükler, hukukun üstünlüğü vs) niteliğini önemsemeyen yaklaşımının Orta Doğu bölgesindeki otoriter yönetimler için önemli bir cazibe oluşturduğu açık.
Son dönemde Çin’in Afganistan’a 65 milyar dolarlık bir yatırım yapacağın açıklamasıyla gün yüzüne çıkan ama daha derinde kökleri olan bir politika gözlemlemekteyiz; ABD’nin yıktığı, yıkılmasına göz yumduğu tüm ülkeleri Çin ayağa kaldırmak istiyor. Çinli iş adamları, bürokratlar ve yatırımcılar tüm bölgeyi karış karış gezerek yeni yatırım fırsatları kolluyorlar. Çin hükümeti ve bankaları tüm bölgeye yüksek miktarlı cazip kredi seçenekleri sunuyor. Sonuç olarak Çin tüm bölgeyi yeniden ayağa kaldırmak için yeterli teknolojiye, ekonomik birikime, insan kaynağına ve en önemlisi de güçlü bir motivasyona sahiptir. Çin’in, şimdilik, ülkelerin iç işleyişleri ve politik düzenleri ile ilgili bir planının olmaması bölge ülkelerinde de Çin’e bir yönelim sağlıyor. Ayrıca bölgeye yönelik emperyalist bir geçmişinin olmaması Çin’in en önemli avantajıdır.
Başat güç değişimi mi?
Bugün Orta Doğu bölgesinde yeni bir başat güç değişim süreci ile karşı karşıya olduğumuzu kabul etmememiz gerekiyor. II. Dünya Savaşına kadar bölgenin başat gücü olan İngiltere bu dönemde zayıflayarak, tıpkı bugün ABD’nin çekildiği gibi, bölgeden çekilmişti. Bu dönemde ekonomik dinamizmi, bölgeye yönelik emperyalist bir geçmişinin olmaması ve en önemlisi de bölgedeki ülkelerin politik düzenlerinden ziyade enerji güvenliği ve ekonomik faydaya odaklanması sayesinde ABD nüfuzu bölgede güçlenmişti. Bugün, II Dünya Savaşı sonrası ABD’nin sahip olduğu sayılan avantajların çoğuna Çin’in sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu süreçte Çin’in sadece askeri kapasitesi ekonomik gücü artmıyor bölgedeki yumuşak gücünde de ciddi bir artış gözlemleniyor. Son dönemde bölgede yapılan kamuoyu yoklamaları ABD’nin azalan popülaritesine karşın Çin’in popülaritesinin arttığını ortaya koyuyor.
Burada şunu da belirtmek gerekiyor ki II. Dünya Savaşı sonrası bölgede ABD ile İngiltere arasında yaşanan başat güç değişimi barışçıl bir biçimde gerçekleşmişti. Her ikisi de Batı medeniyetine mensup olan ortak çıkarlara ve değerlere yaslanan iki ülke arasında ciddi bir çatışma olmadan süreç tamamlandı. Çin ile ABD arasında Orta Doğu’da yaşanması muhtemel bir başat güç değişim sürecinin seksen yıl önce yaşanan kadar barışçıl olup olmayacağını önümüzdeki dönemde göreceğiz. Ancak şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki Afganistan’da çekilme ve çekilmenin şekli ABD’nin bölgede askeri, ekonomik ve politik nüfuzunun geri döndürülemez bir biçimde azaldığını gösteriyor. Ve yine şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki oluşan bu jeopolitik boşlukları doldurma kapasitesine ve motivasyonuna sahip yegane aktör Çin’dir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *