Körfez merkezli ama Arap coğrafyasını da kapsayacak ölçekte seküler, eğitimli ve kozmopolit genç nüfusun artışı gelecekteki yeni yönetici elit havuzunun bileşenlerini vermesi açısından önemli veriler sunuyor.
Dr. Gökhan Çınkara / The Independentturkish
25 Temmuz günü Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said’in Tunus Anayasası’nın 80’inci maddesine dayanarak aldığı bir dizi karar başta konunun aktörleri olmak üzere bölge (MENA/Ortadoğu ve Kuzey Afrika) siyasetiyle ilgili herkesin gündemine girdi.
Çoğu kişinin zihninde şu tür sorular yükselmeye başladı:
2011’de Arap Baharı’nın başladığı Tunus nereye gidiyor? Yoksa Arap Baharı bitti mi? Tunus yeniden eski rejim alışkanlıklarına mı dönecek?
Bu soruları çoğaltmak mümkün. Fakat sorular çarpık bir yerden türetiliyordu: Yeni bir patika olarak tarihsel kopuş veya geçmişin kurumsal ve siyasal kültürüne dönüş üzerinden.
Ben ise kopuş/dönüş yaklaşımlarının yerine devamlılığı ve birikimi tercih ediyorum.
Bu sebeple yazının başlığında belirtildiği gibi Arap Baharı’nın yeni bir evreye girdiğini düşünüyorum. Bu evre yeni-ulusalcılık ve yeni-teknokrasi ile tanımlanabilir.
Bu yazının başlangıcında şunu belirtmek istiyorum: Tunus siyaseti alanında uzmanlığım bulunmuyor.
Fakat bölgesel düzeyde yükselişe geçen eğilimleri, onların taşıyıcısı olan elitleri ve bunların yapılandırıldığı yerel kurumların birbirleriyle benzeşim alanlarını keşfetmek ve anlamak istiyorum.
Bu açıdan Tunus’ta güncel gelişmeler sonrası süregiden tartışmalar ulusal siyasetin konusu olsa da bugünün dünyasında coğrafi ölçekler (ulusal, bölgesel ve küresel) arasındaki etkileşimin oldukça yoğunlaşması sebebiyle bu hadiseler mekânsal sınırlılığı aşan bir gerçekliği ifade ediyorlar.
Tunus’ta ulusal ölçekte yaşananların, bölgesel siyasetin hâkim ve güncel tarihsel-toplumsal eğilimlerinin bir parçası olup olmadığını soruşturmak bu noktada önem kazanıyor.
2021 Ortadoğu’su savaşlarla anılmasa da idari kriz, politik tıkanma ve demografik baskılar bu dönemin belirleyicileri.
Monarşi ile idare edilmeyen Arap coğrafyası güçlü tek adamlar altında uzun süre yönetildi (Saddam, Gaddafi, Mübarek ve Bin Ali gibi).
Tek adam yönetimleri popülist, seküler ve günü kurtaran siyasetleriyle alt-yapısal reformlar yapmaktansa halk tepkisini kontrol altına almanın bir yolu olarak karmaşık manipülasyonlara başvurdular.
Liberaller ve İhvancılar gibi birçok siyasi aktörü parlamenter siyasetten sistematik olarak dışladılar.
Arap coğrafyasının iki kronik sorunu olan siyasal temsil sorunu ve (yaygın lider kültü ve sistemik şahsileştirme sonucu) kurumsallaşamama, yani bürokrasi ve siyasetin çifte krizi 2011 Arap Baharı ile ayyuka çıktı.
Arap Baharı bu açıdan bir kopuşu değil, devamlılığı gösteriyordu. Arap Baharı adı verilen toplumsal hareketlilik sürecinde esas itibarıyla geniş halk kitlelerin temel talebi, kamu hizmetinin iyileştirilmesi ve kaynak dağılımındaki adaletsizliğin sonlandırılmasıydı.
Bu sivil direniş ağları, Arap devletlerinin halkla buluşmasını sağlayan önemli bir geçiş kanalıydı.
Burada mevcut sistemden hoşnut olmayan geniş halk kesimlerinin yönetici elitleri değiştirme gücü politik özne olmalarını da başlatan yeni bir siyasal rotayı açtı.
Arap Baharı’nın toplumsal aktörlerinin eski rejimin yönetici elitlerini alaşağı ettikleri ülkelerde, yeni kurumların ve elitlerin nasıl ve kimlerden oluşacağı sorularına ise sahadakiler hazırlıksız yakalanmışlardı.
Örgütlü gruplar bu noktada yarışı önde bitirdiler.
İhvan-ı Müslimin’in (Müslüman Kardeşler) önderleri, kontrol ettikleri toplumsal ağlarla Arap Baharı’ndaki söylemi ve pratiği kendi lehlerine yonttular.
Bu kısa süreli başarılarının ardında ideolojik ortaklaşmalarda bulundukları merkez ülkelerdeki geniş aktivist havuzunu ve bunların dahil oldukları kurumları es geçmemek gerekiyor.
Eski rejimlerin kronik problemlerinin liberal ve İhvancı politik koalisyonlarla çözülemeyeceği açıktı. Sorunların çözümü ittifak stratejilerini aşıyordu.
Eski rejimlerin kemikleşmiş ve eskimiş mekanizması, eski unsurlarının (elitler, ideoloji ve toplum) dönüştürülmesinde yatıyordu.
Tabii ki bunlar politik kültür, jeopolitik basınç ve bürokratik kapasitenin etkisiyle farklı bir politik ayarlanma sürecine girdiler.
Mısır’da Abdülfettah es-Sisi’nin cumhurbaşkanlığı, Suriye’de derinleşen ve genişleyen iç savaş ve IŞİD fenomeninin bölgesel ve küresel tehdit haline dönüşmesi, Yemen’de bitmeyen mücadele bu dinamiklerden birkaçı.
Öte yandan siyasal özne olma yolunda ilerleyen halkta politize olmanın yeni ve yaygın deseni ülkesel/teritoryal milliyetçilik oluyordu.
Bu tarihsel süreç içeride bir kopuşu değil, tarihsel-toplumsal birikimin yeni devamlılığını gösteriyor.
Arap Baharı’nın ilk evresinin (2011-2017) yarattığı belirgin siyasal çıktı, milliyetçiliğin yeniden değerlenişidir, denilebilir.
Uzun süredir iktidarda olan tek adam yönetimlerinin, bürokratik kapasite eksikliği ve toplumsal baskı araçlarıyla kitleleri politize etmeleri ya milliyetçilik ya da ters etkiyle İhvanizm üzerinden oldu.
Arada kalan sınırlı ölçekte fakat geniş kozmopolit ağlara eklemlenebilen elitlerse bu siyasal geçiş sürecinde İhvancılarla iş birliğine girmeyi tercih ettiler.
Milliyetçilik ise kurucu ideolojinin, güçlü liderin veya hâkim siyasi partinin kodladığı şekliyle popülarite kazandı.
Demografinin değiştirdiği ve dönüştürdüğü Arap gençliği ise politik kimliğini esas olarak bir gelecek kavgası üzerinden anlamlandırıyor.
Bölgenin uzun süren jeopolitik çatışmaları veya ülke içinde bitmek bilmeyen toplumsal ayrışmalar, onlar için değerli olmayan durumlar şeklinde karşılarında duruyor.
Bu açıdan temel politik yönelim hattı, ikamet edilen ülkenin yaşanılır hale getirilmesinde yatıyor. Bu ise ilgili ülkede toplumsal ilişkilerin ulusallaştırılmasını zorunlu kılıyor.
Doğal olarak uzun tarihsel süreçlerin sınamasından geçen güçlü ve yaygın dinsel ve etnik ayrışmaların varlığını yadsımıyorum.
Fakat verili toplumsal durumun genel kabulünün gün geçtikçe zorlaşması, bu tür ilişki setlerinin yeniden üretilmesini engelliyor.
Etnik ve mezhepsel ayrışmaların bireylerin gündelik yaşamlarını etkileyen sistematik dışlama pratiklerinin temel girdileri olma durumunu aştıkları görülüyor.
Tek adam yönetimlerinden (Saddam, Gaddafi ve Bin Ali gibi) belirsiz ve yapılandırılmamış siyasi sürece geçiş aşamaları, baskı ve zor araçlarıyla tutulan toplumsal yarıkları görünürleştirdi.
Toplumsal yarıklardan kontrolsüzce çıkan örgütlü liderlik, alternatif ve sivil oluşumlara alan bırakmadı.
İlaveten bölgenin jeopolitik derinliği bu sıcak coğrafi alanlarda ulusal çıkar arayışındaki ülkeleri vekil (proxy) aktör arayışına itti.
Örgütlü olan bu etnik ve dinsel toplumsallık sivil hüviyetlerinden gün geçtikçe uzaklaşarak jeopolitik araçlara dönüştüler.
Tunus ve Mısır deneyimleri tam da bu noktada, yeni eğilimler hakkında erken işaretler veriyor.
Devletin niteliği, toplumun rolü ve siyasi rejimin ölçüsü yeniden değerleniyor. Bölgenin müesses bürokratik blokları ve yeni yükselen toplumsal grupları arasında dengelenme devam ediyor.
Açık olan şu ki toplumlar ulusal sınırlarının ötesiyle diplomatik ve teknik bir ilişki geliştirilmesini talep etmiyorlar.
Bu onları yeni-ulusalcılığa yani toprağa ait olmayla sınırlı bir milliyetçiliğe sürüklüyor.
Bölgenin yerleşik elitleri (bürokrasi, ordu, medya, akademi, iş dünyası, yönetici aileler) ise eski rejimlerin tek adam otoriterliğine dönmenin politik, toplumsal eko-sistemde dengesizlik yaratacağının farkındalar.
Fakat demokrasi de onlar için tercih edilebilir bir siyasi rejim olmaktan çıkıyor. Politik bilinçlenmesi örgütlü ve dar çıkarlı gruplar eliyle güdülenen Arap toplumunun bölgesel bir iş birliğinin nesneleri olmalarını istemiyorlar.
Bu Pan-Arabizm veya Pan-İhvanizm olabilir. İki ideolojik akım da en nihayetinde toplumları büyük coğrafi bütünleşmelere doğru mobilize ediyor.
Bu ise bölge ülkeleri arasındaki çıkar farklılıklarını yönetilmesi güç çatışmalara tahvil ediyor.
Bu açıdan yerleşik bürokratlar ve elitler demokrasi yoluyla yeni rejim inşasının mevcut toplumsal yarıkları politize ettiğine ikna olmuşlar gibi.
Arap Baharı ile yükselen aktörlerin, ulusal ekonomik yapılarına alternatif bir hat açmadıkları görüldü.
Bunun yerine yerleşik elitlerinin devlet organları eliyle kontrol ettikleri üretim alanlarını sert bir özelleştirme projeksiyonuna tutarak görünürde küresel piyasalara olumlu ve teskin edici bir mesaj gönderdiler.
Ama iç politik denklemden yerleşik elitleri sökmeye yönelik tasfiyeci bir yaklaşımın esas strateji olduğu göze çarpıyordu.
Bu gibi adımlar ekonomide toplumsal konsensüsü ve sosyal-adaletçi kaynak dağılım stratejilerini geri plana itiyordu.
Körfez merkezli ama Arap coğrafyasını da kapsayacak ölçekte seküler, eğitimli ve kozmopolit genç nüfusun artışı gelecekteki yeni yönetici elit havuzunun bileşenlerini vermesi açısından önemli veriler sunuyor.
Öte yandan radikalizmin toplumsal tabanını kaybetmesi için takip edilen özgürleştirici ve katılımcı adımlar, politik reformdan ziyade sistemin teknik ve idari kapasitesinin kapsayıcı, şeffaf ve eşit kılınmasına yönelik ve öncelikli olduğunu hatırlatıyor.
Ekonomide kadın istihdamının teşvik edilmesi, işe alım süreçlerinde liyakatin uygulanması ve kamusal alanda kademeli özgürlüğün sınırlamalardan azade edilmesi, Arap Baharı sonrası yeni-teknokratik düzene geçişin ilk işaretleri olarak kabul edilebilir.
İyi yönetim çabaları beraberinde güçlü vatandaşlık kurumunu da zorunlu kılmakta.
İşte bu noktada mensubu olduğu ülkeye ait olmak üzerinden kurgulanacak yeni-ulusalcılık çare olacağa benziyor.
Halihazırda hem Körfez’de hem de geniş Arap coğrafyasında ülkeye ait olmakla yüceltilen ulusal kimlik ve bununla eş güdümlü reform çabaları ivme kazanıyor.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *