Kitab’ımız Kur’an’ın hassaten üzerinde durduğu bir önemli kelime kavram olarak Zikr, diğer birçok kelime ve kavram gibi elbette gereğince bilinmesi gereken bir kelime, kavramdır.
Ercümend Özkan
Zikr arap dilinde anmak, hatırlamak, hatırlatmak, hatırlatıcı, hatırdan çıkarmamak, unutmamak, düşünmek, öğüt almak, ibret almak, uyarıcı, öğüt gibi anlamlar karşılığı kullanılmaktadır.. Günlük lisanda bu kelime kullanılırken yukarıda sıraladığımız anlamlarının yanında bahsetmek, söz etmek ve benzeri başka anlamlara gelecek şekilde de kullanılmaktadır.
Diğer yandan Kur’an’da, Kitab, Kur’an, Tevrat, İncil, Zebur, Vahy karşılığı olarak kullanıldığını görüyoruz.(1)
Bilindiği gibi bir kelimenin gerek lügatta gerekse ıstılahta ne manalara geldiğini, manalarının kapsamını gereğince bilmek en azından o kelimenin anlamını bilmek demektir. İçinde yaşadığımız toplumda gerek bazı kesimlerin ‘özel ıstılahı’ haline gelmiş görüntüsü, gerekse Kitab’ımız Kur’an’ın hassaten üzerinde durduğu bir önemli kelime kavram olarak Zikr, diğer birçok kelime ve kavram gibi elbette gereğince bilinmesi gereken bir kelime, kavramdır.
Müslümanlar olarak birbirimizi anlamamız gerektiği gibi bilhassa da anlaşmamız gerekmektedir. Anlaşabilmek için ise muradımızı aktarırken zaruri-alternatifsiz olarak kullanmak mecburiyetinde bulunduğumuz kelimelerin —genel olarak— aynı anlamlara gelmesi gerekmektedir.
Çoğu kez konuşurken, yazarken aynı kelimeleri kullandığımız halde ayrı ayrı anlamlarda kullanıyoruz. Bu takdirde muradımızı (düşündüklerimizi) karşımızdakine anlatamıyor, aktaramıyor ve sonuç olarak da anlaşılmıyoruz. Hiçbir insan anlaşılmamak için konuşmaz. Öyle ise anlama ve anlaşılmayı mümkün kılacak standartlar tespit etmek zorunluğu vardır. İşte bu, dildeki kelime ve kavramların —tabii ki belirli bir dünya görüşü açısından da olsa— aynı anlamlara geliyor olması ile sağlanabilir. Her kelime ve kavram, hangi dünya görüşünün kendine mahsus olarak manalandırdığı anlamı taşıyor ise, adı geçen kelime ve kavram, o dünya görüşünü anlamak veya anlatmak isterken bu mana ile kayıtlı bulundurmak suretiyle ancak maksat anlatabilir. Doğruluğu-eğriliği üzerinde tartışabilmek için dahi öncelikle bunu yapmak zorunludur.
Mesela Kur’an’da bazı kelimeler vardır ki toplumda daha önce de kullanıldığı halde ona yepyeni bir mana kazandırılmıştır: Takva gibi, kerâmet ve benzeri birçok kelime gibi.. Diğer yandan bazı kelimeler vardır ki yine Kitab’ta o toplumda yaşayan anlamını esas olarak almakla birlikte onu ıslah eder, kendine mâl eder; İhsan, ıslah ve daha birçok benzeri kelimeler gibi.
İşte Zikr de Kur’an gelmeden kendisine bilahare Kitab gönderilen, içinden seçilerek Peygamber gönderilen toplumda kullanılan bir kelime idi. Kur’an bu kelimeyi kabullendi, korudu ve kendi ıstılahları arasına aldı. Lâkin elbette ki toplumda kullanıldığı anlamların bir kısmını reddederek ve yeni bir kısım anlamlar da kazandırarak yaptı bunu, birçok kelimeye yaptığı gibi. Bu kelime ile anlatılmak istenilen manaya (işe) değer verdi ve bu değerin şartlarını açıkladı âyetlerinde.
Ataların anıldığı gibi, hattâ daha kuvvetli bir anışla Allah’ı anmak(2/198)’tan, nimetleri anmaya(7/74), Allah’ın yardımını anmak(7/86)’tan, Meryem(19/16)’i, İbrahim(19/41)’i, Musa(19/51)’yı, İsmail(19/54)’i, İdris(19/56)’i, Davut(38/17)’u, Eyyub(38/41)’u, İsmail, Elyesa ve Zülkifl(38/48)’i, Hud (46/21)’u ve daha nicelerini anmaya (zikr) kadar birçok âyetle doludur Kur’an. Bir babanın evladını anıp durması(12/85)’ndan bir şahidin şahit oluğu şeyi anması(söylemesi)(2/282)’na, mescidlerde Allah’ın adının anılma(2/114)’sından her şeyden iki çift yaratılmasının anılma(51/49)’sına ve nice hususların anılmasından (zikr) bahseden yüzlerce âyet bulunmaktadır.
Bütün bu âyetler okunduğu ve üzerinde düşünüldüğü zaman görülmektedir ki anmak’tan —Zikr— bir maksat vardır: O da anılması istenilenin hoşnud edilmesidir. Anan —Zikreden— da elbette sonuçta hoşnud olacaktır. Bir sade örnekle konumuzun daha açık olarak anlaşılmasına çalışalım.
Günlük lisanda Arab bu kelimeyi çokça kullanmaktadır. Diyelim ki bir anne ve baba evladına «Bizi unutma, bizi hatırla..» demek istiyor ki hemen her anne ve babanın tabii hakkıdır ve yaptığı şeydir bu.. Bunu arapçada Zikir kelimesiyle söylüyor ve ‘üzkurnâ’ diyor. Yani bizi zikret manasına geliyor kısaca.
Anne ve babasını zikredecek evlad, onların sıhhatleriyle, geçim durumlarıyla, yiyecek içecekleriyle, ihtiyaçlarıyla, keyifleriyle alakadar olacaktır. Atanın buna ihtiyacı olsun olmasın evlattan beklenen budur. Yani bir taraftan bir ihtiyaçları olup olmadığını soracak, diğer taraftan hasta ise doktora götüreyim diyecek ve götürecektir. Bir taraftan canları bir şey istiyorsa onu temin etmeye çalışacak, diğer taraftan gezmek istiyorlarsa gezdirmeye çalışacaktır. Bu arada onları «Benim güzel anneciğim, benim güzel babacığım» diye sevmesi ve adlarını anmasına kadar hemen bütün davranışlarıyla anne ve babasını râzı etmeye, kendisinden hoşnud etmeye çalışacaktır. İslâm söz konusu olduğunda ise yalnızca velinin isteklerinden ‘Atalarının dinine dönmesi talepleri’ne râzı olmayacak fakat yanlarında yaşlanmaları halinde onlara ‘üf’ bile demeyecektir.(17/23) Bu talep ve karşılığı davranışlar küçüklü büyüklü hemen bütün tavırları kapsayıcıdır görüldüğü gibi. Zikir’den (anmaktan) beklenilen sonuç ise görüldüğü gibi anne ve babayı hoşnud-râzı etmektir.
Şimdi Kur’an’da sık geçen Zikr ve Zikrullah kelime-kavramına geçerek adı geçen kavramın âyetlerin taşıdığı manalarla, bu manaları nirengi yaparak manasının belirlenmesine çalışalım.
Rabb’inin adını zikredip namaz kılan(87/15), Kur’an’da (putları değil de) yalnız Rabb’ini zikrettiğin zaman(17/46) bana şükredin, nankörlük etmeyin buyurarak kendisinin zikredilmesini ve kendisinin de bizi zikredeceği(2/152)’ni bildiren, yaratıldığını zikretmeye(19/67), bir kısım hayvanların kesilirken üzerine Allah’ın adını zikretmemek(6/138)’ten, nimetlerini zikretmekten, inanan ve iyi işler yapanlarla kötülük yapanların bir olmadığını zikretmeye(40/58), su indirilip türlü türlü meyveler çıkardığının anılmasına(7/57), O’na ibadet etmeyi zikretmeye(10/3), Yaradan’ın yaratmayan gibi olmadığını zikretme(16/17)’ye, Allah’ı zikretmeye engel olan içki ve kumarın insanlar arasına düşmanlık ve kin sokuculuğu(5/91)’na, inananların kalplerinin itminanının zikrullah ile mümkün olacağı(13/28)’na ve daha nice şeyi anmaktan bahseden yüzlerce âyet vardır ki pek az bir kısmını yukarıya aldık.
Zikir ve Zikrullah ile ilgili bütün âyetlerden rahatlıkla anlaşılmaktadır ki zikrullah; yani Allah’ı anmak, O’nu hatırdan çıkarmamak demek O’nun Bir’liğine inanmak, O’na ortak koşmamak, O’nun nehiy(yasak)’lerinden uzak durmak ve yine O’nun emirlerine uymak, nimetleri için O’na şükretmek, nankörlük etmemek demektir. Küçüklü büyüklü ne istemişse kulundan yapılması ya da kaçınılması için, bunların tümüne uymaktır zikrullah. Bundan maksad ise elbette ki O’nu râzı-hoşnud etmektir.
Görülmektedir ki Zikrullah bir diğer ifade ile İslâm’ın tümünün adıdır. Yani kul Allah’a O’nun istediği gibi inanacak ve amel edecektir, yani O’nun istediği gibi O’nu zikr edecektir. Nitekim «O’nun size gösterdiği biçimde O’nu zikredin. (Zira) Siz O’nun yol göstermesinden önce sapıklardan idiniz»(2/198) buyuran da bizzat Kendisi’dir. O’nun gösterdiği yol (hidâyet) ise Kur’an’la bildirilmiştir. Resulullah (s.a.) da Kur’an’da gösterildiği gibi O’nu zikretmiştir. Konumuz biraz daha açıklık kazandığına göre bakalım Resulullah O’nu Kur’an’a göre nasıl zikr etmiştir?
Resulullah’a baktığımızda Onun bir yandan Allah’a ortak koşmadığını, diğer yandan yetimin malına haksız yere el uzatmadığını, bir yandan kendisinin hanımları üzerinde hakkı bulunduğunu ve hanımlarının da kendisi üzerinde hakları bulunduğunu ve bu hakka riâyet ettiğini görüyor, diğer yandan içki, kumar, fal, zina’dan uzak durduğunu görüyoruz. Bir yandan namaz vakitlerinde namazı ikame ettiğini, diğer yandan zekâtı ita ettiğini, bir yandan Allah’ın hükümleri ile hükmettiğini, diğer yandan, hafif tartmaktan uzak durduğunu, Ramazan ayı geldiğinde Ramazan orucunu tutarken, diğer yandan Allah’ın muhtelif isimleriyle O’na dayandığını, bir yandan işlerini sağlam yapmaya çalışırken diğer yandan Allah’ı vekil edindiğini velhâsıl bütün bir hayatı Kur’an’da gösterilen şekilde yaşamaya, toplum düzeninin de aynı Kitab’ın istediği biçimi almasına çalıştığını görüyoruz.
Gerek Mekke devrinde, gerekse devleti kurup topluma da bir düzen vermeye başladığı dönemde Resulullah tümüyle (bütün hareketleriyle) kendisine gelen vahyin (Kitab’ın) istekleri istikametinde hareket ediyordu. İnsanlara güzel davranmaktan, alış-veriş kaidelerine, yeme-içmede haram ve helâle riâyetten, bir davada davalı veya davacıdan değil yalnızca Hak’tan yana olmaya, hattâ şaka(latife)sına kadar Allah’ın kendisine indirdiği hükümlerle önce kendi nefsine hükmediyor ve bunun, gönderildiği dine inananlara da hulk (ahlâk) olması için çalışıyordu. Allah yolunda başına gelen sıkıntılar, işkenceler, darlıklar, levmler karşısında sabretmek de Allah’ı zikretmekteydi. O biliyor ve gereğince amel ediyordu bütün bunlarla.
Biz biliyoruz ki Resulullah (s.a.) Allah’a kulluğundan Allah’ın râzı olduğu bir müslüman idi. Buna dâir elimizde Kur’an’ın âyetleri vardır. Allah’a en iyi (gerektiği gibi) zikretmişliğinden emin olduğumuz kişilerin başında Resulullah’ı saymaya kimsenin itirazı olamaz. Buna göre o Allah’ı nasıl zikretmiş ise bizlerin de öylece zikretmesi gerekmez mi? Elbette ki evettir bu sorunun cevabı.. O, Allah’ı zikrederken örneğin Mekke’deki dönemde kendisine ve inananlara yapılan eziyetler karşısında sabr etmiş mukabele etmemişse bu hali ile Allah’ı zikretmiştir. Diğer yandan, kendileri ile anlaşıp Allah’tan gelen hükümler muvacehesinde bir Devlet kurmaya çalışarak da Allah’ı zikretmiştir. Nitekim Akabe’de Medinelilerle Biatlaşması da Onun Allah’ı zikretmesidir. Bir yandan namaz kılması, diğer yandan hırsızın elinin kesilmesi de, zina yapana Kur’an’daki cezanın verilmesi de, Mekke’de küfür düzeni ile uzlaşmaması ve onların şartlı iktidar tekliflerine itibar etmemesi de Zikrullah’ıdır Resulullah’ın…
Yukarıda söylemek istediklerimizi çoğaltmaya kalkarsak İslâm’ı tümüyle anlatmamız gerektiği görülecektir. Yani şu anlaşılmaktadır ki zikrullah İslâm’ı tümüyle yaşamak, yaşamaya çalışmaktır. İçinde zikr geçen bütün âyetlerin gösterdiği istikamet budur.
Vaziyet bu olunca, yani zikrullah İslâm’ı kabul ve yaşamanın tümü manasına geldiğine göre, birileri —isterse asırlardan beri olsun— çıkıp da bu bütünün bir iki parçasını milletin eline tutuşturup zikrullah budur, bunu yapan cennete gider derse bilinmelidir ki Allah’ın bütün olan dinini küçültüyor, daraltıyordur. Tüm hayatı kapsayıcılığına karşı bir iki kalemle işi (gerçeği) geçiştirmeye çalışıyor demektir. Bunu ister bilerek, ister bilmeyerek yapsın yaptığı iş Allah katında kerihtir, merduddur. Zira onlar âyetlerin bir kısmını kabul bir kısmını da red mi ediyorlar diye kullarını korkutan Allah böyle yapmanın İslâm olamayacağını belirtiyor.
Nasıl ki bir araba (otomobil) denildiğinde binlerce parçadan oluşan bir taşıt aracı akla geliyorsa ve o bütünlüğüyle taşıma yapabiliyorsa İslâm denildiğinde de yine bir bütünlük söz konusudur ve ancak bu bütünlük korunmak suretiyle onu kabul eden ve amel edenler onun götürmesi istenilen yere onunla gidebilirler. Biz insanlar Allah rızasına, cennete bu İslâm aracına binerek gidebiliriz. Bu aracın bir parçasına binerek hiçbir yere gidemeyiz. Nasıl ki arabanın yalnız direksiyonu ile, yalnız tekeri ile bir yere gidilemez ise İslâm’ın da bir iki parçası ile Allah rızasına, cennete gidilemez. Herkes bunu (gidilebileceğini) aklından çıkarmalıdır. Zira bu aklen de, yukarıda gördüğümüz gibi naklen de mümkün değildir.
Bu münasebetle demek istiyoruz ki müslümanım diyen herkes bilmelidir ki şu veya bu vakitte Allah’ın isimlerinden şunu veya bunu şu kadar yüz defa söylemekle, üstelik bunu bile söylerken akliyetini yitirip İsm-i Celil’i bile anlaşılması mümkün olmayan şekilde tekrar edip duran bir kimse, değil sevap kazanmak, bilâkis sorumluluk halinin (aklı başında olma halinin) de dışına çıktığından hiçbir şey elde etmiş olmaz, olamaz. Zira uyku, unutma ve geçici de olsa aklın kaybı zamanlarında kalem insanın üzerinden kaldırılmıştır. Bu zamanlarda kalemin deftere bir şeyler yazmasını ummak ise İslâm’ı bilmemek, anlamamak, ondan habersiz olmak demektir. Ki İslâm’dan habersiz olanın da o dinden sevap kazanması abes olmaz mı?
Evet bilinmelidir ki İslâm bir bütündür ve bu bütün anlaşılmak, inanılmak ve amel edilmekle Allah râzı edilebilir ve cennet umulabilir. Binlerce parçadan oluşan (bütün bir hayatı kapsayan kaideleri, düsturları bulunan) İslâm’ın bir iki parçasına yapışarak hiçbir yere varılamaz. Bunun tersini doğru bilenler yeniden kendilerini elden geçirsinler, Allah’ın Kitabı’nı, Resulü (s.a.)’nün sünnetini yeniden okuyup öğrensinler ki zikretmenin hiçbir fayda vermediği güne (79/35) kalmasın bu gerçeği anlamaları…
Doğru sözü işitip de kulak verenlerden Allah râzı olmaktadır. Doğru sözler ise Allah’ın Kitab’ı Kur’an’dadır. Resulü (s.a.)’nün o Kitab’ı anlayıp yaşamasındadır.
Dipnot
(1) Al-i İmran 3/58, En’am 6/90, A’raf 7/63, A’raf 7/69, Hicr 15/6, Nahl 16/43, Kehf 18/83, Tâhâ 20/99, Tâhâ 20/113, Tâhâ 20/124, Enbiyâ 21/2, Enbiyâ 21/7, Enbiyâ 21/42, Enbiyâ 21/50, Enbiyâ 21/105, Mü’minun 23/71, Furkân 25/29, Şuarâ 26/5, Fâtır 35/11, Yasin 36/69, Saffat 37/3, Saffat 37/168, Sâd 38/1, Sâd 38/8, Sâd 38/49, Sâd 38/87, Zümer 39/23, Fussilet 41/41, Şûrâ 42/5, Zuhruf 43/36, Zuhruf 43/44, Kamer 54/25, Talak 65/10, Kalem 68/51, Mürselât 77/5, Tekvir 81/27 vd…
(İktibas, sayı 102)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *