Kültürel hafıza, İsrail’in karşısına her zaman için bir başka gerçekliği koyacaktır. Göçlerle oluşmuş suni bir devletin, bin yılı mütecaviz bir doğal oluşmuşluğu basit oldubittiler ile yok etmesinin mümkün olmayacağını süreç ortaya koyacaktır.
Dr. M. Taceddin Kutay/AA
İsrail’in bu benzersiz savunması birbirinden farklı üç şiddet tipi üzerine bina edilmiştir. Söz konusu şiddet tiplerinin ilki aksiyon şiddetidir. Modern silah endüstrisinin en olgun meyvelerine, hem de turfanda sahip olmak lüksü bulunan İsrail, Batı tarafından mutlak meşru aktör kabul edilmesi sayesinde bu silahları sivil halka karşı dahi hesapsızca kullanabilme şımarıklığına sahip bir devlettir. Bu İsrail’in kaba kuvvete dayalı aksiyon gücüdür. Söz konusu aksiyon gücü, Batı basını tarafından tüm dünyaya yenilmez bir güç olarak sunulmaktadır. Asla aşılamaz olduğu iddia edilen demir kubbenin aşılabilir olduğunun ortaya konması bu imajı uluslararası arenada büyük oranda zedelemiştir. Bu imaj her ne kadar zedelenmiş olursa olsun İsrail’in aksiyon gücünün asıl dayanağı, konvansiyonel silahları hedef gözetmeden, hesapsızca kullanabilme ayrıcalığına sahip görülmesindedir. Sivil ve çocuk ölümlerinin oranındaki yükseklik ve bu durumun onlarca yıldır değişmiyor oluşu, söz konusu cinayetlerin hata ile işlenmediğine, aksine bilinçli bir stratejiyle işlendiğini ortaya koymaktadır. Bu hesapsızlık İsrail’in aksiyon gücü açısından bir çarpan kuvvete dönüşmektedir.
İsrail’in savunmasını üzerine bina ettiği ikinci güç, aletsel şiddet şeklinde adlandırabileceğimiz güçtür. Söz konusu şiddet adlandırmalarını ünlü Alman Sosyolog Heinrich Popitz’in tasnifatı üzerinden yaptığımı antrparantez belirtmeliyim. Aletsel şiddet, kişinin veya kurumun bizzat ortaya koymadığı, tehdit ve ima ile muarızlarını korkutmak yoluyla ele geçirdiği güce verilen isimdir. Uluslararası arenada İsrail’in sürekli nihayetsiz bir kredi ile karşılanması ve kendisine yönelen bütün tenkit ve tehditlerin daha İsrail dahi tepki vermeden sistemin büyük aktörleri tarafından göğüslenmesi bu gücü var kılmaktadır.
İsrail’in savunmasını üzerine bina ettiği üçüncü güç ise otoritatif şiddettir. Birtakım teamüllerin varlığının kabulüne dayanan bu şiddet tipi, insanları belli sınırların ötesinde tutmayı amaçlar. Günümüzde İsrail’in savunması açısından en güçlü savunma, otoritatif savunmadır. İsrail’e yönelik her türlü eleştirinin ve savunma mekanizmasının karşısına konulan iki kavram, İsrail’in ortaya koyduğu devlet şiddetine karşı kendisini fiziki yahut manevi olarak savunmaya çalışan insanları mahkûm etmektedir. Bu kavramlar “antisemitizm” ve “terör” kavramlarıdır. Söz konusu kavramların gücünü ve bunlar kullanılarak uygulanacak yaptırımların şiddetinin ne kadar büyük olacağını uzun uzadıya izah etmenin gereği yoktur. Ancak anlamaya ve anlamlandırmaya muhtaç olduğumuz şey, söz konusu kavramların gücünün nereden geldiğidir.
İsrail’in otoritatif şiddetini tahkim eden bu iki kavram gücünü müphemlikten ve belirsizlikten alır. Her iki kavramın da sınırları son derece müphemdir; nerede başlayıp nerede bittikleri belirsizdir. Dolayısıyla İsrail’e karşı bir söylemde bulunmak ancak bu müphemliğe karşı büyük bir riski göze almakla mümkün olmaktadır. “İsrail bebekleri katlediyor” dediğiniz anda antisemit olarak yaftalanmanız son derece mümkündür. Antisemitizm kavramı, başlangıçta Yahudi ırkına düşmanlık olarak tanımlanan ve ırkçılık kategorisinde değerlendirilebilecek bir kavramdı. Bu tanım, İsrail’in bu kavramı kalkan olarak kullanmasına yetmeyince sürekli genişledi. Kavram bir taraftan politik olarak genişlerken ırk esasında ise daraltıldı. Semitik kavimlerden olan Araplara düşmanlık antisemitizmin tanımı çerçevesinde yer almazken, İsrail eleştirileri neredeyse istisnasız olarak kavramın politik istikamette genişlemesi sebebiyle antisemitizm şeklinde okunabilir.
Aynı durum terör kavramı için de söz konusudur. İsrail’e karşı kendinizi ne oranda savunduğunuzda yahut kendisine ateş eden İsrail askerine taş atan bir çocuğa manen destek olduğunuzda terörist yaftası yemeniz bir hayli mümkündür. Binaenaleyh, bu iki kavrama karşı durmak, görünmeyen güçlere karşı durmaktan farksız bir vaziyetle sizi karşı karşıya bırakmaktadır. Cinlere ve kötü ruhlara karşı savaşmak ne kadar hesaplanabilirse, söz konusu iki müphem kavrama karşı durmak da o kadar hesaplanabilir bir şeydir. Ve itibar kaygısı olan modern insan açısından İsrail eleştirisi yapmak bu bakımdan zorların en zoruna dönüşebilir. Batı’da ve Türkiye’de bulunan sanatçıların, düşünürlerin, ediplerin bu konuda çoğunlukla tek kelime edemeyişi, etse dahi çoğunlukla hiçbir şey ifade etmeyen nötr barış temennilerinde bulunması bu sebepledir. Bir Demokles kılıcı tüm dünyanın üzerinde sallanmakta ve belirsiz bir tehdit ile İsrail’i korumaktadır.
Fremdschämen & schadenfreude
İsrail’in müphem kavramlar ile korunuyor oluşunun kültürel arka planı avrosentriktir. Almancaya mahsus bir kelime olan “FREMDSCHÄMEN” başkasının namına utanmak demektir. Kelime Almancaya mahsustur, zira Almanca haricindeki dillerde bu durumu anlatabilmek için bir terkibe yahut cümleye ihtiyaç duyulur. Kelime, aynı zamanda bir kavram olarak da hükmünü Alman kültürü içinde mutlak olarak icra etmektedir. Nasyonal-Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) iktidarı ile içine girilen gayrı insani süreç milyonlarca masum Yahudi’nin canından olmasıyla sonuçlandı. Nürnberg Mahkemelerindeki yargılamalar ortaya koydu ki pek çok Nazi artığı işlediği cinayetlerden pişman olmamıştı.
Savaş sonrası yıllar, bu halet-i ruhiyenin nasıl ortaya çıktığının sorgulandığı uzun bir muhasebe sürecini beraberinde getirdi. Modernitenin ve radikal pozitivizmin yaşanan cinayetlerdeki azim payının yadsınamaz olduğu pek çok kimse tarafından kabul edildi. Bu durum, yaşanan acıların faturasının yalnız Alman ve Avusturya Nazilerine değil, Batı toplumunun 20. yüzyılın ilk yarısında geldiği nokta itibariyle bir dünya görüşüne kesilmesiyle sonuçlandı. Radikal pozitivizm büyük yara aldı ve Batı toplumları, o noktada paydaşları olan Almanlar ve Avusturyalılar kadar utanca ortak oldular. Neticede 50 milyon insanın ölmesi, modern dünyanın gelişmişliği ile izah edilebilir değildi. Bu, Almanca Fremdschämen kelimesinin diğer Batı dillerine tatbiki olarak tercüme edilişi anlamına gelmekteydi.
Gelgelelim Fremdschämen’in sınırları Batı’yı ve İkinci Dünya Savaşı’na katılan devletlerin sınırlarını aştı. Savaşla uzaktan yakından alakası olmayan, hatta modernite ile henüz tanışmamış olan toplumların da bu kolektif Fremdschämen’den yana hisse sahibi olmaları istendi. Kabahatinin ne olduğunu dahi bilmeyen toplumlar holokostun günahını Avrupalı ile eşit derecede taşımaya zorlandı. Bu yük üzerinden bütün insanlar İsrail’in bütün ölçüsüzlüklerine karşı sessiz kalma konusunda ikna edildi. Bütün dünya halkları kabahatleriyle oturmak ve yoğun bir pişmanlık hissi ile meşgul olmak zorunda bırakıldı. Oysa, içsel olarak yükü altında ezildikleri bu kabahatin ne olduğunu hissedemiyorlardı bile. Suçu ve sorumluluğu tüm dünyaya eşit olarak dağıtmak ve dünyanın geri kalanını da bir Fremdschämen’e mahkûm etmek, Avusturya gibi ülkeleri ölçüsüz bir İsrail yandaşlığına sevk eder hale geldi. Zira Holokost kurbanlarına karşı en fazla dünyanın geri kalanı kadar mesul olduğunu zanneden Avusturya aklı, İsrail cinayetleri hususunda da tüm dünya kadar mesul olabileceğine hükmetti. İsrail Gazze’de sivil yerleşim bölgelerini bombalarken kınamak bir yana, sessiz kalmayı dahi reddederek şansölyelik makamına İsrail bayrağı çekildi. Bu durum en az Fremdschämen kadar otantik Almanca bir kelime olan Schadenfreude’nin (tahrip mutluluğu) tahakkukundan ibaretti. Kolektif bir suç olduğuna inanılan bir soykırımın faili, yaşanan barbarlığın yükünün kolektif bir zemine yüklenmesi ile kendi pozisyonunu tahkim etmektedir. Yeni bir kolektif suçun ortaya çıkması ile birlikte eski suçun sıra dışılığı daha az hissedilir hale gelmektedir.
Kültürel hafıza
Filistin sorunu ile alakadar olanlar, sürecin bundan sonra nereye evirileceği konusunda birbiriyle mütenakız cevaplar ortaya koymaktalar. Sürekli oldubittilerle bir noktaya getirildiğine inanılan sorunun çözümünün, oldubittilerin dayatılması kadar basit olmadığı muhakkak. Zira gasp edilmekle kolayca dönüştürülmesi mümkün olmayan binlerce yıllık bir kültürel hafıza karşımızda duruyor. Donald Trump’ın, Kudüs’ü İsrail’in başşehri olarak tanımasının ardından oluşan algı, Kudüs’ün statüsü konusunda uluslararası bir meşruiyet sağlandığı şeklindeydi. Kolektif bir suçun neticesinde kurulan ve yine kolektif olarak korunması gerektiği kabulü tüm dünyaya dayatılan İsrail’in başşehri sorunu da elbette kolektif şekilde çözüme kavuşturulmalıydı. Pek çokları açısından sistemin başat aktörü olan Amerika’nın bu noktadaki cevaz vericiliği sorunun kolektif olarak çözümü anlamına gelmekteydi. Trump’ın bir imzasının Kudüs’ü başkent kılacağına inananlar, Kudüs’ün sembolü olan Kubbetü’s-Sahra’nın Mescid-i Aksa içinde bulunan bir İslam yapıtı olduğu gerçeğini ıskalıyorlar. Kubbetü’s-Sahra orada durduğu müddetçe şehrin İslam kimliğini ortaya koymaya devam edecek. Böylesi bir kimlik, Yahudi ulus devleti olmak iddiasındaki İsrail’e, kendi başşehrinde dahi bir diaspora psikolojisini dayatacaktır. İsrailli Yahudiler Kudüs’te, kendilerince inşa ve imar edilmiş Tel Aviv’de yaşadıklarından farklı bir hayat yaşayacaklar. Bu gerçek, İsrail’in bütün bir Batı kamuoyunu arkasına alarak yukarıda zikrettiğimiz üç şiddet tipini ortaya koyması halinde dahi Kudüs’ü asla gerçek anlamıyla başşehirleştiremeyeceği gerçeğidir. Kültürel hafıza, İsrail’in karşısına her zaman için bir başka gerçekliği koyacaktır. Göçlerle oluşmuş suni bir devletin, bin yılı mütecaviz bir doğal oluşmuşluğu basit oldubittiler ile yok etmesinin mümkün olmayacağını süreç ortaya koyacaktır.
[Siyaset psikolojisi, sekülerleşme teorileri, din-siyaset ilişkisi, Katolik teolojisi ve oksidental kültür alanlarında çalışan Dr. M. Tacettin Kutay Türk-Alman Üniversitesi’nde araştırma görevlisidir]
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *