Papa’nın Zengiler Devleti’nin bir kolunun başkenti olan Musul’u ziyareti ve yıkılan kilise enkazları önünde dua etmesi, aynı akıbeti paylaşan Musul Ulu Camii’ni inşa ettiren Nureddin Zengi’nin de bir kez daha hatırlanmasını sağladı.
Prof. Dr. Haşim Şahin / Star-Açık Görüş
Papa’nın geçtiğimiz hafta gerçekleştirdiği Irak ziyareti tüm dünyada olduğu gibi İslâm âleminde ve Türkiye’de de oldukça yankı uyandırdı. Papa’nın Zengiler Devleti’nin bir kolunun başkenti olan Musul’u ziyaret DEAŞ tarafından yıkılan kiliselerin enkazının önünde dua etmesi pek çok tartışmayı da beraberinde getirdiği gibi bu devletin en ihtişamlı hükümdarlarından birisi olan ve söz konusu kiliselerle aynı akıbeti paylaşan Musul Ulu Camii’ni inşa ettiren Nureddin Zengi’nin de bir kez daha hatırlanmasını sağladı. Peki Batı dünyasının gayet yakından tanıdığı, İslam dünyasında ise sadece belli bir kesimin Ali Emre ve Abdülkadir Turan’ın çalışmaları vasıtasıyla bildiği Nureddin Zengi kimdi? Yaşadığı dönemde nasıl bir misyona sahipti? Hedefleri neydi? Kudüs, Nureddin ve o dönemdeki Müslümanlar için ne anlam ifade ediyordu? Elimizden geldiğince cevaplayalım.
İslam dünyasının Orta Çağ’da yetiştirdiği en büyük emirlerden birisi olan Nureddin Zengi’nin hayallerini süsleyen Kudüs, tarihi boyunca Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar açısından büyük öneme sahip olmuştu. 638 yılında Hz. Ömer devrinde İslam hâkimiyeti altına giren şehir, 1077 yılında Selçuklu emirlerinden Atsız Bey tarafından kalıcı olarak Selçuklu topraklarına dahil edilmişti. Şehrin Müslüman hakimiyeti altında bulunması Hıristiyan dünyasında büyük bir tepki uyandırmış, papalar muhtelif dönemlerde şehrin Müslümanlardan geri alınması için Haçlı Seferi çağrısında bulunmuşlardı. Bu açıdan bakıldığında Kudüs, Hıristiyan dünyası için o dönemde Müslüman topraklarına yapılacak bir saldırının tetikleyici bir sembolü haline gelmişti. Nitekim 1095 yılında Papa II. Urbanus’un Clermont Konsili’nde yaptığı Haçlı çağrısı da ana hatlarıyla Kudüs’ün kurtarılması üzerine inşa edilmişti. Çoğunluğu Fransız asilzadelerinden ve şövalyelerinden oluşan, sayıları yüz binleri bulan Haçlı orduları Avrupa’dan Kudüs’ü kurtarmak üzere hareket etmişler, Türkiye Selçuklu ve Danişmendli hakimiyeti altındaki topraklardan geçtikten sonra Urfa, Antakya ve Kudüs’te Haçlı devletleri kurmuşlardı.
Müslümanlar arası çekişmeler
Haçlıların 15 Temmuz 1099 tarihinde Kudüs’ü ele geçirip Arap kaynaklarının muhtemelen abartılı ifadesi ile 70 bin Müslümanı katletmeleri, sonraki yıllarda, bu kez İslam hükümdarlarının Hıristiyanlara karşı geliştirdikleri cihad politikasının meşru zeminini oluşturdu. Haçlıların bölgedeki varlığı yaklaşık iki asır devam etmişti. Bölgede Müslüman devlet adamlarının birbirleriyle sürekli çekişme halinde olmaları, Batınî İsmaililerin faaliyetleri, İslam dünyasının bir araya gelmek yerine sürekli iç karışıklıklar içerisinde bulunması, siyasi entrikalar, mezhep çatışmaları bölgedeki Haçlı hakimiyetinin bu kadar uzun sürmesinin başlıca sebepleriydi. Elbette ki daha en başından itibaren Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan ve onun oğlu Sultan I. Mesud Haçlı ordularına karşı önemli başarılar elde etmişler, gerek Haçlı baskısının daha da artmasına, gerekse bölgedeki Türk varlığının Haçlılar ve Bizans Devleti tarafından sona erdirilmesine izin vermemişler, bilhassa içinde bulunduğumuz Anadolu’da Türk ve Müslüman varlığının devamını sağlamışlardı. Bu açıdan bakıldığında Türk toplumunun bilhassa baba-oğul bu iki hükümdara çok şey borçlu olduğunu belirtmek gerekir.
Vaktiyle Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı olan üç büyük şehirde kurulan Haçlı devletleri uzun süre Müslümanlar için büyük bir tehdit oluşturmuştu. Suriye Selçuklu sultanları ve bölgedeki bazı Selçuklu emirleri Haçlıların varlığını kabullenmişlerdi. Haçlı varlığına son verme ve Müslümanları bir çatı altında toplama konusundaki ilk ciddi adımlar ise, Suriye sahasında Kasımüddevle Aksungur’un oğlu İmadüddin Zengi tarafından atıldı. Suriye’deki Ca’ber Kalesi’ni kuşattığı sırada kölesi tarafından öldürülmesine kadar geçen zaman dilimi içerisinde önemli başarılar elde eden Musul atabeyi İmadeddin Zengi, bir yandan ileride Zengiler Devleti adıyla bilinecek devletin temellerini atarken, bir yandan da Haçlılar karşısında Müslümanların da önemli başarılar kazanılabileceğini gösteren sembol isimlerden birisi olarak Haçlıların adeta korkulu rüyası haline geldi. Onun 1144 yılında Haçlıların elinden Urfa’yı alması, Müslümanlar için bir umut ışığı ve cesaret vesilesi olmanın yanısıra Avrupa’da büyük yankı uyandırdı. Urfa’nın ele geçirilmesi İkinci Haçlı Seferi’nin başlıca sebebi oldu.
Kardeş dayanışması
İmadeddin Zengi öldürüldüğünde kendisiyle aynı politikayı benimseyen iki oğul bırakmıştı. Bunlardan Seyfeddin Gazi Musul’u, Nureddin Mahmud Zengi ise Halep’i idare ediyordu. Zengi ordusunun ve bürokrasisinin tamamı, babasının meşru varisi Seyfeddin Gazi olsa da Nureddin Zengi’yi hükümdar olarak tanıdılar. Seyfeddin Gazi kardeşine karşı gösterilen bu teveccühe itiraz etmediği gibi, bilhassa onun Haçlılar ve Bizans ile yaptığı mücadelelerde en büyük destekçisi olarak, kardeş dayanışmasının nasıl olumlu sonuçlar doğuracağının adeta dersini verdi. 1118 yılında Halep’te doğan Nureddin Zengi, çocukluğunda iyi bir eğitim almış, babasının yanında hayli savaş tecrübesi kazanmış, Halep’te hükümdarlık yapmaya başladıktan sonra kısa süre içerisinde gücünü artırmış, dağınık haldeki Müslüman emirleri etrafında toplamayı başarmıştı. Meşhur Selahaddin Eyyubi’nin babası Necmeddin Eyyub ve amcası Esedüddin Şirkuh, Nureddin Zengi’nin en önemli yardımcılarıydı.
Nureddin, Haçlılarla mücadeleyi babasının bıraktığı yerden devam ettirmişti. O, kısa süre içerisinde Urfa Haçlı Devleti’nin hakimiyeti altındaki diğer şehirleri de ardı ardına ele geçirdi. Bu mücadeleleri neticesinde Hıristiyan dünyasına karşı gerçekleştirilen cihad ve gaza ideolojisinin o dönemdeki en büyük temsilcisi oldu. Onun bu konudaki gayretleri diğer Müslüman hükümdarlar ve Abbasi halifesi tarafından da takdir ve destekle karşılandı. Nûreddin Zengi, Şam’ı ele geçirdikten sonra Esedüddin Şirkuh ve Selahaddin Eyyubi eliyle Mısır’a da hâkim oldu. Böylece Şii dünyasının ana yönetim merkezini de kontrolü altına almış oluyordu.
Büyük misyon yüklendi
Nureddin Zengi, İslam dünyasının kendisine yüklediği misyonun farkındaydı. Bu nedenle kendisine yeni hedef olarak Kudüs ve İstanbul’u seçmişti. Onun bu fikre yürekten inandığı ve bu iki şehri ele geçirme düşüncesinde olduğu Abbasi halifesine yazdığı mektuptan açıkça anlaşılmaktadır. O, 568/1173-73 yılında Bizans ordusunu mağlup ettikten sonra Abbasi Halifesi el-Mustâzî Biemrillah’a yazdığı ve Kadı Kemâleddin b. Şehrezûrî vasıtasıyla gönderdiği mektubunda “Kostantiniyye ve Kudüs fethedilmeyi bekliyorlar. İkisi gecenin karanlığında sabahın munis aydınlığını bekliyor. Allahu Teâlâ keremiyle bana bu iki fethi İslâm ehline sunmayı nasip etsin” diyerek bu düşüncesini ve arzusunu açıkça ifade etmişti. Üstelik bununla da kalmayıp düşüncesini eyleme dökmüş, ele geçireceğine samimiyetle inandığı Kudüs’te, Mescid-i Aksa’ya konulmak üzere devrinin en maharetli ustalarına muhteşem bir minber yaptırmış, bu minberi Kudüs fethedilinceye kadar emaneten Halep’teki Ulu Cami’ye koydurmuştu. Nûreddin bu mektubuyla aynı zamanda Emeviler devrinden itibaren tarih boyunca pek çok Müslüman hükümdarın hayallerini süsleyen İstanbul’u fethetme arzusunu da açık bir şekilde ortaya koyuyordu. Kısacası Nureddin Mahmud Zengi’nin hayalleri Papa başta olmak üzere tüm Hıristiyan âleminin, Haçlı devletlerinin ve bu arada Bizans Devleti’nin kâbusuydu. Ne Kudüs’ün ne de İstanbul’un fethi Nureddin Zengi’ye nasip oldu. Kudüs’ün fethi, onun yanında yetişen ve sahip olduğu fetih ve gaza ruhunu aynen devam ettiren halefi Selahaddin Eyyubi tarafından gerçekleştirildi. Selahaddin, ustasına karşı her zaman sadık ve vefalıydı. Bu nedenle Kudüs’ü ele geçirdiği zaman söz konusu mihrabı Mescid-i Aksa’ya koydurdu.
Nureddin Zengi ölümünden sonra sadece Selahaddin Eyyûbi tarafından değil pek çok İslam hükümdarı tarafından örnek alınmış, onun cesaret ve erdemleri devrin kaynaklarında övgü dolu sözlerle zikredilmişti. Hem onun hem de Selahaddin Eyyubî’nin hizmetinde bulunmuş olan önemli devlet adamlarından İmâdeddin el-Isfahânî, Nureddin Mahmud Zengi’nin “meliklerin en iffetlisi, en dindarı, en ferasetlisi, en nezihi ve en faziletlisi” olduğunu yazmıştı. Önde gelen İslam tarihçilerinden İbnü’l-Esir de Nureddin Mahmud’dan bahsederken, “Ülkesinde çok sayıda adliye binası yaptırdığını, kadı ile birlikte mahkemeye onun da geldiğini, ister Yahudi, ister kendi oğlu, ister emirlerden birisi olsun her kim bir mazlumun hakkını yemişse bu hakkı ondan aldığını” söylemiş ve onun adil kişiliğini övmüş; “İslam öncesi dönemden zamanımıza kadar gelen bütün meliklerin hayatlarını okumuş birisi olarak Dört Halife’den ve Ömer b. Abdülaziz’den beri adil bir melik olarak Nureddin’den daha ahlaklısını görmedim” diyerek bu düşüncesini daha da belirgin şekilde satırlara dökmüştü. Kaynakların bu ifadelerinden açıkça anlaşıldığı üzere, Nureddin Mahmud Zengi yaşadığı dönemde dindar kişiliği, gazâ ısrarcı tavrı, açık görüşlü kişiliği ile tanınmıştı. Şam ve Halep şehirlerinde medreseler inşa ettirmiş, Halep Ulu Camii’ni yeniden inşa ettirmiş, Musul’da Ulu Camii’ni yaptırmış, sufiler için zaviyeler kurmuş, yol güzergâhlarında çok sayıda ribat ihdas etmişti. Onun bu hayırsever ve dindar tavrı da tarihçilerin satırlarına yansımıştı. Mesela İbn Vâsıl, onun “Allah’tan korkan, Allah düşmanlarıyla cihad eden, sadakat, marifet ve irfan sahibi, virdlerini düzenli şekilde yerine getiren, gecelerini ibadetle geçiren” bir kişi olduğunu belirtikten sonra İbnü’l-Esir’in yukarıdaki sözlerini tekrarlamış ve “Hulefa-yı Râşidin’den sonra bu kadar iyi özelliği kendisinde toplayan başka bir hükümdar daha görmediğini” dile getirmişti.
Nureddin Mahmud Zengi, İslam dünyasında böylesine meziyet sahibi bir kişilik olarak övülürken Haçlı dünyasında ise tam manasıyla bir korku unsuruydu. Onun babasının Haçlılarla yaptığı mücadeleyi daha güçlü bir şekilde sürdürmesi, İslam devletlerinin desteğini yanına alması ve Haçlı şehirlerini teker teker ele geçirmesi kendisine karşı günümüze kadar uzanan bir nefretin doğmasına neden olmuştu. Haçlılar karşısında elde ettiği büyük başarılar nedeniyle Haçlı tarihçisi William of Tyre onu “Hıristiyanların en büyük düşmanı” olarak nitelendirmişti. Süryani Mihail ise, Nureddin Zengi’nin Musul ve çevresini merkezi yönetime bağlamasından sonra Hıristiyanların durumlarının kötüleştiğinden söz etmiş, onun elde ettiği başarılardan dolayı gurura kapılarak Hıristiyanları aşağıladığını, zulmettiğini, bütün kiliselerini yıktırdığını yazmıştı.
Nefretin sebebi
Onun, Haçlılar karşısında elde ettiği başarılar, babasından sonra Urfa’yı Haçlılar’ın elinden ikinci defa alması, dönemin Hıristiyanlarının onunla ilgili olarak Avrupa’ya aktardıkları bilgiler, Antakya Prinkepsi Raymond’u katletmesi, Urfa Kontu Joscelin’i Halep’te esir etmesi ve hepsinden önemlisi Kudüs’ün fethinin asıl mimarı olması Hıristiyan dünyanın ona karşı duyduğu ve yüzyıllar boyunca dinmeyen nefretin başlıca nedenleriydi. İşte bu nefretin bir neticesi olsa gerek, Nureddin Zengi’nin yaptırdığı ve Selahaddin Eyyûbi tarafından Mescid-i Aksa’ya konulan minber 1969 yılında fanatik bir Yahudi tarafından yakıldı. Nureddin Zengi’den günümüze ulaşan son somut miras olan Musul Ulu Camii ise 2017 yılında havaya uçuruldu. Bu olaydan ABD yönetimi DEAŞ’ı sorumlu tutarken, DEAŞ militanları ise olayın ABD tarafından gerçekleştirildiğini ileri sürdüler. Faili kim olursa olsun bu hadise Nureddin’e duyulan düşmanlığın en somut neticelerinden birisiydi.
(Prof. Dr. Haşim Şahin, Sakarya Üniversitesi öğretim üyesi)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *