İsrail ve BAE anlaşmasının temel hedeflerinden biri olarak Çin yatırımlarının İran’a kaymasının engellenmesi görünüyor. Ayrıca BAE’nin İsrail için bir paratoner görevi icra ettiğini söylemek de mümkün.
Abdullah Erboğa / AA
İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasında gizli bir şekilde tesis edilen ikili ilişkiler, tarafların Eylül ayında ABD Başkanı Donald Trump’ın himayesinde Beyaz Saray’da imzaladıkları anlaşma çerçevesinde resmiyete dökülerek dünya kamuoyuna izhar edildi. Malumun ilamı olması hasebiyle bu durum ne Arap coğrafyasında menfi veya müspet sıra dışı bir tepkiyle karşılandı ne de Orta Doğu’da güç dengesini değiştirecek bir stratejik adım olarak karşılık buldu.
İsrail’in güvenliğine yönelik Arap tehdidini sabırlı adımlarla ortadan kaldırmaya çalışan Tel Aviv yönetimi, neredeyse her bölgesel gerilim sürecinin ardından tekerrür eden girişimlerle, yanına bir Arap aktörü daha çekebilmeyi başardı. Mısır (1979) ve Ürdün’ün (1994) ardından BAE (2020) ile resmî ilişki tesis eden İsrail, böylelikle Orta Doğu’daki meşruiyet sorununu bertaraf etme adına önemli bir kazanım elde etti. Diğer Arap ülkeleriyle benzer bir anlaşma yapma konusunda ise fazla acele etme niyetinde olduğunu söylemek zor. Zira İsrail açısından, bölgesel siyasi sistemin her daralma yaşadığı sürecin ardından bir Arap aktörle masaya oturmak hem daha kazançlı hem de daha stratejik sonuçlar üretmekte. BAE açısından ise tıpkı Mısır ve Ürdün gibi, ödül olarak Amerikan silahlarına ulaşımın olanaklı kılınması ve ABD’nin stratejik ortağı olunması gibi kazanımlar söz konusu. Nitekim ABD Dışişleri Bakanlığı Abu Dabi yönetimine 50 adet F-35 savaş uçağına ek olarak Reaper (SİHA) ve füze sistemlerinin dahil olduğu 23,37 milyar dolarlık silah satışına yeşil ışık yakmış bulunuyor. Kongre’den nasıl bir sonuç çıkacağı ise henüz net değil. Fakat Kongre’den geçse dahi ya ileride bu sistemlerin teslim edilmemesiyle İsrail’in niteliksel askerî üstünlüğü korunacak ya da daha farklı başka silah sistemlerinin İsrail’e verilmesiyle bu üstünlük muhafaza edilecektir.
Tehdit önceliklerinde uyum
BAE ve İsrail’in özellikle Arap isyanları sürecinde tehdit algılarının ortaklaşmasını, iki aktör arasındaki yakınlaşmada önemli bir eşik olarak nitelendirmek mümkün. Önce (Mısır başta olmak üzere) bölgede ortaya çıkan Müslüman Kardeşler (İhvan) tehlikesinin ortadan kaldırılması Tel Aviv ve Abu Dabi için ulusal güvenlik önceliği olarak belirlendi. 2013 yılında Mısır’da gerçekleştirilen darbe, bu hedefin gerçekleşmesinde köşe taşı mahiyetinde bir hamleydi ve bu hamlenin en güçlü destekçileri İsrail ve BAE idi. Arap isyanları dalgasının devam ettiği bir süreçte, İhvan’a yönelik bu girişim Orta Doğu’nun siyasi yapısında da eş zamanlı olarak çok derin bir sarsıntı meydana getirdi. Zira bölgesel statükoya geri dönüş politikasını hedefleyen aktörler için ziyadesiyle olumlu neticeler ortaya çıktı.
İsrail ve BAE’nin ortak güvenlik tehdidi olarak değerlendirdikleri bir diğer mesele ise Barack Obama döneminde İran’la nükleer anlaşmaya giden süreç ve bu süreçte İran’ın kazandığı etkinin bu iki ülke nezdinde meydana getirdiği tedirginliktir. Zaten Başkan Obama döneminde iki ülkenin de ABD ile ilişkilerinde meydana gelen güvensizlikler zinciri birçok krize neden olmuştu. Bu güvensizlik Abu Dabi ve Tel Aviv yönetimlerini birbirlerine yaklaştıran önemli faktörlerden biridir. Öte yandan Trump ile birlikte İran’la ipleri tekrar koparan ve nükleer anlaşmanın iptal edilmesiyle Tahran yönetimini yeniden köşeye sıkıştırmaya çalışan ABD’nin dış politika tercihi bu ülkeleri teskin etmiştir. Dolayısıyla bu ülkeler için Orta Doğu’da İhvan’ın bertaraf edildiği ve İran’ın pasifize olduğu bir süreçte yeni tehdit olarak Türkiye belirmiştir.
İsrail ve BAE’nin Ankara’nın bölgesel statükoyu tehdit ettiği yönündeki endişeleri, 2016 yılından itibaren Türkiye’nin bölgesel ölçekte sert güç unsurlarını devreye sokan yeni güvenlik ve dış politika yaklaşımıyla zirveye çıktı ve bu iki aktör nezdinde ciddi bir güvenlik problemi olarak görülmeye başlandı. Bu sebeple, bir kez daha bölgesel tehdit algılarının benzeşmesi durumu ortaya çıktı. Böylelikle 2010 yılından itibaren sırasıyla İhvan’ı, İran’ı ve Türkiye’yi tehdit olarak algılayan İsrail ve BAE, ortak güvenlik kaygıları neticesinde yeni bir yakınlaşma sürecine girdiler.
Tel Aviv ve Abu Dabi arasında, anlaşmanın imzalanmasıyla birlikte, diplomatik ve ticari etkileşim kanallarının hızlı bir şekilde devreye sokulduğu görülüyor. İkili ilişkilerde birer ilk mahiyetinde olan birçok gelişme şimdiden kayda geçmiş durumda. Ancak asıl önemli mesele, İsrail ve BAE arasındaki stratejik yakınlaşmanın, Orta Doğu ve küresel siyaset açısından yakın ve orta vadede nasıl bir yöne sahip olacağı hususunda yoğunlaşıyor. Uluslararası sistemdeki mevcut güç dağılımıyla kısa ve orta vadeye yönelik güç projeksiyonu bu iki ülkenin oluşturduğu eksenin davranışlarını nasıl etkiler sorusuna odaklanmak elzem.
Eksen kayması mı?
Uluslararası sistemin süper gücü olan ABD’nin Soğuk Savaş’ın akabindeki dış politika tercihleri elbette tüm aktörlerin stratejik hesaplamalarını doğrudan etkiledi. Amerikan güvenlik şemsiyesi Abu Dabi ve Tel Aviv için son derece kıymetli bir kalkan işlevi gördü ve ABD askerî gücünün bölgede olması ciddi bir güvenlik teminatı olarak değerlendirildi. Ne var ki Obama döneminde ABD uluslararası güvenlik maliyetlerinden mümkün olduğunca kaçınmaya başlayarak (özellikle Afganistan ve Irak başta olmak üzere) çatışma alanlarındaki askerî varlığını azaltma çabalarına öncelik vermeye başladı. ABD’nin Orta Doğu bölgesinden askerî gücünü geri çekmesi ve stratejik tehdit önceliğini değiştirmesi bölgede bir güç boşluğunu da beraberinde getirdi. Elbette Amerika’nın bu tercihi, güvenlik konusunda kendisine yüksek oranda bağımlı olan aktörler için endişe verici bir durum teşkil etti. ABD’nin askerî caydırıcılığının olmadığı böylesi bir bölgesel yapı içinde, İsrail ve BAE birbirlerini tamamlayıcı özellikleri sayesinde daha fazla işbirliği yapar oldular. İsrail istihbarî ve askerî konularda Abu Dabi yönetiminin elini kolaylaştırırken, BAE de bölgedeki stratejik ticari ve diplomatik bağlantılarını kullanarak sunduğu desteklerin yanı sıra, vekalet savaşlarında Tel Aviv’in yükünü sırtlamaya başladı. Dolayısıyla iki taraf için de “kazan-kazan” durumunun ortaya çıktığı bir tablo oluştu.
İsrail ve BAE arasındaki bu işbirliğinin sadece bölgesel düzlem bağlamında değil, bilakis küresel siyasetin seyri açısından da kritik olduğunu belirtmek gerekir. Özellikle İsrail açısından uluslararası sistemin şartlarına uyum sağlamak ve ABD ile müstesna bir stratejik ortaklığa sahip olmak son derece mühim. Ancak bu önem, yeni uluslararası koşullara hazırlıklı olmayı engellememiş görünüyor. Bu sebeple İsrail’in Çin’le ilişkilerine dikkatle bakılması gerekiyor. Tam bu noktada, BAE’nin İsrail için bir paratoner görevi icra ettiğini söylemek mümkün. Gerek deniz ticaret yollarının stratejik noktaları konusunda İsrail, Çin ve BAE’nin agresif ve birbirleriyle bir hayli uyumlu politikalarına bakıldığında gerekse de Çin’in devasa yatırımlarından Tel Aviv ve Abu Dabi’nin Orta Doğu’daki diğer aktörlere nazaran elde ettikleri paylar göz önünde tutulduğunda bu resim karşımızda daha net bir şekilde beliriyor. Zaten Çin yatırımlarının İran’a kaymasının engellenmesi de İsrail ve BAE’nin temel hedeflerinden biri olarak görünüyor. Dolayısıyla İsrail’in uluslararası sistemde meydana gelebilecek sistemik değişimlere şimdiden hazırlıklı olmak için ciddi adımlar attığı ve bu adımlarına yardımcı olması için BAE’den faydalandığını söyleyebiliriz. Dubai Ports World’ün elinde tuttuğu limanların yanı sıra Abu Dabi yönetiminin Yemen ve Afrika boynuzunda askerî üsler kurarak önemli boğazları kontrol altına almaya çalışması, yukarıda bahsedilen müşterek hedeflerin bir yansıması.
Ekonomi alanındaki bu hazırlığın askerî olarak alenileşmesi ise henüz mümkün değil. Bunda her ne kadar ABD’nin tutumu belirleyici olsa da, Pekin yönetiminin jeopolitik riskler taşıyan askerî inisiyatiflerden ve yöntemlerden uzak duran yaklaşımının etkili olduğunu belirtmek gerekir. Bununla birlikte İsrail ve BAE’nin Çin’le güvenlik ve askeriye alanında son dönemde artan işbirlikleri dikkatle takip edilmeli. Çin’in silah sistemlerinin satışında ABD’ye göre daha esnek davranması ve askerî teknoloji hususunda daha açık bir tutum sergilemesi önem arz ediyor. Bu bahsettiğimize yalnızca küçük bir örnek olarak, BAE’nin Libya başta olmak üzere, bölgedeki vekalet savaşlarının yaşandığı sahalara Çin silah sistemlerini sevk etmesi gösterilebilir. İsrail ile Çin arasındaki yapay zekâ, siber güvenlik ve yeni nesil askerî teknoloji konularındaki etkileşimin boyutları da epey dikkat çekici.
Bu noktada, Amerika’nın yeni başkanla birlikte uluslararası güvenlik meselelerine nasıl yaklaşacağı sorusu önem kazanıyor. Çin ve Rusya gibi stratejik rakipler karşısında liberal kurumsalcı dış politika tercihlerinin ne gibi sonuçlar doğuracağı müphem. Bununla birlikte, Biden döneminde Çin’e karşı daha rekabetçi politikalar benimsenecek ve askerî seçeneklerin işletilmediği bir yaklaşım sergilenecek gibi görünüyor. Asya-Pasifik’te bu hedef gerçekleştirilse dahi, ABD-Çin rekabetinin Orta Doğu bölgesinde keskinleşmesi durumunda bambaşka bir tabloyla karşılaşılması mümkün. Orta Doğu’da ABD-Çin rekabetinin nasıl bir şekle bürüneceği, son dönemde Hayfa limanı üzerinden süren gerilimden bile okunabilir. Dolayısıyla İsrail ve BAE ekseninin yönü tartışmasız Atlantik merkezli olsa dahi, şimdilik küçük adımlarla Asya’ya meyleden stratejik hamlelerin epeyce planlı ve sabırlı olduğunu belirtmek gerekiyor.
[Bölgesel güvenlik, Türk dış politikası, Körfez ülkeleri, ABD-Körfez ilişkileri ve Körfez güvenliği alanlarında uzmanlaşan Abdullah Erboğa SETA İstanbul Strateji Araştırmaları Direktörlüğü’nde araştırmacı olarak çalışmaktadır]
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *