Bir Başkadır’da İktidar Temsillerinin Dağılımı

Bir Başkadır’da İktidar Temsillerinin Dağılımı

Dizinin merkezinde dindarlık olgusunun yer aldığı ve dizinin bir çağrıda bulunduğu açık. Dizinin kimliklere uygun gördüğü güç dağılımı, dizinin eleştirmeye çalıştığı “Beyaz Türk” önkabullerinden kurtulamadığını gösteriyor.

Mücahit Gültekin / İslami Analiz

Berkun Oya’nın yazıp-yönettiği Bir Başkadır 12 Kasım’da yayına girdi ve o günden beri ilgi görmeye devam ediyor. Dizinin, tanınmış isimler tarafından sosyal medyada paylaşılması, övgüyle anılması ilgiyi daha da arttırdı. Dizi, geçmişleri, sosyo-ekonomik sınıfları, yaşam tarzları ve dünya görüşleriyle kutuplaşmış kimliklerin karşılaşması üzerine kurulu. Bastırılmış duygular, bilinçdışına itilmiş özlemler, kişiliğin karanlık bölgesinde kalmış travmalar bu karşılaşmalar yoluyla açığa çıkıyor.

Dizi kimilerine göre Türkiye gerçekliğini yansıtıyor. Birbirlerine uzak gibi görünen kesimlerin benzer acılar yaşadıklarını anlatıyor. Kimliklerin bastırdığı, “esir” ettiği; çıkmak için çabaladığı başka bir ben yatıyor her bir karakterin içinde. Dizi, bölümler ilerledikçe “esir duyguları” daha bir görünür kılıyor. Duygular özgürleştikçe kimlikler birbirine daha bir yakınlaşıyor. İzleyiciyi empatiye ve herkesin acısına sahip çıkmaya davet ediyor. Bu bakımdan kimilerine göre dizi, “sımsıcak” bir Türkiye özlemini yeşertiyor. Yine bu değerlendirmelere göre dizi; konuyu işlemede gösterdiği “incelikle”, mesajlarını gönderirken taşıdığı “hassasiyetle”; itmeden, dışlamadan, “kırıp-dökmeden” getirdiği eleştirilerle hem gerçeklikten kaçmıyor, hem de herkesin birbirini anlayabileceği bir Türkiye umudunu korumaya devam ediyor. Bazıları da bunun tersini düşünüyor. Oya’nın 3-4 karakter üzerinden yapay bir Türkiye temsili oluşturmaya çalıştığını, sorunlara derinlikli olarak eğilmediğini, herkese mavi boncuk dağıtan klasik bir “birbirimiz sevelim, bütün sorunlar hallolur” filmi olduğunu belirtiyor.

Diziye yönelik çok konuşuldu, yazılıp çizildi. Ama dizinin merkezinde dindarlık olgusunun yer aldığı ve dizinin bir çağrıda bulunduğu açık.

Fakat bu çağrının taraflarına biçilen roller önemli. Özellikle dizideki kimliklerin güç dağılımına daha yakından bakmak, bu çağrının kime hangi koşulları yüklediğini görmemizi sağlayabilir. Bir Başkadır’ın, özellikle dindar kesime bir çağrı yaptığını söylemek yanlış olmaz. Bu çağrıyı gelişigüzel yapmadığını da tekrar belirtmeliyiz; inceliğini, dikkatini koruyarak onlarla “bağ kurarak” yapmaya çalışıyor. Hatta bazen çağrıyı yarım bırakıyor, aynen dizinin isminde olduğu gibi, geri kalanını izleyicinin tamamlamasını bekliyor. Ama nihayetinde dizinin kimliklere uygun gördüğü güç dağılımı, dizinin eleştirmeye çalıştığı “Beyaz Türk” önkabullerinden kurtulamadığını gösteriyor.

Bu yazıda dizideki kimlik temsillerinin güç dağılımına biraz daha yakından bakmak; bunu yaparken dizideki karakterler üzerinden Türkiye’deki farklı kimliklerin -özellikle İslami kesimin- hangi pozisyonlara çağrıldığına değinmek istiyorum. Yazıda mecburen diziden alıntılar yaptığımı da belirtmeliyim.

*

New York Times’ın ödüllü iş dünyası muhabiri Charles Duhigg, 2012’de yayınlanan “best seller” kitabı The Power of Habits’te (Alışkanlıkların Gücü) dikkat çekici olduğu kadar başarılı da olmuş bir pazarlama tekniğini anlatır.

2003’te Arista Records, ortalığı kasıp kavuracağına inandığı yeni bir şarkıyı piyasaya sürer. O güne kadar çıkmış şarkılara pek benzemeyen “funck, rock, hip-hop” karışımı “Hey Ya!” isimli parçadır bu. Firma, OutKast grubunun seslendirdiği, “Hey Ya!”nın yıllarca ağızlardan düşmeyeceğine emindir. Şarkının tutacağından emin olmalarının sebebi sadece firmanın promosyon yöneticisi Steve Bartels’in şarkıya bayılmış olması değildi. Yapay zeka uzmanları ve istatistikçilerden kurulu Polyphonic HMI şirketi o yıllarda “Hit Song Science” (Hit Şarkı Bilimi) isminde bir yazılım üretmişti. Bu yazılım, bir şarkının melodisini, temposunu, perdesini, akorlarını şirketin veri tabanındaki binlerce hit parçayla karşılaştırıyor; parçanın matematiksel özelliklerini inceliyor ve buna göre şarkının hit olup olamayacağına karar veriyordu. Yazılım daha önce “Come Away With”, “Why Dont You and I” gibi parçaların hit olacağını -üstelik sektörün önde gelen isimleri bu parçalara burun kıvırmış olsalar da- önceden tahmin ederek başarısını ispatlamıştı. Hit Song Science’ın incelemesinden geçen “Hey Ya!” yazılımdan, gelmiş geçmiş en yüksek puanlardan birini aldı. Firma şarkının patlayacağına kesin gözüyle bakıyordu.

He Ya! dinleyicilerin en fazla radyo başında olduğu saatlerde çalmaya başladı. Duhigg’in deyimiyle radyo yöneticileri de dinleyicilerin radyonun başına “mıhlanıp kalacaklarından” emindi. Sonra ilk veriler gelmeye başladı. Sonuç tam bir felaketti. Dinleyiciler “Hey Ya!”yı sevmemekle kalmamış, ondan nefret etmişlerdi.

Sebep kısa sürede bulundu: Hey Ya! başka şarkılara benzemiyordu. John Gabardian durumu şöyle açıklamıştı: “İnsanlar Top 40’ı, ya en sevdikleri şarkıları, ya da tıpkı en sevdikleri şarkılara bezeyen şarkıları duymak için dinlerler. Farklı bir şey çalınınca bozulurlar. Tanıdık olmayan bir şey duymak istemezler.”

Firma yetkilileri ve radyo yöneticileri el ele verip Hey Ya!’yı bir hite dönüştürmenin yollarını aradılar. Rich Meyer ismindeki eski bir radyo istasyonu yöneticisi bu işin önde gelen uzmanlarından biriydi. Yıllarını ne tür şarkıların “yapışkan” olduğunu incelemekle geçirmişti.Yapışkan; “dillerden düşmeyen”, insanların bin defa da olsa arka arkaya dinlemekten bıkmadığı şarkılara DJ’lerin verdiği bir isimdi. Meyer şöyle söylemişti: “Yapışkan şarkılar radyoda duymayı beklediğiniz şarkılardır. Beyniniz o şarkıyı gizlice ister, çünkü o şarkı zaten duymuş ve beğenmiş olduğunuz başka her şeye çok benzemektedir. Tam size göredir.”

Anahtar kavram “benzer/tanıdık” kavramıydı. Nörobilimin araştırmaları bize “tanıdık” gelen sesleri tercih ettiğimiz yönünde kanıtlar ortaya koymuştu. Problem netleşmişti: Hey Ya! dinleyiciye “tanıdık” gelmiyordu. Şarkıyı hite dönüştürmek için şöyle bir yöntem takip edildi: DJ’ler Hey Ya!’yı her çaldıklarında onu çok tanıdık (popüler) iki şarkının arasına koyacaklardı. Sektörde daha sonraları “sandviç tekniği” denilen bu yöntem başarılı oldu. Hey Ya! kısa sürede “yapışkan” şarkılar listesinin en üstünde yer aldı. OutKast 5,5 milyondan fazla albüm sattı. Şarkı gittikçe parladı ve Grammy kazandı.

Duhigg başarının formülünü kısaca şöyle açıklar: “Satacağınız şey ister yeni bir şarkı, ister yeni bir yiyecek, ister yeni bir karyola olsun, alınacak ders aynıdır: Yeni bir şeyi eski alışkanlıklarla paketlerseniz, insanların onu kabul etmesi kolaylaşır.

Duhigg’in şarkı, yiyecek, karyoladan oluşan satılacaklar listesine siz lütfen “fikir” de ekleyin.

*

“Bir Başkadır” açılış sahnesinin hemen ardından 1 sene öncesine dönüyor ve “başörtülü gündelikçi” Meryem karakterinin psikiyatrist Peri’yle olan terapi seansıyla başlıyor. Psikiyatrist olan Peri, bir yalıda ailesiyle oturmaktadır. Robert Kolej’de okumuş, Amerika’larda eğitim görmüş, tatillerini “çocukken-gençken” Portekiz, İtalya, Paris, Londra gibi ülkelerde geçirmiştir. Türkiye’nin “beyazlarını” temsil eder. Beyaz Türkleri temsil eden Peri, Meryem’le seanslarının olduğu gün, aynı zamanda dizinin bir başka ana karakteri olan psikiyatrist Gülbin’den süpervizyon (bir başka meslektaştan alınan destek) alır.

Devam etmeden önce terapi odasının iktidar ilişkilerini temsil eden yapısına dikkat çekmek isterim. Dinleyen, çözümleyen, teşhis eden, ve sağaltımda bulunan “terapist” (otorite); çözümlenecek olan, anlaşılması gereken, sağaltılması gereken de “danışan” sandalyesinde oturandır. Yönetmen, Peri’yi her iki sandalyeye de oturtur. Peri, Meryem’in karşısında terapisti, Gülbin’in karşısında danışanı temsil eder.

Dediğim gibi, Gülbin de psikiyatristtir, “okumuş-etmiş” o koltuğa bileğinin hakkıyla gelmiştir. Giyim-kuşamıyla Beyaz olduğu izlenimi oluşur önce seyircide ama sonrasında Gülbin’in Kürt olduğunu ve göçe zorlanan bir ailenin kızı olduğunu öğreniriz.[1] Bunu ancak, Gülbin’in Türkçe konuşamayan ailesini görünce net bir şekilde anlayabilir seyirci.  Üstelik “başı kapalı” bir de ablası vardır.Yaklaşık 2 yıldır görüşüyor olmalarına rağmen Peri bunu bilmemektedir. Buradan, Gülbin’in kendi etnik kökeninden, ailesinden bahsetmediğini/bahsedemediğini anlıyoruz. Özetle, Gülbin-Peri görüşmeleri de irticadan sonra Cumhuriyet tarihinin ikinci önemli gerilimi olan “Türk-Kürt” gerilimini temsil eder. Ama bu gerilim, Gülbin’in “beyaz” görünümü (ya da kendini öyle göstermesi) sebebiyle çok açığa çıkmamıştır.

Gülbin de iktidarın küçük ortağı olarak Peri’yle aynı konumu (terapist koltuğunu) paylaşır dizi de. Ortaktır çünkü o da “analiz eden” rolündedir; küçüktür çünkü Peri’den gizlemesi gereken bir “ayıbı” vardır. Zaten Peri’ye söylemek isteyip de söyleyemediklerini, sevgilisinin yanında söyler.

Meryem ise ara ara bayılmaları olan (Peri, ilk seansta şak diye teşhisi koymuştur: “Histrionik Konversiyon, çok net.”) bir “yurdum insanı”dır. Halkı temsil eder. Mahallenin hocaefendisi Ali Sadi Hoca’nın izniyle gelmiştir terapiye. Ama devam edip-etmeyeceği ilk seansın nasıl geçtiğine bağlıdır. Meryem Ali Sadi Hoca’ya ilk seansı anlatacak, Hoca da “uygun görürse” devam edecektir. Böylelikle Ali Sadi hoca “gayr-i resmi iktidarı” temsil eden üçüncü bir otorite olarak dizideki yerini alır. Film Cumhuriyet döneminin vazgeçilmez gerilimlerinden olan “okumuş-cahil”, “aydın-yobaz” kontrastında “aydın” kanadı sorgulayan tavrını ortaya koyar. Bu sorgulama iktidarın küçük ortağı olan Gülbin’in “terapi odasında” yapılacaktır. Ali Sadi Hoca’nın sorgulaması ise kızı, mahallenin Jung okuyan “alaylı aydın imamı” Hilmi Hoca ve “belli-belirsiz” kendisine yaptırılır. Buraya sonra geleceğiz.

Dizi, iktidar ilişkisinin taraflarını bu şekilde tasnif edip onaylar ve sonra Meryem’le olan kopukluğu Peri’nin önyargılarından, “yetişme biçiminden” kaynaklanan bir sorun olarak ortaya koyar. Yönetmen bunu Peri’nin dilinden bir “iç çatışma” olarak da yansıtır ama asıl seyirciye “ohh” çektiren cümleleri iktidarın küçük ortağı Gülbin’e söyletir.

Peri’nin Meryem’le yaptığı ilk seanstan sonra Gülbin’in terapi odasında söyledikleri dizideki iktidar temsillerinin dağılımı ve verdiği mesajlar açısından ayrıca bir önem taşır. Biraz uzun olmakla birlikte önemine binaen bazı bölümlerini buraya aktarmak istiyorum:

Peri: Nasıl kanıyor bu insanlar! Hacılara, hocalara… Gencecik körpecik kızlar… Hacı, hoca, dua, namaz kafayı yemişler Gülbin. Senin benim anlamamız mümkün değil! Apayrı ülkelerde yaşıyoruz sanki biz bu insanlarla, kızlarla […]

Gülbin: En çok ne rahatsız etti peki seni?

Peri: Hoca muhabbeti… herhalde. Buradan çıkacağım, gideceğim hocama soracağım dedi kız ya!  Napıcaz? Nasıl da zeki bir şey, zehir gibi; bıcır bıcır… Nasıl da güzel! Gencecik… tablo gibi kızın suratı. Ama ben yapamıyorum. Kızı dinliyorum… İçimde kaçamadığım, kurtulamadığım bir öfke […] Bu duyguyu… yok… engelleyemiyorum. Ne zaman başı kapalı biri gelse, otursa karşıma, her seferinde ‘saçmalama Peri’ diyorum. ‘Bu ne?” diyorum, “Bu ayrımcılık, düpedüz ayrımcılık… Ötekileştirme bu işte […] Her anlamda yanlış, mesleki olarak tamamen yanlış zaten de… İnsan olarak yanlış ya […] Yok, durduramıyorum kendimi Gülbin. Bu düşünceleri… bu düşünceler çocukluktan beri yerleşmiş benim kafamın içine bir şekilde… Annemle babamın da b.k yemesi tabii. Yaz geldi mi, hadi Londra’ya, hadi Paris’e. Başı kapalı dediğin, öcü gibi bir şeydi annem için. Eve gelen kadının bile eşarbına laf ediyordu. Zaten Robert, sonra fakülte, oradan Amerika… Eee n’oldu? Döndüm geldim…Aaa, böyle bir dünya var! Ve onlar güçlü olan, onlar. Çoğunluk onlar. Biz seninle kendi ülkemizde bir akvaryumun içinde[yiz]…

Peri, Meryem’e yaptığı dışlamanın farkındadır ama bu bilişsel bir farkındalıktır. Bilinçdışına yerleşmiş ve benliğini yöneten “derin Peri” bu ayrımcılığı onun kişiliğinin bir parçası haline getirmiştir. Ayrımcılık, çocukluktan itibaren ailesi tarafından bulaştırılmıştır Peri’ye, o yüzden derinlerdedir, kökleşmiştir. Hatta bir defasında lapsus (dil sürçmesi) yaşar Peri. Meryem’e daha önce evlerinde çalışmış bir hizmetçinin ismiyle hitap eder farkında olmadan. Zaten, evlerindeki büyük bir tabloda başörtüyü “hizmetçi” kadınlar temsil etmektedir. Meryem’le “terapötik bağ” kurabilmesi, “derin Peri”den kurtulabilmesine bağlıdır. Aksi takdirde “akvaryumda yaşamaya” devam edecek, “çoğunluğun iktidarını tedavi etmesi” mümkün olmayacaktır.

Ne var ki cahil-cuhela (ama  çoğunluk) takımı tarafından iktidarlarının çalınmasına duyduğu hınç peşini bırakmaz Peri’nin. Çelişik duygular (ambivalans) içindedir (Meryem’i analiz ederken, yaptığı tanımlamalardan biridir bu aynı zamanda). Meryem’i Efendilere has bir şekilde över: “Nasıl da zeki bir şey, zehir gibi; bıcır bıcır… Nasıl da güzel! Gencecik… tablo gibi kızın suratı.” Bir “yazık” duygusu, “acıma” hissi hakimdir bu övgüye. Dahası Gülbin’i de “derdinin ortağı” zanneder. Halbuki, Gülbin o akvaryumun dışını da bilmektedir. Üstelik Meryem’den yanadır. Sevgilisi Sinan’ın yanındayken iktidarın büyük ortağına ağzına geleni söyler. Özellikle şu sözleri Meryem’le özdeşleşenlerin yüreğinin yağını eğitir: “Takmış kızın tesettürüne. Kendi başında çuvalla geziyor, farkında değil.” Fakat bu “Meryem’den yana” olmaktan daha çok Peri’nin kibrine dönük bir öfkedir. Nitekim başörtülü ablasıyla (Gülan) yaptığı tartışmada onu çoğunluğun ayağını öpmekle, gerçeklikten kopmakla suçlar. Meryem’in başındaki örtüyle, Gülan’ın başındaki örtü arasında fark vardır. Peri terapi odasındaki “başörtüyle” mücadele ederken, Gülbin de evdeki başörtülüyle mücadele eder. Yaptıkları bir kavgada, Gülan  Gülbin’i saçlarından yakalar ve Gülbin bırakması için yalvarır. Başının açık olması, Gülan’ın elinde avantaja dönüşmüştür. Gülan’ınsa başında “zırhı” vardır, Gülbin’in yolacağı bir “saç-baş” yoktur ortada; başörtüsü haksız rekabeti simgeler. Ama Gülbin’in Gülanla yaptığı kavganın nedeni açık bir şekilde verilmez. Yönetmen burada bir çok şeyi belirsiz bırakmayı tercih eder. Gülan’ın “dindarlarla” anlaşan Kürtleri temsil ettiğini anlamayı seyircinin ferasetine bırakır.

Gülbin’in aile ortamındaki tartışmada “özgün Kürtleri” anne-baba temsil eder. Kürtlükleri “Kürtçe” konuşmak ve “giyim-kuşamları”ndan ibaret kalmıştır sadece. Baba hiç konuşmaz/konuşamaz. Başı önde serbeser bir acıyı, çaresizliği temsil eder. Gözyaşlarını bile karısı siler ki o da belli-belirsiz bir kaç damladır. Çocukları üzerindeki kontrollerini bile kaybetmiş birer “zavallı” görünümündedirler. Anne, hamileyken karnına yediği bir tekmeden dolayı oğlu serebral palsy olmuştur. Babanın, oğlu için söylediği Kürtçe ağıtla bir süreliğine aile Kürtlük paydasında buluşurlar, ortam sessizleşir, oğlan sakinleşir. Ama dediğim gibi bu nostaljik bir şeydir. Aile de 3 erkek vardır: Baba konuşmaz (sadece ağıt yakar), oğlan konuşamaz (bir tekme [kimin tekmesi?] onu kötürüm etmiştir) Gülan’ın kocası Civan ise, her konuştuğunda Gülan tarafından susturulur, paylanır. Bir bakıma “erkekliği alınmış” bir ailedir bu.

Halkın otoritesini temsil eden Ali Sadi Hoca, daha ilk sahnede “yapma gül” metaforuyla her kesimden insanın (ama en çok da dindar kesimin) gönlünü fethetmeyi hedefler. “Yapma gül” metaforunun Nureddin Yıldız’ın bir konuşmasından alınmış olması, dindar kesimin Ali Sadi Hoca’yla hızlı bağ kurmasını sağlar. Bu, halkla nasıl ilişki kurulabileceğine dönük Beyaz iktidara bir göndermedir aynı zamanda. “Lapsus”, “Ambivalan”, “Histrionik konversiyon” gibi kelimelerle, donuk bir yüzle, araya girmiş masa ve masaya bir kaç metre uzak konulmuş sandalyeyle “halkla” terapötik bağ kurmak mümkün değildir.

Meryem, terapiye gittiğini ve ilk seansın nasıl geçtiğini Ali Sadi Hoca’ya anlatması gerekir ama anlatmaz, anlatamaz. “Hayır” cevabı almaktan korkar. Ali Sadi Hoca, Meryem ayrılırken, aklına gelir ve psikologa gidip-gitmediğini sorar. Meryem “gitmedim” cevabını verir. Halbuki Peri’yle konuşurken Hoca’ya olan bağlılığını açıkça söyler. “Allah onu başımızdan eksik etmesin” der. Soyunun Peygamber soyuna dayandığını belirterek “kutsallık” da atfeder Hoca’ya. Ama bu “bağlılık” kırılgan bir bağlılıktır, göründüğü gibi değildir. Perili dünyasını kaybetmek istemez Meryem. Bu yüzden otoritesine karşı “takiyye” yapar. Peri’nin tabii ki bundan haberi yoktur. Ama yönetmen, durumun Peri’nin sandığı kadar kötü olmadığını, halkın gönlünün alınabileceğini gösterir. Nitekim dizinin sonuna doğru kendisinin de söyleyeceği gibi Peri’yle konuşmak ona “iyi” gelmiştir. Hatta, seansların bitmesinden korkmaktadır. Peri’nin bütün o soğukluğuna, lapsuslarına, Meryem’in getirdiği böreği reddetmesine rağmen aslında Meryem’in gönlünü almak, onu “tedavi etmek” o kadar da zor değildir.

Ali Sadi Hoca’ya “takiyye yapan” sadece Meryem değildir. Kızı Hayrunnisa da babasından habersiz başını açıp gece kulüplerine akmaktadır. Başörtüsünün üstüne taktığı kulaklıkla “başka dünyaları” da dinlemektedir. Yönetmenin kesinleştirmemeyi tercih ettiği şeylerden biri de Hayrunnisa’nın Burcu’yla olan ilişkisidir. Sadece arkadaş/dost mudurlar yoksa iki sevgili midirler? Cevap ikincisidir ama yine de o küçük boşluğu seyircinin doldurmasını ister. Dizi, Hayrunnisa-Burcu ilişkisini “kırmadan-dökmeden” işlemeye ayrıca önem vermiştir. İkinci bölümde, Meryem’in abisi, Burcu’yla Hayrunnisa’yı gece kulübünün tuvaletinde basar ama “cinsellik içeren” bir görüntü yoktur. Hayrunnisa Burcu’yu özlediğinde cep telefonundan birlikte çekildikleri fotoğraflara bakar. Nitekim okumak için “evden ayrıldığında” otobüste yanında Burcu’yu da görürüz. Burcu, ağzı küfürlü, cebi bıçaklı bir sokak kızı görünümüyle Ali Sadi Hoca’nın “hayal edemeyeceği” bir hayatı temsil eder. Ama Hoca’nın ilerleyen bölümlerde yaşayacağı bir travma “muhayyilesini” serbest bırakmasına sebep olacaktır.

Ali Sadi Hoca dizide nezaketle işlenmiştir. “Bağnaz-yobaz” tipine alışmış Beyazların kafasındaki hocalara benzemez.  Hoşgörülü, hikmetli, yardımsever bir karakterdir Ali Sadi Hoca. Zaten Meryem’e ilk seansa gitmesine izin vermesiyle daha başlangıçta “önyargılı” olmadığını anlarız. Ama yine de bu çok net değildir çünkü Meryem’in devam edip-etmemesine ilk seansta neler konuşulduğuna bakarak karar verecektir. Ama Meryem’in “devam” onayı alıp alamayacağı dizi boyunca belirsiz kalır.

Meryem Peri’den terapi almaya devam ederken, Ali Sadi Hoca travmatik bir olay yaşar; karısı ölür. Bu olay onu çok etkiler. Karısının yokluğunu gün geçtikçe daha derinden hissetmeye başlar. Geceleri kalkıp, karısının öldüğü karavan tipi minibüslerinde yatar. Bir gece kızıyla dertleşirken, söyledikleri “bastırılmış” tarafının açığa çıkmak için Hoca’yı zorladığını gösterir. Dizinin en önemli sahnelerinden biridir burası:

“Biz hayallerimizde hep öbür dünyayı görmüşüz. Hani bu yaşımdayım muhayyilesini serbest bıraksa insan, hayal alemini, öbür dünyadır yani… Öyle bilmişiz, öyle düşünmüşüz hep. Fakat şimdi anandan sonra… Nasıl diyeyim! Nasıl diyeyim bilmem ki!”

Babasının dizi üstünde gözyaşı döken Hayrunnisa belli-belirsiz “hayal et” der. Babası tam duyamaz ne söylediğini. Dolayısıyla bu, babadan daha çok seyirciye yapılmış bir çağrı olarak kalır. Ardından kızı Konya’ya gideceğini söyler babasına. Babası üzülür ama onu yargılamaz, suçlamaz, engellemez. Kızı bir anda doğrulur, babasının yüzüne bakar ve “Sen de git baba!” der. Baba bu çağrıya bir anlam veremez: “Nereye? Nereye gideyim Hayrunnisa…”

Ertesi gün baba kızının başörtüsünü çıkardığına şahit olacaktır. Kendi muhayyilesini serbest bırakamamanın acısını yeni yeni hissetmeye başlayan Ali Sadi Hoca kızının muhayyilesini saygıyla karşılar, onu dua ederek yolcu eder. Kendisi de bir kaç gün sonra gidecektir. Nereye gittiği bilinmez ama evin anahtarını Hilmi’ye bırakmış, giderken “helallik” de istemiştir. Belli ki geri dönmeyecektir.

Hilmi, Ali Sadi Hoca’nın yerini alacak olan yeni nesil imamdır. Sevimli, nazik, naiftir. Meryem’e aşıktır. Muhayyilesi Ali Sadi Hoca’ya göre daha serbesttir. Jung okuyan “alaylı aydın imamı” diğer bir ifadeyle “özlenen/beklenen” imamı temsil eder. Psiko-politik analizler yapar. Bu haliyle Peri’nin diliyle kesişir. Meryem’i sever ama onu aydınlatmaya da çalışır. Sadece onu değil, mahallenin gençlerine de “tebliğ” yapar. Sürekli kitap okur, Jung’dan pasajlar aktarır. Freud’un değil de Jung’un seçilmesi tesadüf olmasa gerekir. Jung “metafizik” yönüyle dindarların hoşlandığı/hoşlanabileceği bir kuramcıdır. Hilmi sadece nereye gidileceğini değil, nasıl gidileceğini de bilmektedir. Meryem terapiste gitmek için 24 numaralı otobüse binmesi gerektiğini bilir sadece, o kadar. Gerisi “şöförün bileceği iş”tir. Ama Hilmi otobüsün nerelerden geçtiğini tek tek sayar. Nerelerde trafiğin tıkanabileceğini, tıkanıklığın ne zaman açılabileceğini öngörür. Meryem gibi “ezbere” yaşamaz Hilmi, kendini şöförün insafına bırakmaz.

Hilmi’nin Meryem’le (halkla) sohbet ettiği iki sahnede söyledikleri ayrıca önemlidir. Meryem’in evinde yaptıkları konuşmada ona şöyle der:

“Bir anlam bulmalı, şu hayata bir anlam bulmalı. Yani kişilere, kurumlara, dine, ona buna bağlı kalmadan bir anlam bulmanın sayısız faydası olduğu gibi, çok da zevklidir yani. Büyük oranda yaşamayı böyle, nasıl diyeyim, bayram yeridir ya! Yani bunu böyle gören insana yaşamak bayram yeridir ya! Yani yerden böyle bir karış yukarıda yürürsün.”

Dediğim gibi, Hilmi “özlenen/beklenen” imamdır. Hocadır, namazında niyazındadır ama anlamı “kişilere, kurumlara, dine, ona buna bağlı kalmadan” bulmaktan yanadır. Ayrıca Jung’un “gölge” (İnsanın ‘bastırılmış’ karanlık yanı; bencillik vb. ilkel duyguların olduğu arketip)  kavramına dayanarak psikopolitik analizler yapar. Gölge, “hepimizde var, sen de var ben de var, [Ali Sadi] Hoca’da da var.”  diyerek devam eder:

” Başımızdaki insanlarda da var. Karanlık tarafına teslim olmuş bir siyasetçiyi biz göreceğiz. Biz anlayacağız, yani onu biz tanıyacağız. Orda o kararı biz vereceğiz.”

*

Bir Başkadır’ın şifresini isminin iyi yansıttığını düşünüyorum; hem “tanıdık” bir şarkıyı işaret eder, hem de yarım bırakılmıştır. Seyirci “tanıdık/aşina” yüzlerden, dillerden yeni çağrılar duyar. Ne söylenecekse hepsini söylemez dizideki karakterler. Yarım bırakılmış pek çok cümle, duygu, anlam vardır. Söyleneceklerin yarısı dışarıya sızar, yarısı içeri de öylece bastırılmış ama uç vermiş bir şekilde durur. “Bir Başkadır” nasıl ki “benim memleketim”i söylemeye davet ediyorsa seyirciyi, dizideki yarım bırakılmış ama o kadar da belirsiz olmayan duyguların/düşüncelerin tamamlanması için izleyici çağrılır. Dizi Beyaz Türklerin o “öğretici”, “üsttenci” tavrın iticiliğinin farkındadır. Bu hataya düşüp seslendiği kitleyi kendinden uzaklaştırmak istemez.

Dizinin dindarlar için vitrine çıkardığı kimlik Hilmi’dir. Hilmi zaten Meryem’in mahallesinde ikamet eder ama “Jung ortak paydasıyla” Peri’nin otoritesini onaylar usulca. Zaten Meryem de Hilmi’nin söylediklerinin doğruluğunu Peri’ye onaylatır; “Jung diye bilim adamı var mı abla?” diye sorar. Ali Sadi Hoca da anahtarı Hilmi’ye vererek onu onaylamıştır.

Hilmi’nin en önemli vaadi “kişilere, kurumlara, dine, ona-buna bağlı kalmadan” hayattan bir anlam çıkarma vaadidir. Böyle olursa halk bastırılmış duygularını serbest bırakacak, travmalarından, bayılmalarından kurtulacak, hayat “bayram yerine”dönecek, insanlar yükünü atıp hafifleyecek, “yerden bir karış yukarıda” yürüyecektir. Nitekim Peri’nin tiradı da Hilmi’ninkiyle aynıdır. “Bastırılmış duyguların” insanı hasta ettiğini anlatır Peri Meryem’e. O anlatırken, Ali Sadi Hoca dahil, “duygularını bastıran karakterler” tek tek gösterilir.  “Duygularımızı bastırmak üzerimizde bir yük oluşturur[…] Tüm duygularımızı hissedebilmemiz için kendimize izin vermemiz gerekir.” der. Nitekim Hayrunnisa gitmiş, Ali Sadi Hoca gitmiş, ev kilitlenmiş, mahalle Hilmi Hoca’ya teslim edilmiştir.

Velhasıl Hilmi de Peri de aynı mesajı verir: Bırak kendini, kurtul zincirlerinden!


[1] Bu bakımdan Gülbin de “sistemin” canını yaktığı biridir ama dizi bu gerilimi fazla derinleştirmez, can yakanı netleştirmez.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *