“Bana son derecede çocukça gelir bu kampanyalar. Hattâ zekâ vasatlarını bir derece aşmış çocukların bile iltifat etmeyeceğini düşündüğüm kadar çocukça.”
Yeni Şafak yazarı Süleyman Seyfi Öğün, son yayınlanan Aydınlar bildirisi üzerinden “imza kampanyaları”na eleştiriler getiriyor bugünkü yazısında. Öğün şöyle diyor:
“Doğrusu, son senelerde, entelektüel târihi, teolojik târihin, tekmil birikmiş ve de arttırılmış sorunlarıyla berâber dünyevî bir formu olarak değerlendirme temâyülüm arttı. Üstelik bu temâyül, giderek daha da pekişiyor. Son Aydınlar Bildirisi ve İmza kampanyası, bu bakışımı daha da derinleştirdi.”
Hayatı boyunca hiçbir bildiriyi imzalamadığını belirten Öğün, siyasetin yeni bir dil üretemediğini belirtiyor:
Evvelâ, hayâtı boyunca hiçbir bildiriye imzâ vermemiş birisi olarak, bu “eylemi” son derecede demode bulduğumu belirtmeliyim. Siyâsal kampanyaların taktik ve teknik dünyâsının kısm-ı âzâmı için genelleştirebilirim de. Meselâ mitingler, yürüyüşler, afişlemeler, pankartlar, gürültü kirliliği doğuran minibüs dolaştırmalar, kahvehane ziyâretleri ve daha burada sayamayacağım kadar çok siyâsal kampanya çeşitleri, tekmil bana çok manâsız gelir. Bundan bir asır evvel de bunlar vardı. Şimdi de var. Dünyâ değişti, ama siyâset, bunlarda ısrarlı. Siyâset yeni bir dil üretemiyor. Ya tembelliğinden, veyâ kapasitesizliğinden… Bir ihtimâl daha var: istemediğinden… Her neyse; bu imza toplama meselesi de bu kapsama giriyor. Bana son derecede çocukça gelir bu kampanyalar. Hattâ zekâ vasatlarını bir derece aşmış çocukların bile iltifat etmeyeceğini düşündüğüm kadar çocukça.
Evvelâ şu soruyu soralım: İmzâ neyi anlatıyor? İmzâ gerçekten de mühim bir manâ taşıyor. Bir kere bütün varlığımızı bir imzâya sığdırıyoruz. Kargacık burgacık bir çızdırmanın içine koca bir varlık sığıyor. O kadarla da kalmıyor. İmzâ bizi bağlıyor. Sanki imzâ atarak kendimizi emanete bırakmış gibi oluyoruz. Şuursuzca atılan imzâlar sebebiyle kimlerin başına ne işler gelmiştir? İmzâ kampanyaları sırf bu sebepten dolayı içimi ürpertir…
İmza kampanyalarından ne beklendiğini de sorguluyor Öğün:
İmzânın ehemmiyetini teslim ettik. Sıra diğer soruya geldi. Ne umulur bu kampanyalardan? Kemiyet mi, keyfiyet mi? Eğer celebrity etkisi girmiyorsa, herhâlde kemiyet… İyi de en büyük kampanyada kaç imza toplanabilir ki? Her kampanya bu açıdan iflâstır. Çünkü ulaşılan rakam ne kadar büyük olursa olsun; imzâ vermeyenler her dâim verenlerden fazla olacaktır. Eğer celebrity etkisi girerse, bu defâ keyfiyet kriteri devreye girmiş demektir. “Azız, ama etkiliyiz” demektir bu. İyi de bunun da fazlaca bir manâsı kalmamış gözüküyor. Çünkü burada bir kalite kontrolü yapmak imkânsızdır. Ortaya çok traji-komik tablolar da çıkabilir. Buna verilebilecek en çarpıcı misâl, 12 Eylül sürecinde yaşanan Aydınlar Bildirisiydi. Bu bildiride namlı edebiyatçı, felsefeci, akademisyenlerin yanısıra popüler kültürün tanınmış figürleri de yer almıştı. Hatırladığım isimler arasında İbrâhim Tatlıses ve Sâmi Hazinses de vardı. O zaman şu soru gündeme geldi: Tanınmış olmak aydın olmaya karine teşkil eder mi? Kimi halkçılık yaparak “evet”, kimi de seçkincilik yaparak “hayır” dedi. O arada sanırım 12 Eylül’ün hışmından korkmuş olmalılar ki, “Vallahi âbi, içeriğinde neler var bilmiyorduk; kahveye sevdiğimiz bi abi getirmişti; biz de imzaladık. Vallahi bilseydik hiç…” diyerek nedâmet getirenler olmuştu. Sonradan da öğrendik ki, bu tarz kampanyalarda, kafe ve barların zincirleme reaksiyonları içinde ipin ucu dâima kaçıyor. Bâzıları alkolün verdiği cesâretle, bir kısım insan, sırf diğerleri kendisi için “Aaa, o; imzalamamış mı? Ne diyorsun?… Zâten son zamanlarda kendisinden bayağı şüpheleniyordum..” demesin; aforoz edilmesin diye bu kampanyalara katılıyormuş. Bâzıları ise, “İsmim aydınların arasında geçerse, ben de herhâlde ve de otomatikman aydın olmuş olurum” diye düşündüğü için imzâsını atıyormuş…
Öğün, imzalan bildirinin de tahliline girişiyor ve “her bildiri aslında, orijinâl manâsıyla elbette değil; ama sosyolojik, kültürel antropolojik manâsıyla dînî bir hava estirir.” diyor:
Şimdi, imzâdan ve imzâlayandan, imzâlanana geçelim. İmzâ kampanyaları bana, siyâsal armoni ve kontrpuanlara dayanan bir eroika bestelemek olarak değilse de; buna heves etmek gibi görünmüştür. Senfonik bir tarzda; “Bildiriyorum… O hâlde varım…” Bildiridir işin aslı. Eski dil ile söyleyelim; bildirilen, yâni tebliğ edilen. Bildirmenin bir neticesi olmadığını da bilirler aslında. Belki de her şey bir trajik geçişi yaşamak içindir. Eroika’dan Patetika’ya geçiş… Bunun derin târihsel kökleri bizi dinlere ve peygamberlere götürür. Yâni her bildiri aslında, orijinâl manâsıyla elbette değil; ama sosyolojik, kültürel antropolojik manâsıyla dînî bir hava estirir. Bildirenler ve bildirilenlerin mâhiyeti ateist de olsa bu böyledir. Onu kaleme alanlar farkında olsun veyâ olmasın dinî bir lezzet alırlar yaptıklarından. Bir bakıma kendilerini peygamberleştirirler. Yâni peygamberlerden veyâ bir mertebe aşağıda havârîlerden rôl çalmış olurlar. Tebliğlerinin çarpıtılmamış hakikâti temsil ettiğinden emin görünürler. Buna gerçekten inanırlar mı, emin değilim. Kendileri peygamber değildir; ama onların rôllerini çalmışlardır. Bu rôlleri ne kadar inanarak oynarlar, bilinmez. J.Baudrillard, temsilin, temsil edilenden daha birincil olabileceğine iknâ etti bizi… Her neyse, ama her şey keşke bununla sınırlı kalsa… Çünkü, rôl çalmak bununla sınırlı değildir. Peygamberler ilâhî varlıktan haber getirirler, onun söylediklerine aracılık ederlerdi. Aydınlar ise bu aracılıktan sıklıkla şüpheye düştüler. Hattâ, peygamberlerin söylediklerinin Tanrı’dan gelmediğini, kendi düşünceleri -kimileri için de uydurmaları- olduğundan dem vuran çok çıktı. Peygamberliğe inandılar, ama peygamberlerin Tanrının elçisi olduğuna pek inanmadılar. Bizzat kendi pratik gerçekleri buna inanmalarını zorlaştırıyordu. Çünkü onlar, kendi konumlarını, zuhûrat seviyesinde değil; bizzât ontolojik olarak nebevî ve ilâhî olanın kesişme noktasında gördüler. Hâsılı, hırsızlık devâm etti. İlâhî olandan da rôl çaldılar. İlâhi olanı reddetmeleri; rakip tanımazlıklarından kaynaklandı. Değilse kendilerini ilâhlaştırmaktan (azâmet ve kibriyâ üzerinden) asla caymadılar. Bana öyle geliyor ki, bu tarz bildiriler, kampanyalar, neticede yapısı hayli karmaşık olan birer ritüeldir. Karmaşıklık Durkheim’ın dikkât çektiği noktada…, Durkheim, dinî tecrübeyi, bir topluluğun Tanrı üzerinden kendisine tapınması ihtimâlini de içeren bir tecrübe olarak tanımlıyordu. Bunda da haksız sayılamaz. Hele hele paganlık ve onun modern versiyonu olan neopaganlık mevzubahis olduğunda…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *