Babıâli’de toplanan ve devlet ricali ile ulemadan oluşan mecliste, karantinanın tıbbi ve coğrafi yönleri Şeriat açısından ele alındı. Karantinanın şeriata aykırı olmadığı kabul edilerek ülke genelinde bir karantina teşkilatı kurulması kararlaştırıldı.
OSMANLI COĞRAFYASINDA KARANTİNA ULGULAMALARINA İSYANLAR
“KARANTİNA İSTEMEZÜK!”
Prof. Dr. Nuran Yıldırım / Toplumsal Tarih Dergisi*
Osmanlı Devleti’nde karantina, İstanbul’u etkisi altına alan ilk kolera salgını sırasında (1831), Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin (1774-1834) önerisiyle Karadeniz’den gelen gemilere uygulanmaya başlandı.1 Halk arasında, Müslümanların bir ‘Frenk adeti’ olan karantinaya riayet etmelerinin caiz olmadığı yolunda söylentiler dolaşıyordu. Üstelik karantina sadece veba, kolera gibi ölümcül bulaşıcı hastalıkların bulunduğu bölgelerden gelenlerin belli bir yerde tecrit edilmeleri, bulaşıcı hastalığı olmadığı anlaşılanların ülkeye girişlerine izin verilmesi değildi. Karantina uygulamaları arasında eşya ve mekânların dezenfekte edilmesi, ölülerin muayenesi ve gömülmelerine ilişkin kurallar da bulunmaktaydı. Özellikle karantina hekimlerinin ölüleri, hele de Müslüman kadınların ölülerini muayene etmeleri, ölülerin kireçle gömülme mecburiyeti asla hoş karşılanmıyordu. Karantinanın önemini kavrayan II. Mahmut (1808-1839), bu direnci kırmak amacıyla Hamdan b. Osman’a karantinanın yararları konusunda bir kitap da yazdırmıştı.2
Osmanlı İmparatorluğu’nun 1831 yılında kolerayla tanışması karantina teşkilatının kurulmasını gündeme getirmişti fakat karantinanın bilimsel esaslarını bilen yoktu. Önceleri akıl yürütülerek bazı önlemler alındıysa da, izleyen yıllarda İskenderiye, Kahire, İzmir ve İstanbul’da görülen veba salgınlarında çok sayıda kişinin ölmesi,3 bilimsel esaslara dayalı bir karantina teşkilatının kuruluşuna ivme kazandırdı. Karantina, devletin karayolları, limanları ile bütün yerleşim birimlerinde geniş bir örgütlenmeyi gerektiren, yabancı ticaret gemilerini de kapsayan çok geniş çaplı bir uygulamaydı.
II. Mahmut karantina işinde başarılı olunamadığı takdirde Avrupalılara mahçup olma endişesindeydi. Ayrıca, vebadan ölenlerin dini vecibeler yerine getirilmeden gömülmeleri gibi şeriata aykırı görülen uygulamalar nedeniyle karantina nizamının başladığı bir türlü ilan edilemiyordu. Bunun üzerine Babıâli’de toplanan ve devlet ricali ile ulemadan oluşan geniş bir mecliste, karantinanın tıbbi ve coğrafi yönleri şeriat açısından ele alındı. Tartışmalar sonunda karantinanın şeriata aykırı olmadığı kabul edilip ülke genelinde bir karantina teşkilatı kurulması kararlaştırılırken, bazı hoşnutsuzluklara ve ticaret hayatında zorluklara neden olacağına da dikkat çekildi. Ardından Şeyhülislâm Mekkizâde Asım Efendi karantinanın şeriata uygun olduğuna dair fetva verince, Takvim-i Vekayi’de yayınlanan uzun bir yazıyla hem karantinanın yararları anlatıldı hem de şeriata uygun olduğu belirtilerek, Osmanlı Devleti’nde karantina usulünün kurulduğu ilan edildi.4 İstanbul kadısı, Bilâd-ı Selâse kadıları (İstanbul, Üsküdar, Eyüp), ihtisap nazırı, seretibba ve üç milletin (Rum, Ermeni, Katolik) patrikleri ile hahambaşıya gönderilen ilmuhaberle, veba veya şüpheli hastalıktan ölenlerin derhal Sıhhiye Meclisi’ne bildirilmesinin mecburi olduğu tebliğ edildi.5
Ancak henüz Sıhhiye Meclisi kurulmamıştı. Üstelik İstanbul’da usul-i tahaffuz, yani profilaksi yöntemini bilen hekim yoktu. Karantina usulü Avrupalılardan öğrenilecekti. Böylece hem bilgili kişilerin karantina nizamını kurması sağlanacak, hem de Frenklerin itimat ve itibarları kazanılacaktı. II. Mahmut Avusturya Devleti’ne güvendiğinden, karantina usul ve şartlarına aşina üç kişinin Viyana’dan getirtilmesini irade etti.6 Avusturyalı Dr. Minas, 22 Temmuz 1838 (29 R. 1254) tarihinde ‘karantina baş direktörü’ olarak atandı. Gerek Osmanlıların ve gerek ecnebilerin karantina meselesini dikkatle izledikleri hatırlatılarak, uygulamalara özen gösterilmesi istendi.7 Dr. Minas’ın önerisiyle, Avrupa devletlerinde olduğu gibi karantina uygulamalarını belirlemek üzere Sıhhiye Meclisi (Conseil Supérieur de Santé) kuruldu.8 Bir süre sonra, deniz karantinasını bilmediği anlaşılan Dr. Minas istifa edip ülkesine döndü.9 Yerine getirilen Fransız Dr. Robert, Ocak 1840’ta (ZA. 1255) Sıhhiye Meclisi’nin çalışma esaslarını belirledi.10 Meclis-i Sıhhiye, Meclis-i Tahaffuz, Meclis-i Umur-ı Sıhhiye Nezareti, Nezaret-i Umur-ı Sıhhiye, Sıhhiye Nezareti, Karantina Nezareti, Karantina Meclisi isimleriyle de anılan bu meclise, Osmanlı topraklarının salgın hastalıklara karşı korunmasından doğrudan doğruya sorumlu tutulması karşılığında bütün kararlarında ve icraatında bağımsızlık verildi (1841).11 Hariciye Nezareti’ne bağlı olan bu meclisi Karantina Meclisi Reis-i Sanisi, yani Karantina Nazırı yönetiyordu. Sıhhiye Meclisi karantina ile ilgili tüzükler hazırlıyor,12 aldığı kararlar vilayetlerde bulunan karantina istasyonları (karantinahaneler, tahaffuzhaneler) aracılığıyla bütün ülkede uygulanıyordu. Her karantina istasyonunda bir Müslüman müdür ile bir Avrupalı hekim vardı. Taşradaki karantina istasyonlarında Müslüman bir müdürün görev yapması şarttı. Yerel yetkililerle iletişim kuran, cemaatlerle görüşen Müslüman müdür, karantina uygulamalarını kitlelere kabul ettirmek konusunda önemli bir rol oynuyordu.13 Karantina hekimleri 15 günde bir ölenlerin; adı, soyadı, yaşı, doğum yeri ve ölüm sebeplerinin yer aldığı kesin mortalite tablosunu İstanbul’a göndermek ve bölgesinin genel sağlık durumu hakkında bir rapor sunmakla yükümlüydü. Bölgesindeki insanlar veya hayvanlar arasında bulaşıcı hastalık ya da salgın görüldüğünde kırsal kesimi uyarıp İstanbul’u haberdar etmesi gerekiyordu. Ayrıca her hafta, bulunduğu yerdeki yabancı sefaret temsilcilerine veya halk sağlığı ile ilgili devlet görevlilerine bilgi verecek, veba veya başka bir bulaşıcı hastalık ve salgın hastalık halinde kendi bölgesinde önlem alacaktı.14
İlk yıllarda Meclis-i Umur-ı Sıhhiye’de, biri Reis-i Sanisi, yani Karantina Nazırı olmak üzere iki Osmanlı temsilci yanında; Avusturya-Macaristan, Belçika, Fransa, İngiltere, Rusya, Sardenya ve Toskana delegeleri varken, daha sonra Almanya, Amerika Birleşik Devletleri ve daha pek çok ülkenin dahil olmasıyla yabancı üye sayısı artmıştı. Resmi dili Fransızca’ydı. Toplantılara genellikle levanten veya azınlıklardan birine mensup olan Osmanlı delegelerinden biri başkanlık ediyordu. Örneğin İtalyan asıllı Osmanlı hekimi Bartoletti (1808-1895), uzun yıllar hem üye hem de müfettiş-i umumi olarak çalıştı. Ünlü romancı ve gazeteci Ahmet Mithat Efendi 1895-1908, tanınmış şair Dr. Cenap Şahabettin de 1909-1913 yıllarında karantina nazırlığı yaptılar.
Karantina ayrım yapılmadan herkese uygulanıyor, ancak koşullar farklı olabiliyordu. Örneğin 1843 yılında İstanbul’a gelen Prusya kralının kardeşi Prens Albert’e karantina beklemesi için Yeşilköy’de bir köşk tahsis edilmişti.15 Sultan Abdülmecit ise Rumeli seyahatinden dönerken bindiği Eser-i Cedit vapuruna da sıhhi kuralların uygulanmasını emretmiş, bu davranışı Sıhhiye Meclisi’nde şükranla anılmıştı.16 Yıllar sonra İstanbul’a dönmekte olan Almanya sefiri karantina beklemek üzere kendisine bir baraka veya çadır ayrılması için Babıâli’ye başvurmuş ve Cisr-i Mustafapaşa17 tahaffuzhanesinde kalacağı üç gün için civarda yüksekçe bir yere dört odalı, ufak bir baraka yaptırılması emredilmişti.18
19. yüzyıl sonlarına doğru, Avrupa Devletleri karantina sisteminin kaldırılmasını, bunun yerine bulaşıcı ve salgın hastalık görülen yerlerin kordona alınması (tecrit) ve dezenfekte edilmesi sistemini getirmek istiyorlardı. Çünkü karantina beklemek yüzünden ticari ilişkiler yavaşlıyor, zarara uğruyorlardı. 1891 yılında Londra’da toplanan 7. Uluslararası Hijyen ve Demografi Kongresi’nde bu konu tartışılmış, ancak bir karara varılamamıştı. Osmanlı Devleti ise karantina sistemini kaldırma taraftarı değildi. Bu sebeple Peşte’de toplanan 8. Uluslararası Hijyen ve Demografi Kongresi’ne devlet adına delege olarak gönderilen Hayrettin ve Mahmut beylere karantinalar aleyhinde oy kullanmamaları ve eğer kongrede karantinalar aleyhinde konuşulacak olursa şiddetle protesto etmeleri tebliğ edilmişti.19 Avrupa’da 19. yüzyıl sonunda karantinanın yerini dezenfeksiyon uygulamaları almış olmasına rağmen, Osmanlı Devleti ısrarla bu uygulamayı sürdürüyordu. Fakat karantinahane koşullarında yaşamak istemeyen pek çok kişi karantinaya girmemenin veya karantinahanelerden kaçmanın bir yolunu buluyordu. Karantina teşkilatı, 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Anlaşması ile lağvedildi.20
“HAYDİN ŞU KÂFİRİ GETÜRÜN!”
KARANTİNA UYGULAMALARINA TOPLUMSAL TEPKİLER
Osmanlı toplumu, Tanzimat ve karantina gibi iki önemli değişimle hemen hemen aynı zamanda yüz yüze gelmişti. Bu yıllarda hekimlik, cerrahlık, eczacılık gibi sağlık meslekleri çoğunlukla yabancılar ve azınlıklara mensup kişiler tarafından yürütülmekteydi. 1827’de eğitime başlayan Tıphâne-i Âmire yeni yeni mezun vermeye başlamıştı. İstanbul’daki Meclis-i Sıhhiye’de çoğunluk yabancı üyelerdeydi. Taşralardaki karantinahanelere ve belediye tabipliklerine de gayrimüslim hekimler atanmıştı. Halk, gayrimüslim hekimlerin uyguladığı karantina yöntemlerine güven duymuyor, verilen kolera ilaçlarına kuşkuyla bakıyordu. Bu yüzden karantina uygulamalarını benimsemesi kolay olmamıştır. Bunun temelinde, bazı bilinçsiz kişilerin karantina yüzünden ekonomisi bozulan belde halkını “karantina şeriata aykırıdır” diye kışkırtmaları yanında bazı gayrimüslim karantina doktorlarının halkın değerlerini önemsemeyen basiretsiz tutumları yatar. Bu nedenle ölümle sonuçlanan olayların ardından Hekimbaşı’ya gönderilen bir tezkere ile, karantina hizmetine memur edilen yabancı doktorların, çoğu yanlış davranışlarda bulundukları için, azledilmeleri ve bunların yerlerine Padişah’ın huzurunda imtihan edilmiş21 doktorların tayin edilmeleri istenmişti.22
26 Mayıs 1838’de (2 RA. 1254), Kuşadası’nda karantina usulünün icrasına memur edilen Müdür Arif Bey ile bir hekim, görevlerini yerine getirmeye çalışırlarken Türkmen Mahallesi’nden Kara İmam, Kaleiçi’nden Hacı Molla ve Türkmen Mahallesi muhtarı derici esnafından ibrahim adındaki şahıslar birtakım nisa taifesiyle (kadınlarla) iyiyi kötüyü fark etmez kimseleri kandırıp karantina usulünün icrasına karşı koymaya tahrik ederek çeşitli uygunsuzluklara sebep olmuşlardı. Karantina görevlileri saldırıya uğramış, bazı karantina istasyonları da yıkılmıştı. Ceza olarak İstanköy Adası’na sürülen bu kişiler dokuz ay sonra terbiye ve ıslah olduklarını ifade ederek padişahtan af talebinde bulunmuşlardı. Bundan sonra edepleriyle yaşamaları ve devlet işlerine, özellikle Müslüman ümmetine hayırlı olan karantina usulüne müdahale etmemeleri ve söz karıştırmamaları şartıyla affedilmişlerdi. 11 Mayıs 1840 günü karantina memuru bulunan yerlerin yöneticilerine gönderilen bir yazıyla, bu hadiselerin karantina memurlarını korkuttuğuna dikkat çekilerek, karantina memurlarının ellerine verilen talimatnamelere göre hareket edecekleri bildirilmiş ve bu türlü uygunsuzluklara mani olunması istenmişti.23
Karantina teşkilatının kuruluşunu izleyen ilk yıllarda, Amasya’da veba vakaları görüldüğü sırada erkek ve özellikle kadın ölülerin post-mortem muayenesinde mahrem yerlerine bakılmasını, vebadan ölenlerin kireçlenerek gömülmelerini kendi yorumlarına göre şeriat hükümleriyle bağdaştıramayan bazı Amasyalı din ulemasının tahrikleri, ölümle sonuçlanan olaylara neden olmuştu. Karantina esaslarının yeni yeni hayata geçirilmeye başlandığı 1840 yılında Amasya’da kıtlık yaşanıyordu. Hububat fiyatları yükselmişti. Yoksullar sıkıntı içindeydi. Bu arada Padişah, bir karantina memuru ve bir de karantina hekimi tayin ederek Amasya’da karantina bürosu kurulmasını emretmişti. Ancak henüz karantina şartları icra olunmadan belde çevresindeki kasaba ve köylerde oturanlar karantina korkusu yüzünden Amasya’ya gelmediğinden, halkın zaruri ihtiyaçları olan buğday, arpa, tuz gibi malzemeler bulunamaz olmuştu. Yoksullar açlıkla inlerken, bazı Müslümanların ölmesi üzerine karantina hekimi Dr. Paldi’nin, ölülerin ve hastaların sadece yüzüne bakmakla yetinmeyip mahrem yerlerine bakmak istemesi halkı rencide etmişti. Çünkü şeriatın mahrem yerlerine bakılmasına izin vermediği ve bunun haram olduğu inancındaydılar. Ayrıca, Dr. Paldi’nin; “Eğer veba zuhur ederse ölülerinizi kireç ile yakar ve sizleri 40 gün evlerinize hapseder, kapılarınıza adam tayin edip evlerinize dışarıdan bir kişiyi sokmam ve içinde bulunanlardan bir kişiyi dışarı çıkarmam ve her gün sizlere çeşit çeşit tütsü verip cümle masrafları sizlerden alırım” demesi bir tartışma başlatmıştı. Ahalinin, “Bizler bu ana kadar bunun emsali şey görmedik ve şeriatta işitmedik” cevabına karşı katı tutumunu sürdüren ve Müslüman halkın hassasiyetini dikkate almayan Dr. Paldi, “Fransız usulü böyledir, bütün usulü sizlerin üzerinizde icra edeceğim” demişti. Buna karşılık olarak, Fransa Devleti reayası değil, İslam padişahı tebaasından olduklarını dile getiren Amasyalılar, böyle bir muameleye katlanamayacaklarını ifade ettikten sonra Dr. Paldi’nin, “Padişahınız bu âdetlerimizi sizin üzerinize icraya bana izin verdi öyle icra edeceğim” demesi halk ile karantina hekimi arasındaki ipleri germişti. Dr. Paldi’nin bir süre sonra, camiye götürülmek üzere karantinahane sokağından geçirilmekte olan ve çocuk doğururken ölmüş Müslüman bir kadının cesedine bakmakta ısrar etmesi, bundan sonra reayadan bir kadının ölüsünü de görmek istemesi iplerin kopmasına yol açmıştı. Oysa Sıhhiye Meclisi’nin çıkardığı ilk talimatnamenin 8. maddesi, her ne kadar karantina hekimlerine şüpheli bir hastalıktan ölenlerin cesetlerini inceleme ve muayene izni veriyorsa da eğer ceset kadınsa, gerekli sıhhiye makamlarından seçilmiş bir kadın tarafından muayene edilmesini şart koşuyordu.24 Bu talimatnameye uymayıp halkın manevi değerlerini hiçe sayan Dr. Paldi hakkında, “Karantina doktoru vebaya yakalanan kadınların mahrem yerlerine mum sokarak veba olup olmadıklarına bakacak ve vebalıları kireç ile yakacak” gibi dedikodular dolaşmaya başlamıştı. 4 Ağustos 1840 Salı günü Amasya Bayezit Camii’nde kılınan öğle namazından sonra hocalar cemaatin dağılmamasını isteyip, şeriatta yeri olmayan karantinanın ve karantina hekiminin def edilmesi için bir dilekçe hazırlanacağını söylerler ve çarşıya adam gönderip Müslümanları camiye çağırtırlar. Ne olduğunu merak eden esnaf dükkânlarını kapatıp gelir. Reşitzade Hoca Mustafa Efendi’nin cami avlusuna çıkıp, yanında olan mollalara ve halka, “Haydin şu kâfiri getürün” demesiyle harekete geçen ayak takımı karantinahaneye saldırır. Kaçıp Rum kilisesine sığınan Dr. Paldi, kilisenin kapısını kırıp içeri girenler tarafından öldürülür. Halkı tahrik ederek bu olaylara sebep olan camide görevli hocalar İstanbul’a götürülerek Meclis-i Vâlâ’da sorguya çekilip yargılanırlar. Reşitzade Hoca Mustafa Efendi ile Yahya Efendi üçer ay Gelibolu’ya sürgün edilirler. Osmanlı Bahriyesi’nde yedi yıl çalışmış olan Fransız Dr. Paldi’nin dul eşi ile çocuğuna da 250 kuruş maaş bağlanır.25 Bu olaya karışmadıkları anlaşılan Amasya esnafından iki kişinin memleketlerine dönmesine izin verilir.26 Bir süre sonra sürgün cezası biten iki hoca ile suçsuz bulunan ve İstanbul’da tutuklu olan dört hocanın da memleketlerine iade edilmeleri kararlaştırılır.27 Altı hoca Amasya’ya gönderilirken, olay sırasında halk arasında bulundukları halde kalabalığı teskin etmeye çalışmayan Amasya hâkimi, müftüsü ve azledilmiş olan muhassıl28 sorgulanmak üzere İstanbul’a çağrılır.29
Birkaç sene sonra dört Yunanlı, İbrail (Brail) karantinasına saldırıp karantina gardiyanı ile bir hizmetliyi kılıçla doğrayıp öldürürler ve sandala binip kaçarlar. Babıâli, Silistre Müşiriyeti’ne katillerin her tarafta aranmasını tebliğ eder.30
1845 yılında Hicaz’dan dönen hacıların ihtiyaten Adana dışında karantinaya alınmaları ilgililere bildirilince hazırlıklara başlanmış ve tespit edilen bölgeye hacıların karantina beklemeleri için çadırlar kurulmuştu. Adana karantina doktoru ile Adana mutasarrıfının görevlendirdiği memur, 150 askerle birlikte hacıları karşılamaya gidip emri tebliğ ettiğinde sinirlenen hacılar mutasarrıfı görmek istemişler, mutasarrıfın, “Eğer itaat edip karantina beklerlerse ne âlâ, beklemezlerse istedikleri yere gidebilirler” demesiyle 2 bin 500 kadar hacı Adana’ya girerek karantinahaneyi yağmalamıştı. Adana mutasarrıfının ihmali yanında Demirci müftüsünün de “Karantina lazım değildir” diye fetva vermesi ve tellal ile halka duyurması hadiseyi alevlendirmişti. Konya’dan bir bölük asker Adana’ya sevk edilmiş, mutasarrıf azledilmiş, Adana’dan temiz belgesi almadan kaçan hacıların yakalanarak 15 gün karantinaya alınmaları ve hapsedilmeleri için ilgili vilayetlere emirler gönderilmişti.31
1848 yılında Halep’te kolera salgını varken, Antep (Gaziantep) karantina istasyonu müdürü buradan gelenlerin karantina beklemeden şehre girmelerine izin vermiyordu. Ancak karantina istasyonunda görevli gardiyanlar kaymakam ile diğer bazı görevlilerin teşvikiyle Halep’ten gelen kervan, eşya ve yolcuları karantinaya almıyorlardı. Karantina müdürü hizmetlerini doğru yapmalarında ısrar edince şehirde bir huzursuzluk başlamıştı. Bu arada Antep’te kolera vakaları çoğalmıştı. Karantina müdürünün koleradan ölen bir adamın eşini karantinaya almak istemesi huzursuzluğu tırmandırmışken, koleradan kurtulmak için manevi güçlerden medet uman bazı Antepliler, dua etmek üzere 20 Haziran 1848 Salı günü Kurban Baba ziyaretine gitmişti. Bunu fırsat bilen kaymakamın adamları ile karantina gardiyanları, “Karantina kalkmadıkça kolera illeti def olmaz, artık kadınlarımızı da karantinaya alacaklar” diyerek duadan dönmekte olanları tahrik etmişlerdi. Karantina istasyonuna yürüyen halk kapıları, camları ve karantina bayrağını kırıp karantina müdürünü öldürmek istemiş, bir sipahi tarafından tebdil-i kıyafet edilerek kaçırılan karantina müdürü güç bela canını kurtarmıştı.32
Uzun yıllar sonra bu kez Mitroviçe karantina doktorunun öldürüldüğünü görüyoruz. Mitroviçe’de karantina yapılmasına itiraz eden iki-üç bin silahlı Arnavut karantina kordonunu yararak Mitroviçe kasabasına girmiş ve karantinahaneye saldırarak karantina doktorunu öldürmüştü.33 Bu yetmezmiş gibi Arnavutlar, karantinanın Mitroviçe’den kaldırılmasını ve karantina doktorunu öldürmekten sanık olarak tutuklananların salıverilmelerini istiyorlardı. Aksi takdirde silahlanıp isyan edeceklerdi. Bu tehditlere aldırmayan Babıâli, bu kişiler nasihat ile yola gelmedikleri takdirde Mitroviçe’ye iki tabur asker gönderileceğini bildirmiş, ayrıca karantina kordonunun teşkili hakkında Meclis-i Vükelâ’da verilen karar uyarınca gereğinin süratle icrasını tebliğ etmişti.34
DEZENFEKSİYON
Henüz mikrop fikrinin olmadığı yıllarda bulaşık ve şüpheli yerlerden gelenlerin eşyaları kükürt ve güherçile kepek karışımı ile tütsüleniyor, suya dayanıklı olanlar 48 saat suda bekletiliyordu. Altın, gümüş ve bunun gibi nakit paralar sirke ile yıkandıktan sonra kullanılıyordu.35 1865 kolera salgınında İstanbullulara, mezbeleliklerde ve özellikle tuvaletlerdeki kokuşmayı yok etmek üzere sık sık, ‘solüsyon dezenfektanet’ (dezenfektan eriyik) tabiriyle bilinen ve her eczanede bulunan ‘zâc-ı Kıbrıs’ (göztaşı/bakırsülfat) dökmeleri önerilmişti. Hastalığa yakalananların kusmuk ve gaitalarının üzerlerine bir parça kireç ve kömür atıldıktan sonra bu dezenfektanın dökülmesi ve hastanın çarşaf ve elbiselerinin, sahibi varlıklıysa yakılması, yoksulsa muhafaza altında götürülüp uzak bir yerde güzelce yıkanması önerilmişti.36 Yedikule’deki Balıklı Rum Hastanesi’nin doktorları hasta koğuşlarına giderken, o dönemde vebanın yayılmasını önlediğine inanılan tafta kumaşından yapılmış ceketler giyiyor, vizitten sonra da vebadan korunmak amacıyla alkol alıyorlardı.37 Örneğin Fransa’da karantina hekimleri, içine vebalıların pis kokularını duymamak için hoş kokulu maddeler koydukları büyük gagalı bir maske kullanırlar, karantina cerrahları ise yüzlerini tamamen örten bir maske takıp, tahta ayakkabı giyerlerdi.38 Osmanlı karantina hekimleri de yakalarında beyaz çuhadan yapılmış bir rozet bulunan muşamba giysiler giyer, yanlarına kimseyi yaklaştırmamak için ellerinde birer değnek taşırlardı.
Louis Pasteur’ün (1822-1895) öncülüğünde mikroorganizmaların varlığı kanıtlanınca, hastalıklarda mikrop teorisi gelişti ve bilim dünyası bu kez mikropları yok etmeye yönelik araştırmalara girişti. Mikropların sebep olduğu salgınlar ve bulaşıcı hastalıklar hava, su, yiyecekler, giysiler ve ev eşyaları vasıtasıyla yayılıp genişlediğinden, bu ortamları dezenfekte etmek üzere çeşitli yöntemler ve araçlar geliştirildi. Kimyasal dezenfektan püskürten pulverizatörler, içme suları için filtreler, giysiler ve ev eşyaları için ise etüv makineleri tasarlandı. Sonunda 100-150 derecedeki basınçlı su buharı kullanımının dezenfeksiyon için en etkili yöntem olduğu anlaşılınca, değişik etüv modelleri üretildi. 1870 yılından itibaren İngiltere’de açılmaya başlanan dezenfeksiyon istasyonları, başta Fransa olmak üzere bütün Avrupa’ya yayılarak salgın ve bulaşıcı hastalıklarda, özellikle kolera salgınlarında, giysi ve eşyaların temizlenmesinde yaygın olarak kullanıldı.39
Salgınlar sırasında halka önerilen dezenfektan maddelerden biri de kolaylıkla bulunabilen kireçti. Edirne ve çevresindeki kolerada (1893-1894) aşçı, kebapçı, sebzeci, berber dükkânları ve meyhanelerin kireçle badana ettirilmesi, bir evde hastalık görüldüğünde doktor gelinceye kadar hastanın odasına sönmemiş kireç dökülmesi, tuvalet ve hastanın kullandığı kapların hekimin tavsiye edeceği ilaçlarla veya kireçle dezenfekte edilmesi, normal zamanlarda da tuvaletlere günde iki kez kireç sütü (1 litre su+100 gr kireç) dökülüp üzerine kapak kapatılması istenmişti.40 İstanbul’da da bütün sokaklara ve kolera odağı olabilecek yerlere kireç dökülüyordu. Kolera görülen Selimiye Kışlası’nın duvarları kireçleniyor her yer kalsiyum klorür ve lizol ile siliniyordu. Yerlere (10 pm) ve örtülere (5 pm) süblime eriyiği püskürtülüyordu. Tuvaletlere bol miktarda kükürt asiti ve potasyum nitrat asidi dökülüyordu.41
Mikropların yakılarak yok edilmesi de sıkça kullanılan bir yöntemdi. Esasen, 1865 yılında İstanbul’da yaşanan büyük kolera salgını, Hasköy ve civarını kasıp kavuran büyük bir yangınla son bulmuştu. 1893 Ağustosunda İstanbul’da bulunan Paris Sefiri Esat Paşa, padişahın isteği üzerine Paris’te kolera salgını sırasında alınan tedbirleri bildirmişti. Bunlardan biri de koleralıların öldüğü evlerde, hasta odasındaki eşyanın yakılması ve odanın dezenfekte edilmesiydi.42 Aynı salgında, Corci Oseb’in de Pangaltı’daki evinde birçok yakını koleradan ölmüştü. Eve gelen belediye eczacısı Simon’un, “Padişahın emri böyledir” diyerek evdeki eşyayı yaktırması şikâyetlere neden olmuştu. Ancak, “Koleradan vefat edenlerin kullandıkları eşyanın yakılması talimat gereğidir” cevabıyla şikâyet hakkında bir işlem yapılmamıştı.43 1901 yılında Sadaret, Sakız’da şüpheli belirtiler ile vefat eden bir kadının evinin “sıhhat ve selamet-i umumiye namına” yakılmasına izin verirken, evin tahmini değeri olan 40-50 liranın da yerel belediye tarafından ödenmesini istemişti.44 Sivas, Aydın ve Bursa’da kolera salgınları hüküm sürerken (1911), Meclis-i Umur-ı Tıbbiye-i Mülkiye ve Sıhhiye-i Umumiye, o günün bilimi ışığında koleraya karşı en etkili önlemin yakmak olduğunu ilan etmişti. Bulaşık eşya yakılacak, sahipleri yoksulsa bedeli kolera tahsisatından verilecekti. Durumu iyi olanlar bu kurala uymak mecburiyetindeydiler. İçindeki eşya dezenfekte edilemeyecek derecede bulaşık olan evlerin bedeli de kolera tahsisatından ödenmek üzere yakılmalıydı. Bu hususlar Dahiliye Nezareti tarafından telgrafla bütün vilayetlere bildirilmişti.45
Ağustos 1893’te İstanbul’da kolera vakaları artmaya başlayınca, salgınla mücadele hakkında görüş almak üzere Pasteur Enstitüsü’nden İstanbul’a davet edilen Dr. Andre Chantemesse, şehirde yaptığı incelemeler sonunda kolerayla en etkin mücadele yöntemlerinden birinin dezenfeksiyon olduğunu ve bunun da İstanbul’da uygulanmadığını bildirerek Gedikpaşa, Tophane ve Üsküdar’da üç dezenfeksiyon evi açılmasını önerdi. Bunun üzerine alelacele yapılan dezenfeksiyon evlerine Paris’ten getirtilen büyük boyda birer etüv monte edildi. Gedikpaşa Tebhirhanesi Aralık 1893’te, Tophane ve Üsküdar tebhirhaneleri de Nisan 1894’te hizmete girdi. Bu dezenfeksiyon istasyonlarının sistemli çalışmalarıyla 1893-1894 salgını kontrol altına alındı. Daha sonra ara sıra ortaya çıkan kolera ve diğer bulaşıcı hastalıklarda, hastalık olmadığı zamanlarda ise hijyen gayesiyle dezenfeksiyon işlemleri sürdürüldü.46
DEZENFEKSİYON UYGULAMALARINA TEPKİLER
1870’lerin başında, dört ay kadar süren kolera salgınında İstanbul 4 bin kayıp vermişti. Devlet yetkililerinin kolera ile mücadele için aldığı dehşet verici kararların halkı salgından daha fazla ürküttüğünü gözlemleyen Robert Kolej öğretmenlerinden George Washburn, o sıralarda ilk kez işitilmekte olan ‘mikrop’ sözcüğünün halk arasında endişe yarattığını ve Türk doktorların, mikrobun başkalarına bulaşmaması için hastaların burun ve kulak delikleri ile ağızlarından içeri kireç klorit tıkıştırdıklarını nakleder.47
1893 kolera salgınında başlayan modern dezenfeksiyon uygulamalarıyla birlikte İstanbul’da, koleraya yakalananlardan bazılarının padişahın emri üzerine elbiselerinin yanı sıra yüzlerinin de sülümen ve asit fenik ile temizlendiği ve zehirlenip ölenler olduğu yolunda şayialar dolaşmaya başlamıştı. Söylentilerin saraya ulaşması çok sürmedi. İlk olarak 18 Kasım 1893 günü dahiliye, sıhhiye, zaptiye nezaretleri ile şehremanetine birer yazı gönderilerek, ‘dezenfekte etmek’ tabirinden temizliğin kastedildiği, halk ‘dezenfekte ve dezenfeksiyon’ gibi tabirlere alışık olmadığından, bu tabirlerin birtakım yorumlara neden olduğu dile getirilerek, bundan böyle bu tabirler yerine ‘tathir ve tanzif’ gibi kelimeler kullanılması istendi. Aynı gün sıhhiye ve zaptiye nezaretleriyle şehremanetinden söylentilerin doğru olup olmadığının araştırılması istendi. Yapılan tahkikatta, tahaffuzhanelerde suyla karıştırılıp kullanılan yüzde beşlik asit fenik ile binde birlik aksülümenin, pulverizatörler ile insanın yüzüne ve gözüne gelse bile bir etki yapmayacağının fennen sabit olduğu, ayrıca bu maddelerin eşyadan başka insan vücudunda kullanılmadığı anlaşılmıştı. 23 Kasım 1893 günü gazetelerde yayınlanan ilanla gerçekler halka duyuruldu ve bu söylentilerin uydurma olduğu açıklandıysa da48 bu olay, şehremanetinde koleraya karşı önlemler almak üzere kurulmuş olan Tedabir-i Sıhhiye Komisyonundaki üyelerin değiştirilmesine yol açtı.49 Dr. Mordtmann’ın kolera zamanlarında Selimiye Kışlasındaki askerlerin baş, yüz ve ellerini süblime eriyiği (1 pm) ile temizlemeye mecbur tutulduklarını, bu uygulama nedeniyle kurşun zehirlenmesine maruz kalanlar olduğunu nakletmesi,50 ölçünün tutturulamadığı zamanlarda zehirlenmelerin yaşanmış olabileceğini düşündürüyor.
Hicaz’da hac nedeniyle çıkan kolera salgınlarına karşı bir önlem olarak Mekke’ye bir etüv makinesi gönderilmişti. Fakat daha makine kurulmadan, hacıların bu makineye çırılçıplak sokulup sonra Mekke’ye salıverilecekleri rivayetleri dolaşmaya başlamıştı. Bu yüzden, 1894 yılında birçok kadın Cidde’den Mekke’ye gitmemişti. Bu durumu gören Hicaz Sıhhiye İdaresi, etüv makinesini arabadan indirmeye cesaret edememişti. Çok geçmeden Bedeviler isyan edip “Osmanlılar bunu inşada ısrar ederlerse katliam yaparız” diye bağırışmışlardı. Yine de etüv, Mekke’de şehrin ortasına, Mekke Şerifi’nin konağının karşısına kurulmuştu. Nüfuzlu birkaç şeyh Mekke Şerifi’ne giderek, “Demek oluyor ki şimdi bizim haremlerimizi soyundurup elbiselerini temizlemeye kalkışırlarsa ses çıkarmayacaksınız. Bu takdirde siz Şerif olmaya layık değilsiniz… Ne ise siz kadın gibiyseniz biz hepimiz erkeğiz. Hançerlerimiz de yeni bilenmiştir. Kefenlerimizi ise yanımızda taşıyoruz. Savaşmak isterseniz biz çoktan hazırız.” demişlerdi. Mekke Şerifi ne yapacağını düşünürken, etüv dairesi yerle bir edilmişti. Cidde’de ise doktorlara inanmayan ve sağlık önlemlerinden nefret eden göçebe aşiretler; geçimlerini sadece hacılardan temin etmeye çalışan bazı delil ve sakalar ile beraber, eskisi gibi olur olmaz şeyleri satmalarının yasaklanacağını düşünen manav ve kasap gibi birtakım esnafın etüv makinesi hakkında yaydığı kötü niyetli söylentilere inanarak, dezenfeksiyon yapan doktor zannıyla İngiltere konsolos vekilini öldürmüşler, Rus konsolos vekili ile Fransa konsolosluk tercümanını da yaralamışlardı. Yenbu’da ise zahire yüklü sandallara da karantina uygulanması nedeniyle zaruri ihtiyaçlarını temin etmekte zorlanan halk karantina tabibine saldırmıştı. Halk karantinayı, hacıların toplanmasına engel olmak isteyen Avrupa’nın işi olarak düşünüyordu. Alınan önlemlerden hoşlanmayan deveciler de dezenfeksiyon uygulamasını önlemek ve tıbbi malzemeyi imha etmek amacıyla askeri hastaneye saldırmışlardı.51 Hicaz’da ölümlere varan yoğun tepkiler alan dezenfeksiyon, aynı yıllarda Anadolu’da büyük ölçüde benimsenmişti. Kilis’te, kolera çıkan evler sırayla dezenfekte edilirken, pulverizatörün başına üşüşenler arasında, “Madem ki iyi imiş, beni de tütsüle” diye rica edenler bile oluyordu.52
Karantina uygulamalarına karşı toplumsal tutumları yansıtan arşiv belgeleri, karantina istasyonları ve karantina hekimlerine yapılan saldırıların, genellikle gelir kaybına uğrayan esnaf takımı, bazen de şeriatı kendi geleneklerine göre yorumlayan din adamları tarafından organize edildiğini gösteriyor. Olayların gelişmesinde bazı gayrimüslim karantina doktorlarının halkın manevi değerlerini umursamayan davranışları da önemli rol oynuyordu. Benzer tepkiler İngiltere ve Fransa’da da yaşanmıştı. İngiltere’de ortaya çıkan ilk kolera salgınında (1832), hükümetin tedavi politikalarına ve özellikle ölen koleralıların bedenleri üzerinde araştırma yapılmasına yoğun tepkiler gösteren işçi sınıfı yürüyüşler yapmış, gösteriler hastanelere karşı şiddet eylemlerine dönüşmüştü.53 Aynı yıl Paris’teki ilk salgında devlet, sokaklara astığı ilanlarla içkiyi ve bazı yiyecekleri yasaklamıştı. Yasaklanan şeyleri satamayan esnaf takımı “Devlet bu kolera işini yoktan var etmiştir” diyerek şikâyetlere başlamıştı. Ardından Paris Belediyesi, çöpleri yeni yaptırdığı arabalarla toplamaya başlayınca, işsiz kalacaklarını düşünen sokak çöpçüleri rastladıkları yerde yeni çöp arabalarını kırıp yakmışlardı. Koleranın daha çok yoksullar arasında ölümlere neden olması, doktorların şaraplara zehir koydukları dedikodusunun yayılmasına yol açmıştı. Çevreden Paris’e üşüşen halk, “devlet fakirleri zehirleyerek yok etmeye çalışıyor” diyerek kimi görevlileri sakatlayıp Seine Nehri’ne atmış, kimilerini öldürüp meydanlarda bırakmıştı.54
Avrupa’nın farklı ülkelerindeki bu kitlesel tepkiler ve geniş Osmanlı coğrafyasındaki; Kuşadası, Amasya, İbrail (Brail), Adana, Antep (Gaziantep), Mitroviçe, Mekke, Cidde ve Yenbu gibi birbirinden uzak bölgelerde yaşayan değişik kültürlerdeki insanların karantina-dezenfeksiyon gibi mücadele yöntemlerine benzer tepkileri vermesi, bu tepkilerin dini ve kültürel değerlere bağlı olmadığını gösteriyor.
DİPNOTLAR
* Toplumsal Tarih Dergisi, Haziran 2006, Sayı 150.
1 Takvim-i Vekayi, no: 2, 7 C. 1247 [13 Kasım 1831]. Ahmet Mithat Efendi: ‘Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’de Karantina Yani Usûl-i Tahaffuzun Tarihçesi’, Salname-i Nezaret-i Umûr-ı Hariciye. (1318 Hicri senesi) Def’a 3. İstanbul 1318 [1900], s. 437.
2 Tercüme-i İthafü’l-Üdebâ (İstanbul, Matbaa-i Âmire, 1254 [1838] adlı bu kitabı önce Arapça yazıp sonra da Türkçeye çeviren Hamdan b. Osman birkaç kez Avrupa’ya gitmişti. Karantina karşılığında ‘tefrîd-i mezrâ’ terimini kullanır ve hadislerle İslam bilginlerinin kimi sözlerini yorumlayarak karantina usulünün yararlarını anlatır. Bk. Nuran Yıldırım: ‘Türkçe Basılı İlk Tıp Kitapları Hakkında’, In Memoriam Ali Nihad Tarlan. Journal of Turkish Studies, Ed. Şinasi Tekin-Gönül A. Tekin, Harvard University Printing Office, Vol. 3 (1979), p. 459.
3 1835 yılında Kahire’de 75 bin, İskenderiye’de 15 bin; 1836’da İstanbul’da 25-30 bin; 1837’de İzmir’de 15-16 bin, Selanik’te ise 6 bin kişi vebadan öldü. Bk. Daniel Panzac: Osmanlı İmparatorluğu’nda Veba [1700-1850]. Çev. Serap Yılmaz. İstanbul 1997, s.182-183.
4 Takvim-i Vekayi, no: 164, 11 S. 1254 [6 Mayıs 1838].
5 BOA. A. DVN. NMH. 2/11, 19 Ş. 1254 [7 Kasım 1838].
6 BOA. İ. MM. 2540 [tarihsiz].
7 BOA. HH. 25543, 18 Z. 1254 [4 Mart 1839]; C. SH. 1255’DE bulunan 21 Z. 1254 [7 Mart 1839] tarihli ilmuhaber. Gülden Sarıyıldız: ‘Karantina Meclisi’nin Kuruluşu ve Faaliyetleri’, Belleten, C. LVIII (Ağustos 1994), s. 349-351.
8 BOA. HH. 25563-A. Minas’ın layihası. Ahmet Mithat Efendi: A. g. m., s. 444. Gülden Sarıyıldız: A. g. m., s. 355-356.
9 BOA. A. DVN. NMH. 3/17, Evail Ş. 1255 [Ekim 1839].
10 BOA. A. DVN. 1/10, 29 RA. 1256 [31 Mayıs 1840].
11 Ahmet Mithat Efendi: A. g. m., s. 449.
12 Administration Sanitaire de L’Empire Ottoman: Recueil des Réglements depuis 1840 jusqu’en 1902, [İstanbul 1905].
13 Emine Melek Atabek: 1851’de Paris’te Toplanan I. Milletlerarası Sağlık Konferansı ve Türkler. İstanbul 1974. s. 49-51. ‘Notice sur l’Organisation des Quarantaines de la Turquie’, par M. le Dr. A. Leval, Membre de l’Intendance Sanitaire de Constantinople, Gazette Médicale de Constantinople, premièr année, Novembre 1849, pp: 16-24. Nakleden, Yeşim Işıl Ülman: Gazette Médicale De Constantinople ve Tıp Tarihimizdeki Önemi. Doktora Tezi. İstanbul 1999, s. 112-115.
14 Instructions Pour les Médecins Employès dans le Service Sanitaire de l’Empire Ottoman. (Osmanlı İmparatorluğu Sıhhiye Teşkilatında Görevli Hekimler İçin Talimatname). İstanbul Sıhhiye Meclisi, 25 Mayıs 1840. 2. ve 17. maddeler.
15 A. Süheyl Ünver: ‘Osmanlı Tababeti ve Tanzimat Hakkında Yeni Notlar’, Tanzimat I. Yüzüncü Yıldönümü Münasebetile [Maarif Vekâleti]. Maarif Matbaası, İstanbul 1940, s. 948.
16 Ahmet Mithat Efendi: A.g.m., s. 454-455.
17 BOA. İ. HUS. 3, 1 RA. 1311 [12 Eylül 1893]. İ. HUS. 6, 2 RA. 1311 [13 Eylül 1893].
18 Nuran Yıldırım-Suzan Bozkurt: ‘VII. Uluslararası Hijyen ve Demografi Kongresi [1894] Kongre Üyelerinin İstanbul Gezisi’, Tarih ve Toplum, 130 (Ekim 1994), s. 14-21.
19 Osman Şevki Uludağ: ‘Son Kapitülasyonlardan Biri Karantina’, Belleten, cilt 2, sayı 7-8 (1938), s. 461-467.
20 “Padişah’ın huzurunda imtihan edilmiş” ifadesinden, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane mezunları kastedilmektedir. Çünkü o yıllarda, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin mezuniyet sınavları padişahın huzurunda yapılıyordu. Bk. Yeşim Işıl Ülman: Journal de Constantinople’a Göre Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane’nin Galatasaray Dönemi. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul 1994, s. 83-92.
21 BOA. HR. MKT. 5/79, 17 B. 1260 [2 Ağustos 1844].
22 BOA. C. SH. 29, Karantina Nazırına 27 ZA. 1254 [11 Ağustos 1839] tarihli buyrultu. Sadaret Defterleri. No: 585, 26 M. 1254-17 M. 1262 [21 Nisan 1838-15 Ocak 1846].
23 Instructions Pour les Médecins Employès dans le Service Sanitaire de l’Empire Ottoman. [Osmanlı İmparatorluğu Sıhhiye Teşkilatında Görevli Hekimler İçin Talimatname]. İstanbul Sıhhiye Meclisi, 25 Mayıs 1840.
24 BOA. İ. MVL. 183, 28 N. 1256 [23 Kasım 1840] ve İ. MVL. 333, 19 RA. 1257 [11 Mayıs 1841].
25 BOA. İ. MVL. 231, 22 ZA. 1256 [15 Ocak 1841].
26 BOA. İ. MVL. 253, 23 Z. 1256 [15 Şubat 1841].
27 ‘Muhassıl’, mutasarrıftan küçük kaymakam ve müdür derecesinde bir memuriyet.
28 BOA. İ. MVL. 274, 16 M. 1257 [10 Mart 1841].
29 BOA. HR. MKT. 4/75, 4 C. 1260 [21 Haziran 1844].
30 ‘Mutasarrıf’, Tanzimat’tan sonra bir sancağın en büyük idare âmiri.
31 Gülden Sarıyıldız: A.g.m., s. 361.
32 BOA. A. MKT. 144/15, 17 N. 1264 [6 Ağustos 1849]; A. MKT. 149/81, 21 L. 1264 [20 Eylül 1848].
33 BOA. İ. DH. 80125, 19 R. 1304 [15 Ocak 1887].
34 BOA. DH. MKT. 1395/49, 1 CA. 1304 [26 Ocak 1887].
35 ‘Müteferriatıyla Karantina Nizamnamesi’, Düstur, Cild-i sani, 10 Safer 1290 [9 Nisan 1873], s. 873, 886.
36 “Zabtiye Müşiriyet-i Celilesinde kolera için teşkil kılınmış olan komisyonun neşreylediği varakada münderic vesâyâ-yı sıhhiyedir”, Tasfir-i Efkâr, no: 318, 3 RA. 1282 [27 Temmuz 1865].
37 Nuran Yıldırım: ‘Yedikule Haricindeki Rum Milleti İspitalyası Balıklı Rum Vakfı Hastanesi’, Surların Öte Yanı Zeytinburnu. Haz. Burçak Evren. Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları-1, İstanbul 2003, s. 160.
38 A.-B. Clot Bey: De la peste observée en égypte; recherches et considerations sur cette maladie. Paris 1840.
39 E. Vallin: Traité des Désinfectants et de la Désinfection. Paris 1882, p. 476-481.
40 Nilüfer Gökçe: A.g.m., s. 53, 56.
41 Dr. Mordtmann: ‘Die Cholera in der Türkei und Konstantinople im Jahre 1893’, Saparatabdruck aus der Hygienischen Rundschau 1894, no: 7 u.8., s. 12-13, 15.
42 BOA. İ. HUS. 94, 16 S. 1311 [29 Ağustos 1893].
43 BOA. Y. MTV. 87/190, 26 CA. 1311 [5 Aralık 1893].
44 BOA. A. MKT. MHM. 567/11, 30 RA. 1319 [17 Temmuz 1901].
45 BOA. DH. İD. 50-2/1, 7 B. 1329 [4 Temmuz 1911].
46 Yıldırım, Nuran: “Disinfecting Stations in Ottoman Empire”, Science in Islamic Civilisation. Proceedings of the international symposia “Science Institutions in Islamic Civilisation” and “Science and Technology in the Turkish and Islamic World”. Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu-Feza Günergun. İstanbul 2000, s. 267-277.
47 George Washburn: Fifty Years in Constantinople and Recollections of Robert College. Boston, New York 1909, s. 54.
48 BOA. İ. HUS. 19, 8 CA. 1311 [17 Kasım 1893]; A. MKT. MHM. 593/8, 9 CA. 1311 [18 Kasım 1893]; İ. DH. 30, 14 CA. 1311 [23 Kasım 1893].
49 BOA. İ. HUS. 31, 12 CA. 1311 [21 Kasım 1893].
50 Dr. Mordtmann: ‘Die Cholera in der Türkei und Konstantinople im Jahre 1893’, Saparatabdruck aus der Hygienischen Rundschau 1894, no: 7 u.8., s. 15.
51 BOA. Y. PRK. UM. 32/86, Hicaz Valisi Hasan Hilmi mühürlü ve 24 S. 1313 [16 Ağustos 1895] tarihli yazı. Gülden Sarıyıldız: Hicaz Karantina Teşkilâtı (1865-1914). Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1996, s. 119-122, 166.
52 Dr. Şerafeddin: A.g.e., s. 222.
53 Cem Emrence: A.g.m., s. 52.
54 Takvim-i Vekayi, no: 27 (27 Z. 1247/ 28 Mayıs 1832).
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *