‘Veriyi denetleyenlerin ve kontrol edenlerin, insanların, ihtiyaçlarını karşılamak için, bir başka insan yerine, makineleri ne oranda kabullenmeye hazır olduklarının analizini yaptıklarına eminim…’
Corona Virüs Bize Neyi Öğretiyor?
Mücahit Gültekin / İslami Analiz
Tuskegee Deneyi insanlık tarihinin gördüğü en korkunç deneylerden biriydi. ABD Sağlık Bakanlığı sifiliz (frengi) mikrobunun insanı nasıl “öldürdüğünü” merak ediyordu. Bunun için Alabama eyaletinin Tuskegee kasabasında yaşayan zencileri seçtiler. Deney 1932 yılında başladı ve tam 40 yıl boyunca sürdü. 1943’te frenginin ilacı bulunmasına rağmen Tuskegee halkı bundan haberdar edilmedi. Devlet “deneklerin” bu tedaviden faydalanmasını engelledi. Deney 1972’de sonlandırıldığında sadece 74 kişi hayatta kalmıştı. 128 kişi sifiliz ve komplikasyonlarından ölmüş, 40 kişi mikrobu eşine bulaştırmış, 19 çocuk sifiliz mikrobuyla doğmuştu. Tuskegee’nin yoksul halkı küçük ödüller karşılığında devletin cesetlere otopsi yapmasına razı edildi. Böylece mikrobun hangi organları, nasıl tahrip ettiği anlaşılacaktı. Deneyin asıl amacı da zaten buydu: Ölümü izlemek. Amerikan devleti ancak 1997’de Tuskegee halkından “özür” diledi. Eğer Peter Buxton 1970’te olayın üzerine gidip ifşa etmeseydi, bundan hiç birimizin haberi olmayacaktı.
Bunu niçin anlatıyorum?
Eğer 1950’lerde, 60’larda biri çıkıp, Amerikan devletinin böyle bir şey yaptığını iddia etseydi muhtemelen “komplo teorisyeni” olarak isimlendirilecekti. Lütfen dikkat edin, Tuskegee deneyinin sürdüğü 40 yıl boyunca 4’ü demokrat, 3’ü cumhuriyetçi 7 başkan gelip geçmiş, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ilan edileli 24 yıl olmuştu. Buna rağmen, dünyanın haberi olmadan “devlet gözetiminde bilimsel ölüm deneyi” sürdürülebilmişti.
Bunun kişiyle ya da dönemle bir alakası yoktur; bu bir zihniyettir. Bu zihniyet sapasağlam ayaktadır ve biz dünyanın en saçma tartışmalarını yaparken yoluna devam etmektedir. Okuldan, gazetelerden ve televizyonlardan öğrendiğimiz bilgiyle kendimizi sınırladığımız, tarihin arka odasına kilitlenmiş gerçeklere dikkatimizi yöneltmediğimiz sürece, bu dünyada olup bitenleri anlama şansımız yok.
*
Corona virüsle ilgili teknik açıklamalar uzmanların işi. Ben daha çok bu olayın var ettiği sosyolojik, psiko-politik iklime dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu iklimin bizi nasıl bir dünyaya sürüklediğini anlamak için ilkin şu soruyu sormamız gerekir:
“Bir insanın adeta refleksi haline gelmiş alışkanlıklarını nasıl değiştirirsiniz? Onu, aklına bile gelmediği bambaşka bir düşünce ve davranış dünyasına nasıl ikna edersiniz?”
Bunun farklı yolları var. Ama en etkili yollardan biri şu: “Korkutarak.”
Örneğin, yüzyıllardır sizin ve atalarınızın yaşadığı toprakları bırakıp gitmeye nasıl ikna edilirsiniz? Canınız tehlikeye girmiş, sokaklar güvensizleşmiş, etrafınız tanımadığınız adamlarla dolmuş, her gün “öldürülme” kaygısıyla yaşamaya başlamışsanız birinin size “buradan gitmelisin” demesine bile gerek yoktur. Küçük teknelerle, ölmek pahasına kendinizi açık denizlerin dev dalgaları arasına bırakırsınız. Her gün ölmektense bir defa ölmeyi göze alırsınız.
Bildiğiniz, sevdiğiniz ve bağlarınızın olduğu bir coğrafyadan, “sığıntı” haline geleceğiniz (o da gelebilirseniz) bir başka dünyaya “kendi isteğinizle” sürülürsünüz. Artık çıkarıldığınız yerin değil, sürüldüğünüz yerin insanı olmak zorundasınızdır.
İşte şimdi tam da böyle bir sürgünün eşiğindeyiz. Corona virüs olayına, bunun “zihinsel ve psikolojik” hazırlığının yapıldığı bir olay olarak da bakmakta fayda var.
Nereye sürüleceğiz, sürüldüğümüz yerde bizi neler bekliyor?
Corona virüsün bize ilk öğrettiği şey “insanın riskli/tehlikeli” olduğudur. Şu çıkarım yanlış mı: Başbakanların, bakanların, bürokratların, meşhur yıldızların, sanatçıların; İngiltere Sağlık Bakanı Yardımcısı’ndan Fransa Kültür Bakanı’na, Kanada Başbakanı’ndan AB Parlamento Başkanı’na kadar, dünyada “en iyi korunanların bile” bulaşabildiği bir virüs, senin benim gibilere ne yapmaz ki!
Bu virüsün bulaşması için “insan” olmanız yeterli!
Şu sıralar kiminle etkileşim içinde olmak istersiniz: Bir insanla mı, bir robotla mı?
Üstelik robot, insanın verebileceği şeyi size verebiliyor, hatta daha iyisini verebiliyorsa…
En önemlisi, robotta Corona vb. “habis virüslerin” yaşayabileceği hücreler de yok!
Bir reklamda söylendiği gibi, “İnsan eli değmemiş” 3D yazıcılarla üretilmiş makineler daha güvenli değil mi? Daha bir kaç gün önce 3D yazıcıyla üretilmiş “bifteklerin” daha lezzetli ve sağlıklı olduğu müjdesi verilmedi mi bize?
Beslenme, ulaşım, cinsellik, sağlık, hukuk, terapi, eğitim (2023 vizyonuna bir de bu gözle bakmanızı öneririm[1]), ticaret… Yapay zekanın veremeyeceği bir hizmet kaldı mı?
Üstelik insan; aldatıyor, öldürüyor, kayırmacılık/ayrımcılık yapıyor ve bir de bunlar yetmiyormuş gibi virüs bulaştırıyor.
Hayvanların insanlardan daha iyi olduğunu düşünmeye başlamadık mı? Robotlar onlardan da iyi!
*
İnsan-makine ilişkisinin, insan-insana iletişimden daha güvenilir olduğuna ikna edileceğimiz bir dünyaya sürülüyoruz. “Herkesin herkes için riskli olduğu” düşüncesi, en çok makinelerin ve onları kontrol edenlerin işine geliyor.
Şurada yanlış yapmamalıyız: “Makine-insan” modeli değil, “insan-makine-insan” modeli bu: İnsanla insanın ve insanla kendisinin arasına makineler giriyor. Bir insanın kendisiyle ve diğer bir insanla ilişkisinin makineler aracılığıyla sürdürüleceği yeni bir düzen bu.
Makinenin tam ortada yer aldığı bu modelde, makinenin sonrasındaki insan biziz; makineden önceki insan kim?
O makineleri kim üretiyor, veriyi kim depoluyor/denetliyor, yazılımı kim kontrol ediyor ve bunları icat edenleri kim finanse ediyorsa o.
İnsan benzeri yapay zeka çalışmaları için ilk kez 1956’da New Hempshire’daki Dartmouth Collega’da bir grup “akademisyen” toplandığında onları kim motive etmiş, kim finanse etmişti? Tahmin edebileceğiniz gibi: Rockefeller Vakfı. Rockefeller Vakfı’na yazdıkları mektupta şöyle demişti bu “akademisyenler”:
“Makinelerin dil kullanmasını sağlama, soyutlama yapma ve kuramlar oluşturma, henüz sadece insanlara özgü olarak bilinen problemleri çözme ve kendilerini nasıl geliştirebileceklerini anlama için bir deneme yapılacaktır. Biz, bir yaz boyunca dikkatli olarak seçilmiş bilim insanlarının toplanıp çalışmasıyla, bu problemlerin birinde ya da daha fazlasında önemli gelişmeler sağlanabileceğine inanıyoruz”
(Evet, yıl 1956’ydı, tam 65 yıl önceydi. Bu parantezin içinde şunu sormak istiyorum: Biz o zaman neyle ilgileniyorduk? O yıl Dartmouth’ta toplananlardan haberimiz var mıydı? Orada yapılanlar umurumuzda mıydı? O toplantının bugünleri var edecek gelişmelerin başlangıcı olduğunun farkında mıydık? ABD o yıllarda, bizim “ebedi müttefikimiz” değil miydi? Biz o yıllarda Kore’de “Allah Allah” sedalarıyla onlar için savaşmıyor muyduk? Peki ya şimdi neyle uğraşıyoruz? Dünyanın en gereksiz, en saçma tartışmalarının içinde debelenmiyor muyuz? Mezhep, meşrep, tarikat tartışmalarının içinde boğulan bir kitlenin başımıza gelenleri ve gelecekleri bırakın öngörmeyi, anlaması mümkün mü?)
*
Corona virüs kaç kişiye daha bulaşır, bu virüs kaç kişinin daha canına mal olur bilmiyorum. Ama veriyi denetleyenlerin ve kontrol edenlerin, Corona’nın, küreselleşmiş bu dünyada ülkeleri nasıl iptal ettiğini, insanları nasıl evlerine kapadığını, yurt içi ve yurt dışı bütün hareketliliği nasıl sınırladığını ve daha da önemlisi “insan insana teması” nasıl tehlikeli bir hâle getirdiğini takip ettiklerinden eminim. İnsanların, ihtiyaçlarını karşılamak için, bir başka insan yerine, makineleri ne oranda kabullenmeye hazır olduklarının analizini yaptıklarına eminim.
Artık sadece insansız hava araçlarına değil, insansız okullara, insansız işyerlerine, insansız sokaklara da alışacağız.
Hatta insansız evlere de alışacağız. Niye bir insanla yaşayasınız ki? Gördük işte! Canlılık kötü bir şey, insana dokunmak kötü bir şey. Aranızda mesafe olması gerek. Evlendiğiniz kişi bugün olmazsa yarın size bir virüs bulaştırabilir. Çocuğunuz virüslü doğabilir. Dedeleriniz-nineleriniz zayıflamış savunma sistemiyle sizin ve çocuğunuzun en büyük risk kaynağı haline gelebilir!
Halbuki, akıllı deriyle donatılmış bir yapay zeka cinsel partneriniz olabilir. Çocuk da mı istiyorsunuz? Öğrenen, büyüyen, sizinle duygusal bağlantı kurabilecek “çocuk robotlar” da var.
Milli Gazete’deki bir yazımızda[2] şöyle demiştik: “Hiç kimse kendi adına konuşamayacaktır; ne erkekler, ne kadınlar ne de çocuklar. Çünkü konuşma yeteneğimiz çalınacak; her şeyin birbirinden koparıldığı bu dönemde, birbirine bağlı kalabilen sadece makineler olacaktır. Makineler herkes adına konuşacak, insan, makinelerin konuştuğuna inanacaktır. İnsan, insanlığını makinelere devredecek; bir kez daha putlara, kendisinin yaratıldığı ruhsuz çamura secde edecektir. Samiri “yapay zekâ”dan ses çıktığına insanı bir kez daha ikna edecek; Harun çaresiz kalacak, Musa kızacak, Nemrut gülecek ve aşağılık damgası bir kez daha üzerimize vurulacaktır.”
*
Ne yapmalıyız?
Musa’ya tabi olmaya, onun elindeki asanın, Firavun’un büyüsünü yok edeceğine yürekten inanmaya, çağdaş firavunlara karşı “bağlarımızı” korumaya devam etmeliyiz.
Müslümanlar ve mustazaflar arasındaki bağlarını korumayan; “etnisite”, “mezhep”, “cinsiyet”, “coğrafya”, “sınıf/statü” vb. sebeplerle bu bağları tahrip eden herkes “yeryüzünü ifsad merkezlerine” destek veriyor demektir.
Bunu yapmasak, yapmamış olsak Allah zihnimizi açacak, gücümüzü toplayacak, bizi düşmanlarımıza karşı uyanık kılacak, mücadele azmimizi tahkim edecek ve insanlığın necat bayrağını yeryüzünde dalgalandırmak için elimizden tutacaktır.
Sadece O’ndan yardım diliyoruz: “Senden gelecek her hayra muhtacız. Kalplerimize ülfet ver ve insanlığın düşmanlarına karşı bizi dirayetli kıl.”
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *