Şimdilerde revaçtaki soru bu: Aile nereye gidiyor? Bu soruya şöyle bir soru ile cevap vermek mümkün: Siz ailenin nereye gitmesini istiyorsunuz? Veya aile sizin istediğiniz yönün tersine mi gidiyor?
Lafı dolaştırmaya gerek yok: Ailenin dostları oyunda-eğleşte iken, aile gitmesi planlanan yere gidiyor. Hayatta hiçbir şey tesadüflerin eseri değildir. Hele de medeniyet ve kültür değişimleri, ülkelerin yeni siyasi kamplar edinmeleri tesadüfle değil, sıkı çalışılmış projelerle açıklanabilir. Şu var ki doğunun ‘makus talihli’ insanları, ekmediklerini biçmek, emek vermedikleri ürünleri devşirmek istemektedirler.
Aile nereye gitmektedir? Bu soruya hakkaniyetli cevap verilebilmesi için, modernleşme hareketlerinin kökenine inmek gerekir. O da yetmez, mesela Türklerin İslam’ı kabullenirken nasıl bir düşünsel evrim geçirdiklerine, İslam’ı kimlerin rahle-i tedrisinde ve hangi kaynaktan öğrendiklerine de bakmak gerekir.
Şayet sorun doğru tespit edilmezse, aile nereye gitmektedir sorusuna gerçekçi cevaplar vermek de mümkün olmaz. Bugün aile deyince akla gelmesi planlanan ikinci kelime hiç tereddütsüz ‘şiddet’tir. Üçüncü sırada ‘boşanma’nın gelmesi istenmekte gibidir. Oysa hem şiddet hem de boşanma sonuçtur, bu sonucu doğuran sebeplerin olması zorunludur.
Aile konusunu konuşabilmek için işe kadın konusundan başlamak gerekir. Kadın konusu İslam’ın önemli başlıklarından biri olarak bizim yani Müslümanların meselesidir. Kadını konuşma işini erkeklere memnu kılan, kadını erkeklerin değil, kadınların konuşması gerektiğini söyleyenler büyük bir aymazlığa alet olmaktadırlar. Aymazlık, kadını İslam’ın meselesi olmaktan kaçırıp, modernizm zindanına tıkılmak istenmesidir. Erkekle kadını birbirinden kopartan, ailenin köküne dinamit döşeyen, çocuğu anne şefkatinden makaslayıp, kreş kümesine pinekleten, endüstriyel nesiller üretmeyi öneren iradeyi tefrik edememek aymazlık değilse nedir?
Modernleşmeyi bize çağdaşlaşma, yenilik, asrileşme olarak pazarladılar. Çağdaşlaşma, yenileşme, asrileşme için orta çağdan kalma geleneklerden, değer yargılarından kurtulmak gerekiyordu. Fakat gavurlaşmaya giden yol ivedilikle kadın konusundan geçiyordu. Çarşaf asrileşmeye karşı aşılmaz Çin seddi gibi duruyordu. Kadının örtüsü mahremiyetle beraber daha pek çok değeri koruma altında tutuyordu. Örtü ilerlemeye (terakkiye) mâni idi. Kısacası savaşım kadın üzerinden veriliyordu.
Kadın konusunu konuşmayı erkeklere haram kılanlar feminizm, hümanizm, kadın hakları, insan hakları gibi sözcüklere herhangi bir kayıt düşmemektedirler. Müslüman ailesinde bu kelimeler tedavül edecek midir, yoksa kendi kelime ve kavramlarımızı mı besleyip büyüteceğiz? Konuşurken ‘İslam’da feminizm’ diye başlayan kırıtkan cümleler kuracak mıyız; veda hutbesini asıl evrensel insan ve kadın hakları beyannamesi olarak etiketleyecek miyiz? İslam’ın insanı kullaştırdığı değil de, özgürleştirdiğini iddia ederek, modernizmle bir abdest bozma yarışına girişecek miyiz? Yoksa öncelikle İslam’ı öncelikle her türlü din, düşünce, ideoloji, felsefî akım şeriklerinden tenzih edecek miyiz?
İslam’ı batı düşüncesinin kelime ve kavramlarıyla açıklama eğilimi bulaşıcı bir hastalık gibi bünyeyi sarmaktadır. Kur’an’ın kadın-erkek kıstaslarını aman el alem görmesin-duymasın diye ortadan kaybetme telaşındayız. İslam’ın kadına yönelik hükümleri muhafazakâr çevrelerde utanma sebebi olabilmektedir. Kadının mirastaki payı, kadının şahitliği, aile reisinin erkek olması, boşamanın kadına değil, erkeğe tanınmış olması, kocasına karşı serkeşlik eden, dolayısıyla boşanma noktasına gelmiş ailede öğüt ve yatakların ayrılmasından sonra kocaya, hanımına zor kullanma hakkını tanıması gibi hükümler adeta halının altına süpürülmesi gereken çöp muamelesi görmektedir. Kur’an’ın emirlerine sımsıkı tutunması gereken kimseler Kur’an’ın bu hükümlerinden arlanmaktadırlar. Oysa arlanılması gereken tek husus, Allah’ın emirlerine sırt dönülmesiydi. Mahallini şaşırmış bu ‘arlanma’ sebebiyle, tesettürden başlamak üzere kadınla ilgili her husus tevil ve tahrif konusu olmuştur. On yıllardır dindar kesimlerin büyük bir ideal olarak zihinlerinde besleyip büyüttükleri, Müslüman kızının okuması, erkeğin koşulduğu her işe onun da koşulması, kızların ekonomik bağımsızlığını kazanması gibi hayaller gerçek oldu ve evdeki erkeğini şeytanlaştıran tesettürlü(!) kadın polisler, tesettürlü(!) kadın askerler üstlerine karşı esas duruşta durmakta bir beis görmemektedirler. Tesettürlü(!) kızlar kendi örtünmesine -babası, kocası, kardeşi de olsa- hiçbir erkeğin karışamayacağını, örtünmeye bir kadın olarak sadece kendisinin karar vereceğine, örtünün dinin bir emri değil, bir kadın hakkı olduğunu söylerken meğer varılacak nihai hedef burasıymış.
90’lı yıllarda ‘Müslüman feminist kadınlar’ işi, kadının isterse çocuğunu emzirmeyebileceğini, kocanın süt annesi tutmakla mükellef olduğunu söylemeye kadar vardırmışlardı da, o zaman bu meseleler Müslüman mahallesinde, olması gereken alakayı uyandırmamıştı. Çünkü Müslümanlar bir Protestan haletiyle, beş vakit namazlarını huşu ile kılmanın, radyodan okunan Kur’an mealini ‘Protestanca’ dinlemenin derdindeydiler. Dışarıda kıyamet de kopsa, ne hikmetse Müslümanları ilgilendirmiyordu. Ama artık ilgilendiriyor çünkü İstanbul sözleşmesinin hedefinde Müslüman ailesi bulunmaktadır.
İslam’ın kadın ve erkeğe dair hükümleri, pozitivist akılla anlaşılamaz. Allah’a din öğretme refleksi ile Din öğrenilemez. İslam sadece teslim olmayı değil, iman kalbe girercesine emin olmayı gerektirmektedir. Kur’an, ‘bu Kitab’ın muttakiler için hidayet/yol gösterici/rehber olduğunu bildiriyor. Şöyle düşünülebilir: Kişi muttaki ise o zaten yol gösterilmiş olanlardandır. Kitabın asıl olarak, hidayete ermemiş, henüz takvayı v.b. tanımayanlara yol gösterir olması gerekmez mi? Kur’an’ı bir araştırma nesnesi olarak gören mütekebbir zihin tabii ki Kur’an tarafından yol gösterilmeye değil, tevilleriyle Kur’an’a yol göstermeye eğilimlidir. Bunun içindir ki Kur’an, feminist/pozitivist/deist müstağnilere yön veremez, yol belirleyemez, takvayı da öğretemez. Kişinin Kur’an’ın hidayetini almak üzere kendisini açması gerekir. Kur’an’ın öğütleri feminist bedenin çeperlerinden içeriye yol bulamaz. Bulması için kişinin teslim olması, Kur’an’ın Allah’tan gelmiş bir hayat kitabı olduğuna bütün kalıbını basması gerekir. Kitabın bir kısmına iman(!) edip, bir kısmına dudak bükülmesi topyekûn İslam’ın pazarlık konusu yapılması demektir. İslam’ı pazarlığa tabi tutanlar İslam’ın dahilinde değil, haricinde konuşlanmış kimselerdir.
Modernizmin kavram ve ilkeleriyle İslam’ın değerleri açıklanamaz. Modern paradigmadan vize yapılarak İslam anlaşılamaz, benimsenemez ve toplum hayatında hükmedici konuma getirilemez. İslam bugünden tezi yok, toplumu sıfırdan Allah’ın rızasına göre yeniden tanzim etmeye talip bir dindir. İslam’ın bu kadar çok düşmanının olması da bu gerçeğe dayanmaktadır.
Her konuda olduğu gibi, kadın konusundaki sapkınlıklarımızı Allah’a ve Rasulü’ne döndürmeden aileyi konuşamayız. Çünkü aile bir sonuçtur. Aslında bugün şikayetçi olduğumuz hemen her şey bir sonuçtur. İşin özüne, sorunların kökenine yani İslam’ı siyasal ve toplumsal olarak resmen hayatımızdan çıkardığımız, bir nevi toplu irtidata imza attığımız, tarihin kırılma noktalarına gidip, orada çözdüğümüz İslam bağımızı yeniden düğümlemeyi, bozduğumuz ahitlerimizi yeniden tazelemeyi düşünmezsek, teker teker yama yaparak, basit tamiratlarla hastalıklarımızı sağaltamayız.
İslam ümmeti olarak illa kadın, aile, ekonomi, faiz, eğitim, mahremiyet gibi konularda önemli mevziler edinemeyebilir, istediğimiz başarıyı elde edemeyebiliriz. Kur’an merkezli görüş ve önerilerimiz toplum nezdinde hiç kabul de görmeyebilir. Önemli olan, doğru bir istikamet üzere olmaktır, doğru bakışı yakalamaktır, doğru düşünceyi ortaya koymaktır.
Bugün aile meselesi daha ziyade İstanbul Sözleşmesi bağlamında tartışılmaktadır. Oysa ailenin dinamitlenmesi bütünüyle İstanbul Sözleşmesine fatura edilemez. Sözleşmenin, aile dediğimiz yuvamıza dadanmış bir yapay yılan olduğu doğrudur. Fakat İstanbul Sözleşmesi kabul edilmeden önce de modernist/feminist söylemlerle aile zaten ısırıcı haşeratın zehrine maruz kalmaktaydı. Demokratik bir hilafet öykünmesi içerisindeki muhafazakâr demokrat hükümetin yönettiği, toprağını sıktığında şehit kanları fışkıracak olan ülkenin televizyon dizileri, ailemizi İstanbul Sözleşmesi için hazır hale getirmişti. Kesintisiz modernleşme süreci devam etmektedir. Bugün İstanbul Sözleşmesi, yarın başka mevzuatla ve STK çalışmalarıyla konunun nerelere vardırılacağı belirsizdir.
Kitleler İslam’ın kadın, erkek, çocuk, aile, evlilik, boşanma gibi konulardaki adil, müşfik, izzetli hükümlerinden habersiz yaşamaktadırlar. İslam insanlığa hayat verirken, diğer ideolojiler ıstırap ve zulüm getirmektedirler. İslam insana hak ettiği izzet ve şerefi verirken, diğerleri insanı hazzın, tüketimin ve hayvanî zevklerin kölesi yapmaktadırlar. İslam aileyi yuva, saadet hanesi yapmakta, kapitalizm ise evi ofise dönüştürmektedir. İslam kadınla erkeğe (karı-kocaya) velayet payesi vermektedir. Erkek hanımının velisi, hanım da kocasının velisidir. Velî, velayeti altındaki kişinin her şeyinden sorumlu, onun her derdi kendisini ilgilendiren kimsedir. Kur’an kadınla erkeğin velayetinin derinliğini anlatmak için “birbirinize iyice kenetlendiniz” anlamına gelen sözcüğü (efdâ) kullanır. Bu kenetlenme, Allah’ın adıyla ve Allah adına adım atılan evlilik bağının bir neticesidir. Allah adıyla kurulan evlilik kurumuna liberalizm iblisinin kurşunu işlemez. Allah kadını erkeğin elbisesi, erkeği de kadının elbisesi tayin etmektedir. Bir insan elbisesine düşman olabilir mi? Kendisini sıcaktan ve soğuktan koruyan, bedenini sarıp sarmalayan, ayıbını kusurunu gizleyen, insanlara karşı kendisine vakar, kişilik ve izzet kazandıran, kendisini süsleyen elbiseye kişi düşman olabilir mi? Bu sorunun cevabı şudur: Kuşkusuz olur! Ama şu şartla: Kişi evhamın, vesvesenin, tüketim dininin oyuncağı olursa, duygularını tamamen şeytan ele geçirirse, akıl dengesini yitirirse tabi ki olur. Kişinin elbisesine düşman olması gibi, kendi eşine düşman olması da akıl, iz’an ve sağduyu gibi melekelerini yitirmesiyle izah edilebilir.
Adem’den bugüne her yer ve her zamanda eşler arasında tartışmalar oldu. İnsan melek olmayacağına göre bu olgu kıyamete kadar da sürecektir. Müslüman olmakla eşler arasındaki nizalar da sıfırlanmaz. Fakat klasik dönemde yaşanan geçimsizlikler -ekseriyetle- cinayete varmadan çözümleniyordu. Çünkü toplum bugünkü gibi çıldırmamıştı. Toplum çıldırmasına mani olacak bir takım sigortalar vardı. Kur’an, geçinemeyen eşlerin sıkıntısına çözüm bulunması için, erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem belirlenmesini emreder. İlişkileri kötü giden karı-koca, meselelerini sükunetle konuşamazlar ama hakemler konuşabilirler ve verecekleri adil bir karar herkesin hayrına olur. Şimdi şunu sormak gerekir: Her gün ‘envanter’e bir yenisi eklenen kadın cinayetlerinin tarafları İslam’ın bu hükümlerinden haberdarlar mı? Aslında daha başa giderek şunu sormak gerekir: Taraflar İslam’dan haberdarlar mı? Genç nesiller İslam’ı biliyorlar mı?
Kadın cinayetlerinde kadın müdafii gibi pozisyonunda ortalığı velveleye veren kişi ve kurumların gerçekten bu cinayetlerin bitmesini ve ailenin düzelmesini istediklerinden emin değiliz. Çünkü kadın cinayetleri, ilgili kişi ve kurumların sapık ideolojilerinin besin maddesidir. Cinayetler sayesinde feminist STK’lar mevzi kazandıklarını düşünmektedirler.
Aile en küçük sosyal birim olarak tanımlanmaktadır. Toplum dokusu aile denilen hücrelerden teşekkül etmektedir. Bir toplumun aile denilen hücrelerini kanserli hale getirdikten sonra, o toplumun sağlam ve sağlıklı kalmasını beklemek imkansızdır. Üstelik bozulan aile düzenine ilk müdahaleyi de yine, bizzat aileyi kanserli hale getirenler yapmakta ve kanserli bedene, ebediyen iyileşmeyi imkânsız yapacak zararlı maddeler şırınga etmektedirler.
‘Ne olacak ailenin hali?’ diye sormanın pek bir anlamı yoktur. Çünkü yukarıda değindiğimiz gibi, tüm diğer kurum ve değerlerimize ne olmaktaysa, aileye de o olacaktır; ailenin hali de öyle olacaktır. Allah aklını kullanmayan bir toplumun üzerine rics (mesela İstanbul Sözleşmesi) indirir. Birçok fitnenin, içimizden sadece zulüm işleyenlere gelmeyeceğini, hepimizi kuşatacağını da biliyoruz. Bu durumda her bir mümin ve her Müslüman aile, İstanbul Sözleşmesi gibi büyük fitnelere maruz kalmamak, ailenin fısk u fücura alet olmaması için elinden gelen her çabayı göstermekle yükümlüdür. Bizler elimizden gelen çabayı gösterdikten sonra sonucu Allah’a havale etmek ve Allah’tan kafir kavimlere (kişiler-kurumlar) karşı yardım istemek, ayaklarımızı sabit kılması, dünyanın az olan metalarına göz dikip namus, iffet, şeref ve haysiyetimizi yitirmekten bizleri koruması için Allah’a yakarmak hakkını elde edebiliriz. Ailemizi şeytani kurumlara kaptırmamak için besmeleyi sekr halinde değil, ayık vaziyette okuyacağız. Ne dediğimizi anlamadan okuduğumuz besmele bizleri bir amaca ulaştırmamaktadır.
Bitirirken mesela şu şekilde küçük bir test yapabiliriz: Christmas (Noel günü) olarak İslam ümmetine dayatılan bir gecede ne yaptığımız ve ne yapmadığımız, aile meselesini kendimize ne oranda ve hangi mahiyette dert edindiğimiz hakkında bize bir fikir verecektir.
İKTİBAS
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *