Aklın ve mantığın yolu, bu konuda var olan nazariyeleri eleyerek en doğru kalanı tercih etmektir ki, bu durumda Deistlik ilk elenen olur.
Deizm’e Dair
Ahmet Altınok / Venhar
Deizm’in ne olduğunu artık birçoğumuz biliyoruzdur. Belki de zamanımızın en çok konuşulan dünya görüşü. Müslüman ülkelerde de bir hayli ilgi gören ve birçok açıdan değerlendirilmesi gereken bu akımı, bir Müslüman gözüyle, temel iddiasından hareketle eleştiriye tabi tutmak istiyoruz.
Deizm’in temel iddiası: Var olan her şey, bilinmeyen ama bilinçli ve üstün bir varlık tarafından yaratılmıştır. Bu varlık, evreni ve içinde oluşabilecek her nesnenin hammaddesini gerekli yasalarıyla birlikte yaratmış, saat misali kurmuş ve kozmik süreci başlatarak kenara çekilmiştir. Bu sürece artık müdahale etmez. Yaratılmışlar içinde en göze çarpan insan aklı da, başlangıcından bugüne değin, bu yasalar çerçevesinde ilkelden, olgunluğa doğru gelişerek son halini almıştır. İnsan, hayatına, bu aklın yeteneklerini kullanarak şekil verir. İlahi yönlendirmeye ihtiyaç duymaz. Tabii bu üstün varlık, hayata müdahale etmeyeceği için hayatı yönetmekte buna en layık olan insana kalacaktır. Evet bu bağlam da akli olan budur.
Fakat yaratanın, yarattıktan sonra kenara çekildiği veya deistlere göre çekilmesi gerektiği hangi mantıkla açıklanabilir?
Madem Allah var. Bunun cevabını da O vermeli değil midir?
Mantık diyorsak eğer; elbette yaratan vermelidir demek zorundayız. Bu da doğrudan vahyi gerekli kılar. Ama Deizmin iddiası, vahyin olmadığıdır. Hakikat arayışında olan deistler, bu durumda, yürüttükleri mantığı tekrar gözden geçirmek zorundadırlar. Yok, biz buna inanıyoruz diyorlarsa, İslam’a inanç gözüyle bakmaktan, doğruluğu deneyden geçirilemeyen, olduğu gibi benimsenen kuru bir öğretidir, dogmadır demekten vazgeçsinler. Çünkü İslam, kendisini tanımlarken tüm doğmalara ‘LA’ diyerek başlar. Varlığı, yaratana bağlarken yaratılanın üzerindeki tek otorite hakkını da ona hasrederek insan hayatına ‘DÜZEN’ getirebilecek tek ‘HAKİKATİN’ kendi olduğunu tereddütsüz iddia eder. Ama deizm, bu noktada sınıfta kalır. İnanç olmaktan öteye gidemez. İnanca karşı olan deistler, kendi inançlarını biraz sorgulasınlar. Yok, bunu yapmıyorlarsa dertlerinin hak değil, hevaya tabi olmak olduğunu hiç tereddüt etmeden söylemek de biz Müslümanlara düşer.
İnsanda fıtraten bir hakikat istenci vardır. Felsefe tarihi, insanın hep bu soru etrafında döndüğünü bize gösteriyor. Hakikat arayışı kesinlikle doğru bir ameliyedir ama bu süreçte ulaşılan nihai hakikati kabul edip, yeni bir delille karşılaşılana değin, bu iddia ile amel etmekte hakkaniyetli olandır.
Hakikat arayışı nasıl olmalıdır?
Var olan nazariyeleri, varsa kendi nazariyeni yan yana koyarsın, muhakeme ve mukayese ile saçma olandan mantıklıya doğru eler, son kalanı tercih edersin. Sonuçta kimse vahiy almıyor.
Bütün nazariyeleri üç temel başlık altında toplayabiliriz diye düşünüyorum.
-Allah var dolayısıyla hakikat de var.
-Allah yok dolayısıyla hakikat de yok.
-Allah var ama hakikati bilmiyoruz. Dolayısıyla Allah’ı bilmiyoruz. Bizden ne istediğini de bilmiyoruz.
Konumuz Deizm olduğu için son şıktan hareketle devam edelim.
Aklı ve mantığı sürekli ön plana çıkaran deistler, Allah’ın varlığını tespit ettiklerini söylerken insanın hayatına dair hakikat arayışında neden ıskalıyorlar? Allah’ın varlığına ‘eserden müessire’, kıyas yoluyla varan deistler, aynı usulle insan nereden geliyor, niçin vardır ve nereye gidiyor gibi temel hakikat sorularını Allah’ta aramaları gerekmez mi?
Aklın ve mantığın yolu, bu konuda var olan nazariyeleri eleyerek en doğru kalanı tercih etmektir ki, bu durumda Deistlik ilk elenen olur. Çünkü Allah yok diyenler, bu 3 temel soruyu Allah’ta aramazlar. Bu kendi içinde tutarlıdır. Ama Allah var diyenlerin, bu sorulara kendi hevalarına göre cevap vermeleri ne kadar tutarlıdır? Hatta bu yaratana saygısızlık, hadsizlik değil midir? Sürekli sağduyudan, iyilik yapmaktan bahseden deistler, söz konusu Allah olunca neden bu kadar tutarsız oluyorlar?
Mükemmel bir yaratılış, irade ve güç sahibi, Allah’ın yarattıklarına müdahale imkanı tanınan, işine geldiğinde zulme başvurabilen, hatta yaratanına başkaldırabilen insan, başıboş mu bırakılacaktı?
İnsanoğlu, nefsinin kötü arzularına, vicdanında bir meşruiyet kazandırmak için tüm tarihi boyunca çaba sarf etmiştir. Fıtratın kurallarına ters davranmak istemeyen insan, aklın yaratılmışlığını, acziyetini bir kenara koyarak vicdanının rahatlayacağı bir nazariye geliştiriyor. İslami tabirle, vahye dayanmayan bu nazariyeler ise vehmin ötesine geçemiyor. Hevaya tabi olmak dediğimiz işte budur.
Bu noktada imanın iki boyutundan bahsetmek yerinde olacaktır. İman, emin olunan bir ‘bilgi’ üzerine doğan ‘güven’ duygusudur. Yani, imanın bir bilgi, bir de duygu boyutu vardır. Sahih iman, doğru bilgi üzerine doğan güven duygusu olurken sahtesi, yanlış bilgi üzerine doğan güven duygusudur. Her iki ihtimalde de vicdan rahatlar.
Örneğin ineğe tapan da, tek olan İlah’a tapan da vicdanen rahattır. Çünkü güven duygusu hasıl olmuştur. İşte deizmin ünlü teorisyenlerinden Thomas Paine’nin sloganlaşan “dünya vatanım, tüm insanlar kardeşim, iyilik yapmak dinim” sözündeki “iyilik yapmak dinim” kısmı bununla açıklanabilir. Vicdanı rahatlatan bu düşünce aslında sahte bir bilgi üzerine doğan güven duygusundan başka bir şey değildir.
Ne kadar bir dine uymuyoruz deseler de dinsiz bir hayat fıtraten mümkün olmadığı için bir dine istemeseler de uymak zorunda kalıyorlar. Yani biz dinsiziz iddiaları bir aldanmadan öteye gitmiyor. İslam’ın din kavramı dikkatli incelendiğinde doğrudan içinde bir ideolojinin (akide) mündemiç oluğu bir hayat şeklini karşılamaktadır. Bir hayat şeklinden bahsediyorsaki–ki bunun kaçınılmaz bir gerçeklik olduğunu söyledik- öyleyse Deizm’in de bir hakikat iddiası vardır demektir.
Bu sebeptendir ki, Deizm nedir diye sorulursa, şöyle deriz;
Allah’ın varlığına inanan ama onun kim olduğunu bilmedikleri için var olan herhangi bir İlahi dine tabi olmayan fakat kendi aklının ve hevasının doğrultusunda kişiye özel veya topluma özel beşeri bir din icat eden akımdır.
Örneğin gayb konusunda farklı inanışlara sahip olan deistler vardır. Kimine göre ruh vardır, kimine göre yoktur. Kimine göre ruh ölümden sonra yaşar, ceza ve mükafatla karşılaşır. Kimine göre de ölümle birlikte ruh da ölür. Böyle bir hakikat iddiası olabilir mi Allah aşkına? Bu hak, hakkaniyet kavramlarına yapılmış büyük bir haksızlıktır. Düzensizliğin düzen olarak kabul edilmesi. İşi ters yüz etmektir.
Deistler, ahlak kavramının tanımında da göreceli bir yaklaşım sergilerler. Bu doğaldır. Çünkü kişiye özel bir din, kişiye özel bir ahlakı doğurur.
Dolayısıyla bir deist, ahlaksız bulduğu başka bir deistin davranışını, dindaşına saygı bağlamında meşru görecektir. Artı bir davranışın ahlakiliği zamana ve mekana endeksli olacaktır. Örneğin eşcinsellik, bir asır öncesinde ahlak dışı kabul edilirken, eşcinsellerin çoğalmasıyla bugün ahlaklı olabilmektedir veya ilahi olana sövmek bir toplumda ahlaksızlık iken başka bir toplumda fikir hürriyeti sayılabilmektedir.
Yine bu durum, adil bir düzenin ´tek ilah´ anlayışıyla mümkün olabileceği gerçeğini göstermektedir. Tek ilah’a (en üst, bağımsız irade) tabi olmayan farklı iradelerin istekleri, arzuları da farklı olacağı için bir çatışma ortamında, kimin isteklerinin ‘belirleyici’ olması gerektiği sorunuyla karşı karşıya kalınacaktır.
Sonuç olarak deist ahlak, aslında temel iddialarının doğrultusunda bilinmeyen, belirsiz bir ahlak olgusunu doğurmuş oluyor. Öyle değil mi? Bilinmeyen bir Allah, bilinmeyen, belirsiz bir ahlak. Sormak istiyorum, bilinmezlikler üzerine sağduyulu bir hayat nasıl kurulur? Yoksa, hakim olan modern sistemi, ‘Zulüm-Adalet’ ayrımı gözetmeksizin kabul edilsin, bana dokunmayan yılan bin yaşasın mı, denmek istenmektedir?
Dolayısıyla samimi deistlere şunu söylemek isteriz; eğer hakikat arayıcıları iseler yaratılmış olan akıllarını, hakikatin ‘belirleyicisi’ olmaktan çıkarsınlar, hakikati ‘tespit’ etmek için kullansınlar.
Müslüman gençliğin, Deistlik eğilimi göstermesi konusuna da kısaca değinmek istiyorum. Bunu farklı sebeplere bağlayabiliriz. Genelde geleneğin çelişkileri veya modernizmin cazibesi şeklinde iki başlıkta toplanıyor. Benim kanaatim, bu iki sebebin belirleyici değil, tetikleyici bir rol oynadığıdır.
Deizm’in gerekçelerine, akıl yürütmelerine bakarsak aklın değil arzuların daha ön planda olduğunu görürüz. Bu arzulara akli bir kılıf geçirme ameliyisinde de çok marifetlidirler.
(Belki bu noktada haklarını teslim etmek gerekir.)
Kanaatimce bunu dünyaya düşkünlükleri açıklıyor. Eğer Müslümanlar da batılılar gibi dünya nimetlerini elde etme işini, Allah’ın rızası önüne geçirdilerse doğal olarak dünyevileşme sürecine girmiş olurlar ki, bu konu artık herkesçe biliniyor. Konuşmaya gerek yoktur.
İnsan, tercihlerinin ürünüdür sözü, bu nokta da isabet ediyor. Müslümanların tercihidir bu. Dolayısıyla Müslümanlar’ın dünyevileşmesini ve bunun getirdiği ahlaki çöküntüyü modernizme (batılılara) yüklemek de ilk planda doğru olmaz. Sorunu, Allah’ı gereği gibi takdir edemeyen Müslümanların, gereği gibi İslam’a iman etmemelerinde ve nefislerini terbiye edememelerinde aramalıyız.
Deizm, aslında dünyaperestliğin tanrılı versiyonudur. Dünyaperestliğin, ateizmle baş edemediği ilahi dinlere karşı ısıtıp sunduğu masum görünümlü bir büyüsüdür. Tabii bu masumiyet daha çok hevasını yenememiş sözde Müslümanların, canhıraş bir şekilde yapıştığı arzularına tercüman olan ‘nefsi’ bir delil oluyor. Isıtıp sunduğu diyorum çünkü deizmin tarihi, ne kadar 17. yüzyıl Avrupası’na dayanıyor olsa da, insanlık tarihi kadar eskidir. Kuran’ın Şirk kavramıyla örtüşen bir içeriğe sahiptir. Kuran’ın ifadesiyle “ …Müşriklere yağmuru kim yağdırır diye sorsan Allah derler…” ama Allah’ın insan hayatındaki hakimiyet hakkını, kabul etmezler.
Deizm, 17. yüzyılda kilisenin bağnazlığı ve çelişkileri içine sıkışmış olan bir takım batılının -bilimin de etkisiyle- düştüğü boşluğu doldurmak adına icat ettiği içgüdüsel (fıtratın zorladığı ama manipüle edilmiş hali) sığınağıdır.
İslam ile alakası yoktur!
Deistler, hakim olan modern paradigmanın, kilise mantığıyla, bir inanç sistemi olarak tanımladığı İslam’ı reddetmekteler ki, bunda geleneksel Müslümanların, kilise mantığıyla sundukları İslam’ın da etkisi elbette vardır. Ama nihayetinde insan, kendi seçiminden sorumlu olduğu gerçeğinden hareketle, asıl belirleyici kendisidir. Dolayısıyla suçu ne geleneksel İslam anlayışına ne de modern paradigmaya hasredebiliriz. Bunlar ‘güçlü’ bir etkendir ama insan nihayetinde hakikatin neliğinden kendi sorumludur.
Öyleyse İslam’ı iyi bilmek şarttır!
Hakim sosyo-kültürel etkiden sıyrılmış bir zihinle, önyargısız bir yaklaşım, hakikat arayışında olmazsa olmaz bir şarttır. Bugün ne İslam doğru biliniyor ne de Modernizm. Bu durum ise bizi, hem geleneksel hem de modern etki karşısında savunmasız bırakıyor. Bu halimizle bir dünya görüsü veya din tercih ediyorsak vay halimize.
Deizm, dikkatlice incelendiğinde çok basit, omurgasız, uzlaşı psikolojisinin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Nefsin hoşuna giden bir hayat şeklini öngörür. Ne yardan ne serden geçen insanoğlunun başvurduğu nefsin tatmin olduğu bir düşünce biçimidir. Rahatına düşkün olan, tembelliği seven, bana dokunmayan yılan bin yaşasın mantığının bir sonucudur. Ünlü sloganları olan “dünya vatanım, tüm insanlar kardeşim, iyilik yapmak dinim” şeklinde tezahür eden gerçeklik dışı, ütopik, dogmavari söylem, var olan zulmün üzerini örten, yaldızlı bir aldanma ve aldatmacadan başka bir şey değildir. İnsan hayatı, boşluk kabul etmez ve hayatiyetini sorunsuz devam ettirmek için mutlaka nefsinin hoşuna giden bir bahane bulur. Fıtratının sesini dinlemek yerine, nefsinin arzularına kulak veren insanın icat ettiği akımın adıdır Deizm.
Kolaycı, tüketici bir şahsiyeti oluşturan modernizm, dindarların hızla hazcı olmasında büyük rol oynadı. Hazcılığın sarhoşluğuna alışan dindar toplumlara Deizm ilaç oluyor. Geleneksel İslam anlayışının çıkmazlarını, deistliğe gerekçe göstermek de bahaneden öteye geçmez. Ancak kolaycılıkla anlatılabilir.
Son olarak Deizim’den etkilenmiş bir arkadaşımın kullandığı bir argümanı değerlendirip konumu kapatmak istiyorum. Zannediyorum deistlerin genel olarak kullandıkları bir argüman olsa gerek. Şöyle ki; arkeolojik araştırmalarda ilahi dinlerin, dolayısıyla da İslam’ın, vahye değil Sümerlere dayandığını söylüyorlar. Birçok benzerlikler taşıdığını, bulunan Sümer tabletlerini çözümleyen bilim adamları söylüyorlarmış. Peki hiç düşündük mü, bu bilim adamları hangi düşünceyi temsil ediyorlar? Bu düşüncelerinden bağımsız, önyargısız adil bir çözümleme yapabiliyorlar mı? Yoksa düşüncelerini tasdiklemek adına mı kullanıyorlar bu büyülü konumlarını? Bugün bilime verilen değerin, bağnaz ortaçağ Hristiyanlığına bir tepki olarak oluştuğunu bilirsek kastımız anlaşılacaktır.
Peki, bu Sümerlerin ilahi dinlere olan benzerliklerini neden tersten okumuyoruz? Yani onlar İlahi olan dinlerini, tahrif ederek oluşturdukları din anlayışını tabletlerine kazıdılarsa? Bu argümanı bugün bizler test edebiliyoruz. Nasıl mı?
Dinlerini millileştiren İsrailoğulları ortada, dinlerini hümanistleştiren Hristiyanlar da ortada. Ya müslümanların hali? Bunu deistler çok iyi bilirler. Muhammed (as) ın anlattığı ve Kur’an’ın ifade ettiği dinle aynı mı? İnsanoğlu, tarihi boyunca Allah’tan aldığı dini maalesef tahrif etmiştir. İlahi uyarılara rağmen bu tahrifi inatla kitaplara, tabletlere kazımışlardır. Siz deistler de maalesef inatla bu hurafeleri İslam zannediyorsunuz. Sümer tabletleri, vahiy edilmiş dini değil, tahrif edilmiş dini temsil eder desek daha mantıklı olmaz mı?
Deistler, çözemedikleri veya çelişkiler barındırdığı düşüncesiyle vahyi saçma buluyorlar. Buradan hareketle de vahiy yoktur sonucuna varıyorlar. Halbuki bu bir paradokstur. Vahyi gerekli kılan ´hakikat arayışı´, vahyin yokluğuna nasıl götürebilir? Biz diyoruz ki, Deizm, varlığını kendine değil vahiy karşıtlığına borçludur. Bu durum vahyin yokluğuna değil, vahyin anlaşılmadığına delalet eder. Yani sorun vahiyde değil, deistin aklındadır!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *