Ahmet Varol, İslam coğrafyasında emperyalizm, siyonizm ve despotizm karşıtı tüm halk hareketlerine karşı darbeci cuntaların yanında yer alan Birleşik Arap Emirlikleri’nin bu yıkıcı rolünü değerlendirdi.
İslam coğrafyasında yaşanan gelişmeler ve özellikle de Filistin meselesiyle ilgili yazı ve kitap çalışmalarıyla tanıdığımız gazeteci-yazar Ahmet Varol’la, Cezayir, Sudan ve Libya’daki sıcak gelişmeleri ve yanı sıra Filistin, Suriye, Afganistan, Yemen gibi uzun yıllardır kanayan yaralarımızı konuştuk.
Cezayir ve Sudan’da halkın son dönemdeki kazanımlarının Mısır’da olduğu gibi ordular tarafından yumuşak geçiş süreci adı altında gasp edilme çalışıldığını ifade eden Varol, “Kalkışmayı yönlendirenler ve sürdürenler buna fırsat vermemek için biraz daha kararlı davranmaya çalışıyorlar. Ama bunda ne kadar başarılı olabileceklerini önümüzdeki dönemde göreceğiz. Çünkü buralarda sistemi temsil edenlerin de tecrübeli davrandıkları ve bu amaçla bir yumuşak geçiş zemini oluşturmaya çalıştıkları dikkatten kaçmıyor” ifadelerini kullanıyor.
İslam coğrafyasında emperyalizm, siyonizm ve despotizm karşıtı tüm halk hareketlerine karşı darbeci cuntaların yanında yer alan ve müttefikleri Suud ve Mısır cuntasıyla birlikte çeşitli fitne hareketlerini örgütleyen Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)’nin bu yıkıcı rolünü de değerlendiren Ahmet Varol “BAE, bir mafya ülkedir” dedi.
Söyleşi: Şükrü Hüseyinoğlu
Cezayir ve Sudan’daki halk hareketleri, Arap Baharı’nda yeni bir dalgaya mı işaret ediyor? Bu gelişmelerin diğer ülkelere etki etme ihtimali söz konusu mudur sizce?
Arap Baharı olarak isimlendirilen halk hareketlerinin son dönemde Sudan ve Cezayir’de yaşanan olayları da etkilediği söylenebilir. Hatta diyebiliriz ki bu ülkelerdeki halk hareketleri geçmişte yaşanan olayların tecrübesinden istifade etmiş ve tavırlarını ona göre belirlemiş gibi görünüyor. Çünkü daha önce halk hareketlerinin yaşandığı ülkelerde “devrim” olarak isimlendirilen kalkışlarla elde edilenler, ayakta durmaya devam eden dikta rejimlerinin organize ettiği fitne hareketleriyle veya askeri darbelerle büyük ölçüde geri alınmıştır. O yüzden bu ülkelerde devrim sonrasında halkın iradesini ifade eden bir siyasi yapılanma ve istikrar gerçekleştirilememiştir. Cezayir ve Sudan’da kalkışmayı yönlendirenler ve sürdürenler buna fırsat vermemek için biraz daha kararlı davranmaya çalışıyorlar. Ama bunda ne kadar başarılı olabileceklerini önümüzdeki dönemde göreceğiz. Çünkü buralarda sistemi temsil edenlerin de tecrübeli davrandıkları ve bu amaçla bir yumuşak geçiş zemini oluşturmaya çalıştıkları dikkatten kaçmıyor.
Cezayir ve Sudan’daki halk hareketlerinin başarılı olmasının bölgedeki diğer ülkeleri etkilemesi mümkündür. Bu yüzden özellikle Mısır’daki Sisi cuntasının Sudan’daki gidişattan endişeli olduğu muhtelif tahlillerde gündeme getirildi. Sudan’daki olayların Mısır’ı etkilemesi durumunda kalkışmaların yine domino etkisi yapması ve yeni bir Arap baharı dalgasının gözlemlenmesi muhtemeldir. Bölgedeki dikta rejimlerinin yumuşak geçiş planının tutması için Sudan’daki darbecilere destek vermesinin en önemli sebeplerinden biri de budur.
Cezayir ve Sudan’daki son gelişmelerde halklar ile orduların iki dinamik aktör olarak sahneye çıktığını görüyoruz. Süreçte hangisinin baskın çıkacağını düşünüyorsunuz? Mısır’da olduğu gibi Cezayir ve Sudan’da da orduların halkın devrimini çalması ihtimalini nasıl görüyorsunuz?
Dediğimiz gibi bu ülkelerde halklar, daha önce kitlesel hareketlerin yaşandığı ülkelerdeki halkların tecrübelerinden yararlanmaya çalışırken ordular da, kalkışan kitleler karşısında takınılan tavırların getirdiği sonuçlar konusunda kazanılan tecrübelerden yararlanmaya çalışıyorlar. O yüzden ordular, halkları sıkıştırmak yerine onlarla bir anlaşma nizamı ve şartları oluşturmaya çalışıyorlar. Ama buna karşılık halklar da, ordularla pazarlık yaparak taleplerini tam elde etmeden direnişi bırakmaları durumunda devrimlerinin çalınabileceğini düşünüyorlar. Bu açıdan Sudan’da kalabalıkların “Ya nasr ya Mısr” yani “Ya tam zafer elde ederiz ya da Mısır gibi oluruz” diye slogan atmaları dikkat çekicidir. Cezayir’de de Buteflika’yı istifaya zorlamak için Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı Ahmed Kayid Salih devreye girdi. Ama halkın tatmin olmadığını ve sistemin bütün demirbaşlarının gitmesi için gösterilere devam etmesi karşısında Genelkurmay Başkanı bu kez çağrısını halka yönelterek onu anlaşmaya ikna etme çabası içine girdi. Bu konuda da nasıl bir noktaya varılacağı hususunda henüz çok net bir şey söyleme imkânımız yok.
Bu iki ülke için nasıl bir yakın gelecek öngörüyorsunuz?
Sudan’da darbecilerin yapmak istediği ordunun kontrolünde iki yıl geçiş süreci belirlenmesidir. Ayaklanmacıların istediği ise ordunun siyasi süreçten tamamen çekilmesi, yönetimi tamamen sivil mekanizmaya devretmesi, kendisinin onu savunma ve güvenliği sağlama görevini yerine getirmesidir. Darbeciler her ne kadar silahın gücünü kullanarak eski yönetimi tasfiye etmeyi başardıysa da ayaklanan kitleler karşısında zayıf durumdadır. Bu zaafını Arap dünyasındaki dikta rejimlerinin desteğiyle telafi etmeye çalışıyor. Ama bu da onu bu rejimlere eli mahkûm hale getiriyor. Ayrıca Sudan’da kitlesel eylemler teşkilatlıdır. Meslek kuruluşları, düşünce kuruluşları ve muhalif partiler eylemleri organize ediyor. O yüzden Sudan’daki halk hareketi biraz daha güçlüdür. Cezayir’deki halk hareketi güçlü bir örgütlenmeye sahip değil. Ama Sudan’daki kitlesel hareketin başarı elde etmesi Cezayir’deki kitlesel hareketi etkiler ve daha kararlı bir tutum sergilemesine neden olabilir. Fakat Sudan’daki muhalif kitle daha karma bir topluluktur ve Batı açısından çok fazla sorun oluşturmayacak bir siyasi eğilime sahiptir. İçlerinde İslami eğilimli olanlar da var ama kendilerini harekete geçiren ortak sorun ekonomik problemlerdir. Liberal ve Batı’yla ilişkileri önemseyen bir yapılanmaya açık bir siyasi eğilime sahiptir. Cezayir’de İslami duyarlılık daha ağır basmaktadır. O yüzden Batı’nın bu iki kitleye karşı tutumunun da farklı olduğunu söyleyebiliriz.
Libya’daki gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz? General Hafter’in hedefi nedir, nasıl bir motivasyonla hareket etmektedir? Trablus Hükümetinin direnmesi ve ülkede birliği sağlamasını mümkün görüyor musunuz?
Halife Hafter, Libya’da Sisi modeli bir cunta yönetimini hakim kılmak amacıyla ortaya çıkarılmış ve Arap dünyasındaki dikta rejimleri tarafından desteklenen bir fitne hareketidir. Libya’da rejime karşı zafer kazanan kesimler daha sonra kendi içlerinde bir güç birliği oluşturamadıklarından Hafter geniş bir alanda hakimiyet kurmayı başardı. Onun askerlerinin çoğunluğunu da eski rejimin kalıntısı askerler ve Afrika ülkelerinden toplanan paralı militanlar oluşturuyor. Para ve hava gücü yardımı büyük ölçüde BAE ve Suudi Arabistan’dan, teçhizat desteği de Mısır’dan temin ediliyor.
Trablus’ta kontrolü ele geçirmek için daha önce iki kez darbe girişiminde bulundu ama başarılı olamadı. Bunların her ikisinde de Suudi Arabistan ve BAE tarafından yönlendirildiği çok açıktı. Son dönemde de Trablus’ta hakimiyeti ele geçirebilmek için geniş çaplı bir operasyon başlattı. Bu operasyonda Hafter’i Suudi Arabistan, BAE, Mısır, Rusya ve Fransa’nın yönlendirdiği ve desteklediği tahmin ediliyor. Ulusal Mutabakat Hükümeti güçleri kararlı bir direnişle onların ilerlemesini engellediler. Çünkü Hafter güçleri paralı askerler olduğundan hayatlarını riske atmaktan kaçınıyor ve böyle bir riskle karşı karşıya geldiklerinde ilerlemekten vazgeçiyor hatta teslim oluyorlar. Hafter de teslim olanların yerine yeni paralı militanlar buluyor.
Sonuç itibariyle Hafter’in Trablus kapılarına kadar dayanması çok tehlikeli bir durumdur. Çünkü o ilk olarak teşkilatını ülkenin en doğusunda Mısır sınırı yakınındaki Tobruk’ta kurmuştu. Trablus ise ülkenin en batısında Tunus sınırı yakınında yer alıyor. Trablus’tan sonra ikinci şehir durumundaki Bingazi’de ise kontrolü ele geçirdi. Sudan ve Cezayir’deki durum Mısır’ı etkilerse Hafter arada sıkışabilir. Ama Mısır’da Sisi cuntasının saltanatı sürerse Hafter de Libya’da bir kanayan yara olmaya devam edebilir. Ama Trablus’u ele geçirmesi de çok kolay olmayabilir.
İslam coğrafyasındaki halkların aleyhine tertiplenen fitne hareketleri ve darbe girişimlerinde öne çıkan bir aktör var: BAE. Bu küçücük ülkenin bölgede bu kadar etkili olmasını neye bağlıyorsunuz? Bu ülke tüm bu kirli işleri hangi amaçla irtikap etmektedir?
BAE bir mafya ülkedir. Bu kadar çok ortalığı karıştırmak, Arap Baharı’nda gerçekleştirilen devrimlerin kazanımlarını geri almak amacıyla ortaya çıkarılan fitne hareketlerini organize etmek için daha çok paranın gücünü kullanmıştır. Paranın gücünü kullanarak karanlık işleri organize etmekte kullandığı mafya liderlerini etrafında topladı. Bunların en meşhurlarından biri Muhammed Dahlan’dır. Mısır’daki Baltacı fitnesini organize etmesi için Muhammed Mursi’nin rakibi Ahmed Şefik’e Dubai’de bir merkez kurdurdu ve buradan söz konusu fitneyi sürdürenlerin paralarını gönderdi. Yani özetle söylemek gerekirse paranın gücünden yararlanarak mafya yöntemini kullanmak suretiyle bütün bunları gerçekleştirme imkânı buldu.
İslam coğrafyasının geleceğinde Suud-BAE-Mısır ekseninin mi, yoksa Türkiye-Katar ekseninin mi daha etkili ve belirleyici olacağını düşünüyorsunuz?
Bunların birincisi küresel güçlerin desteklediği diğeri ise küresel güçlerin tamamen gözden çıkarmadığı, yok saymadığı ama daha çok dikta rejimlerinden kurtulmak isteyen halkların desteklediği eksendir. Olaylar gidişatı belirleyecek. Halkların zaferleri ikinci eksenin öne çıkmasını sağlayabilir. Ama dikta saltanatlarının kazıklarını sağlamlaştırması durumunda birinci eksen biraz daha etkili olabilir. Bununla birlikte yine bir denge oluşabilir.
Suriye ve Yemen krizleri konusunda bir çıkış yolu görüyor musunuz?
Buralarda çıkış ancak işgal güçlerinin ellerini çekmesiyle ve halkların kendi özgür iradeleriyle hareket etme imkânı bulmalarıyla mümkün olacaktır. Ama görüldüğü kadarıyla işgal güçlerinden hiçbirinin ellerini çekmeye niyeti yok. Onları ellerini çekmeye zorlayacak bir güç oluşursa belki çıkış olur. Ama bunun da kısa vadede gerçekleşmesi pek mümkün görünmüyor.
Afganistan barış görüşmelerinin süresiz olarak ertelenmesi ne anlama geliyor? Afganistan’da nasıl bir çözüm mümkün olabilir?
Şimdiye kadar yapılan görüşmelerde bir anlaşmaya varılamaması ve ufukta da bir çözüm formülü görülmediği anlamına geliyor. Afganistan’da da çözümün tek yolu işgalin sona ermesidir.
“Yüzyılın anlaşması” dayatması, ABD Başkanı D.Trump’ın Kudüs ve Golan konusundaki desteği ve siyonist işgal rejimi başbakanının Batı Şeria’daki yerleşimleri ilhak konusundaki açıklamaları çerçevesinde Filistin meselesinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
ABD, siyonist işgali meşrulaştırma, Filistinlilerin yurda dönüş haklarını tamamen ellerinden alma ve bir bağımsız Filistin devleti kurulması hayalini zihinlerden silme amaçlı oyunlar oynamaya çalışıyor. Ancak Filistin’de Filistin direnişini yok sayan, Filistin halkının onaylamayacağı bir çözüm formülünün kalıcı bir çözüm formülü olarak görülmesi mümkün değildir.
Yüzyılın Anlaşması planı gerçekten tehlikeli bir plandır ve bunun hayata geçirilmesi için ABD önemli adımlar atmıştır. Arap ülkeleriyle işgal devleti arasında normalleşme sürecine hız kazandırmak için önemli girişimlerde bulundu. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını ilan ederek büyükelçiliğini buraya taşıdı. Suriye’ye ait olan Golan Tepeleri üzerindeki siyonist hakimiyeti tanıdığını açıkladı. Şimdi de işgal rejimi Batı Yaka’daki yahudi yerleşim merkezlerini İsrail toprağı ilan etmeye hazırlanıyor ve İsrail başbakanı Netanyahu bunu ABD’nin de tanıyacağını iddia ediyor.
Ama bir yandan da direniş, Ablukayı Kırma ve Büyük Dönüş Yürüyüşü eylemleri, Batı Yaka bölgesinde işgale karşı eylemler devam ediyor. Yüzyılın Anlaşması planının uygulamaya geçirilmesini engellemek için ulusal ittifak organizasyonları oluşturma çabaları da başladı. Bu da Yüzyılın Anlaşması’nın Filistinlilerle bir anlaşma değil onlara dayatılması istenen bir anlaşma olduğunu gösteriyor. Filistin direnişi bunu tanımayacak ve Filistinlilerin buna karşı direnişi devam edecektir.
İslam coğrafyasının mevcut şartları açısından, emperyalizm ve siyonizmin fiili işgallerine ve batıcı despot ve demokratik rejimlerin laik-seküler politikalarına karşı İslam’ın bir hayat nizamı olarak hâkim kılınması ve Ümmetin yeniden inşasını gaye edinen İslami direniş hareketlerinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Ben her zaman geleceğe ümitle bakmayı tercih etmişimdir. Her ne kadar önemli sıkıntılar yaşanıyor olsa da bugünün, ümmetin çatı kurumu durumundaki hilafet müessesesini kaybetmesinden sonra içine düştüğü durumdan daha iyi olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla geleceğin de bundan daha iyi olmasını ümit edebiliriz. Ama hiçbir şey kendiliğinden gelmiyor. Daha iyiyi hak etmemize vesile olacak çalışmaları da yapmamız gerekiyor.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *