Siyaset

Siyaset

Eskiler daha şâmil ve kısa bir ifadeyle siyaseti, ‘İnsanların umûru ile uğraşmak’ diye de tanımlamışlardır ki doğrudur. İnsanların umûru (işleri) ile uğraşmak da İslâm’ın vazgeçilmez bir rüknüdür ki belki bu rükün diğer rükünlere hayatiyet kazandırıcı bir rükündür. Zira İslâm başlı başına bir siyasettir. İslâm’ın iştigal alanı siyasettir.

Ercümend Özkan

İnsanların eşya ile ilişkilerinin başlamasıyla birlikte birbirleriyle de ilişkilerinin başladığını biliyoruz. Bekâ içgüdüsü insanı, içinde yaşadığı ortamda hayatiyetini devam ettirebilmesi için eşya ile ve insanlarla ilişkiye sevketmektedir. Bu dönemlerde insanın eşya ile ilişkisini iyi belirlemesi, eşyayı kullanmayı, ondan yararlanmayı öğrenmesi ve bunun kendine mahsus kurallarını bulması gerekiyordu. Meselâ insan, yiyecek ihtiyâcını nereden ve nasıl karşılayacağı müşkili ile karşılaşınca av ve avcılık denilen şeyi öğrenmek, avlanmayı öğrenmek zorunluluğunu duymuştur.

Bunun gibi yine insan, yükü olmuş taşıma gereği duymuş, işi olmuş bir yere gitme ve kısa sürede gidebilme gereği duymuştur. Bineğe ihtiyaç duymuştur. Gördüğü kadarı ile binit olabilecek hayvanlardan merkeb, deve, katır, at ve benzeri hayvanları gözüne kestirmiş ve bunlardan yararlanabilme imkânları araştırmış, bulmuştur da. Bunları yabanî halde iken yakalamış, evcilleştirmiş, ehlileştirmiş ve hizmetine koymuştur. Binekliğe sür’ati ve gücü ile en uygun bulunan At’a öncelik vererek onu terbiye etmeyi, bakımını, alacağı hizmetin devamlılığını sağlayacak sair gerekleri yerine nasıl getireceğini, ister istemez At’ı da tanıyarak, huyunu suyunu öğrenerek geliştirmiş ve biçimlendirmiştir. Evet Arablar bu işe Sin-Yâ-Sin harfleriyle teşekkül eden Siyâse (Siyâset) demişlerdir ki bugünkü dilimizde Seyislik olarak kullanılmaktadır.

Seyis kısaca at bakıcısı demektir. Öyle bir bakıcı ki atı at olmaya, kendisinden bekleneni vermeye hazırlayan kişi. Bunun gereklerini bilen insan.

Seyislik üzerinde durmamızın sebebi anlaşılıyor olmalıdır. Zira SİYASET, insanlar için aynı şeyleri yapma mahareti, mesleği olarak bu kelimeden ve bu anlamdan aktarılmış ve asırlardan beri kullanılmaktadır. Siyaset Arabça lügatlerde kök, huy, ahlâk, seciyye, güve, küf anlamlarına gelen ‘Sûse’ kelimesinin ‘Sevvese ve Siyâsetün’ fiili riyâset, başkanlık, idarecilik manalarına gelmektedir. Bir işi idare etmek, üzerine almak manalarındaki bu kelime hayvanları gütmek, çobanlık etmek manasına kullanılmaktadır. Hadiste ‘Benî İsrail’i Nebîler idare (siyaset) etti. Benden sonra ise Nebî gelmeyecektir…’ şeklinde kullanılan siyaset Kur’an’da kullanılmamıştır.

At için söz konusu olan anlam, hemen aynıyla insan yetiştirilmesi, yönetilmesi söz konusu olduğunda ortaya gelmektedir. Hemen herkes ilgilenmektedir siyasetle. Zira siyaset herkesi mutlaka ilgilendirmektedir. İnsan olan, yaratılışı gereği diğer insanlarla birlikte yaşamaya müsait şekilde vâredilmiş bulunduğundan, onlarla birlikte yaşayacaktır. Nasıl yaşayacaktır hemcinsleriyle, bunun yöntemi ne olacaktır, nasıl bulunacaktır ki kendisine uygulanacak olan yönetim biçimi ve bunun metodu onun tabiâtına uygun olsun, fıtratı ile çelişki arzetmesin ve sonuç olarak uyumluluk doğsun?

Bu sorun insanları hep meşgul etmiştir. Hemen bütün toplumlarda bu ana soruna ilgi duyulmuş, az ya da çok insan kendini bu işe vermiştir. Hattâ bir kısım insanlar bu işi meslek olarak seçmişler, kimi de teorilerini bulmaya ve geliştirmeye koyulmuştur. Bunun sonucu muhtelif siyasi teoriler belirmiş, geliştirilmiş, sistemleştirilmiş, felsefesi yapılmış, üzerinde münakaşalar olmuş insanlık tarihi ile birlikte bu gelişmeler üzerinde günümüzde daha da önemle durulma gereği duyulmuştur. İnsanlar bir arada yaşadıkça, nüfuslar çoğalıp arttıkça, problemler detaylandıkça siyaset (insanların idaresi işi) her geçen gün daha çok önemli olacak, kendisinden beklenen daha da artacaktır. Bir bakıma beraber yaşamanın ana esasları da diyebileceğimiz siyasi ilkeler, insanları daha büyük bir önemle ilgilendirecektir.

Eski Yunancada politika, siyaset karşılığı olarak kullanılıyor ve insanlar onunla meşgul oluyorlardı. Mısır, Sümer, Akad, Hind, Çin ve Eski Türklerde de siyaset insanları hep meşgul etmiş; ne olduğu, esasları, nasıl yapılması gerektiği ile ilgili sonuçlar çıkarılmış, kanunları belirtilmeye çalışılmıştır.

Siyaset tabiâtı yani gerçeği itibariyle otoriteyi -iktidarı- gerektirdiğinden, iktidarla birlikte mütâlea olunması da kaçınılmaz bulunmuştur. Hakimiyetin kime ait olacağı sorunu, siyasetin nasıl elde edileceği sorununu da beraberinde bulundurmuştur.

Hakimiyet neden ‘filân’a ait olmalıdır mes’elesi çok tartışmalara sebeb olmuş, insanlar bu tartışmaları yaparlarken daha çok insan vakıasını göz önünde bulundurmuşlar fakat bu gerçeği iyi kavrayamadıkları sürece de tesbitleri genellikle havada kalmıştır, insan gerçeği ile tetâbuk edememiştir. Zira insan ele alınırken onun kendi gerçeği gereği gibi kavranmadığı bir yana, içinde bulunduğu ortam, nereden vâr olduğu, nasıl vâredildiği, kendini Yaratan konusundaki muğlak düşünceler, insanı gerçeğine uygun olan yerine oturtamadığından, onunla ilgili tesbitler de insan gerçeği ile uyum sağlayamamıştır. ‘İnsan konuşan hayvandır’ tesbiti ile ‘İnsan yaratılmışların en şereflisidir’ tesbiti arasındaki gerçeklik farkı bile, insana tealluk eden değerlendirmelerin birbirlerinden çok farklı olmasını zorunlu kılmıştır. İnsan gerçeği ile ilgisi tesbitte anlaşılamadığı sürece de bu farklılıkların sürüp gitmesi kaçınılmaz olacak, sonuçta birbirinden çok farklı yerlere varılacaktır.

İnsan, düşünmeye başladığında kendini bir hazır dünyada bulmaktadır. Nedir, nereden gelmiştir, nereye gidecektir, hattâ gidecek midir gitmeyecek midir, herhangi bir yerden gelmemiş midir gibi ana soruların cevabları dosdoğru verilmedikçe, bulunmadıkça herhalde bu konudaki esas çözümlere oturtulacak, buna nisbetle daha tâlî sorunlar da gerçek çözüme kavuşamayacaktır.

Biz, düşünüyor, muhakeme ediyor ve sonuçta inanıyoruz ki insan yaratılmıştır. İnsan gerçeği buna işaret etmektedir. İhtimaller üzerinde duruldukça ya da onları ortaya koyup üzerinde düşününce görülür ki; insan ve diğer gerçeklerle ilgili vâr olma ihtimalleri şunlardır:

I. Ya varlıkları kendiliğindendir -vâcib- (spontane),
II. Ya kendi kendilerini yaratmışlardır,
III. Ya da bir başkası bütün varlıkları yaratmıştır.

Bu üç varlık ihtimali, varlık gerçeğinden hareket edilince önümüze çıkmaktadır. Birinci ihtimalin yani varlıkların kendiliğinden varoluşları ihtimalinin gerçekliği, bunların hududsuz olmaları gereğini beraberinde getirmektedir. İnsan, dünya, eşya ve diğer gezegenlere bakıldığında bunların tamamının sınırlı olduğu, sınırsızına rastlanamadığı hemen görülmektedir. Hayat gerçeği de bunu kanıtlamaktadır. Zira o da sınırlıdır. Bir insan için bakıldığında, başı ve sonu bulunanın, aynı cinsten olanların tümünün özelliği olduğu görülmektedir. Dünya da sınırlıdır, ay ile güneş arasındaki mesafeler sınırlı olduğu gibi herhangi iki gezegen arasındaki uzaklık da bellidir. Henüz bunu ölçememiş olmamız ve rakamlara dökememiş bulunmamız onların sınırsızlığını göstermeye yetmemektedir. Gözün göremediği asgarî mesafe ile, görebileceği en uzak mesafenin belli oluşu da görmenin sınırını teşkil etmektedir. Ezcümle kâinattaki bütün eşya sınırlıdır. Sınırlının ezelî ve ebedî (başlangıçsız ve sonsuz) olması düşünülemez. O halde insanın da eşyanın da varlığı kendiliğinden -vâcib yani başlangıçsız ve sonsuz- değildir. Bu ihtimal, gerçeklere tetâbuk etmemektedir.

İkinci ihtimal üzerinde durursak görürüz ki karşımıza bir şeyin aynı anda iki şey olması gereğini çıkarmaktadır; yani hem yaratıcı, hem de yaratılmış olmak ihtimali. Eşyanın hiçbirinde aynı anda iki şey olma özelliği bulunmadığını bütün eşya üzerinde deneyerek görmek mümkündür. Örneğin bir sigara tütündür, sigaradır, yanmaya başlaması daha sonradır ve bundan sonra yanan kısımlar kül ve duman olmaktadır. İnsan başlangıçta dünyada yoktur, sonra vardır ve sonra da ölmektedir. İki şey aynı anda aynı hacmi işgal edememekte, biri diğerine tekaddüm etmektedir. Bütün eşya için teker teker bu ihtimâli eşyanın gerçeğine uygulayınız göreceksiniz ki ne insan için ne de herhangi bir şey için aynı anda iki şey olabilme ihtimaline hiçbir şeyin gerçeği elvermemekte, imkân tanımamaktadır. Bu demektir ki ikinci ihtimal de eşyanın gerçeğiyle bağdaşmamaktadır.

Bir başkasının insanı ve eşyayı yarattığı ihtimaline gelince, bütün eşyada bu gerçeği bütünüyle görmek mümkündür. Zira her şey yaratılmış ve kendisine bir takım özellikler verilmiştir. Bu özelliklere eşyanın kaderi diyoruz.(1) Gözün kaderi görmektir. Güneşe verilen kaderin ise bulunduğu yerde kalıp ışık ve ısı neşretmek olduğu gibi. Ömür, hayat sahipleri için bir kader olduğu gibi, ölüm de bütün canlılar için bir kaderdir. Eşya için en uygun olan, kendileri için tayin olunan kaderdir. Nitekim dünya için tayin edilen güneşe uzaklık da onun bir kaderidir ve bu uzaklığın belirli bir mesafe oluşu, dünyada hayat vakıasına elveren en iyi bir kaderdir. Dünyanın güneşe şu anda bulunduğu uzaklıktan daha yakın halde bulunmasıyla ısı yüksekliği hiçbir canlıya hayat hakkı bırakmayacak dereceye varacakken, bilmem ne kadar uzakta bulunmasıyla da bütün dünyanın her yanının metrelerce buz tabakasıyla kaplanacağı ve yine hayat kalmayacağı hele günümüzde herkes tarafından bilinmektedir. Bilimin önyargısız araştırmaları ve vardığı komplekssiz sonuçlar, eşyanın tabiatının gerçekleriyle insanları karşı karşıya getirmektedir. Dünya ile ilgili olarak verdiğimiz bilgi de göstermektedir ki, dünya için tayin edilen güneşe uzaklık mesafesi ve üzerinde yürütülen yörünge onun için belirlenmiş en iyi kaderdir. Zira hayat vardır bu kaderde.

Bu örneğimiz de, diğer bütün eşya için söz konusu edilebilecek örnekler de göstermektedir ki, insan ve eşya yaratılmış ve onlara bir takım özellikler -kader- verilmiştir. Bu kader de onlar için en iyisidir. Üstün bir hesaplılığın, erişilmez bir kudretin tayin ettiği bir kader. İnsan ve eşyanın zorunlu olarak bir kader üzerine bulunduğu gerçektir. Bütün eşyada bunu görmek mümkündür. Her şeyi yerli yerince ve yeterince bilen, yaratan ve böylece kurduğu düzeni devam ettiren müdebbir bir Yaratıcı’nın varlığı, bütün varlıkların gerçeği ile gözlemlenmektedir.

Evet aynı Yaratıcı yarattıklarını onların kendilerini bildiklerinden daha da iyi bildiğinden, bilmesi Kendisine vâcib bulunduğundan, yarattıklarını yarattığı gibi bırakmamış, onlar için haberciler de göndermiştir. Yarattıkları içinde insan, diğerlerinden, kendisine verilen akıl ile üstün ve şerefli kılınmıştır. (Tin 95/4)

Akıl bir muhakeme vasıtasıdır. Düşünmek için bir lâzimedir. Bu muhakeme vasıtasının sahibi kılınan insan, aklı ile algılamalarını değerlendirecektir. İnsan olarak yaratılmış hemcinsleriyle birlikte veya yalnız yaşaması halinde neler yapması, nasıl yapması gerektiğini düşünecektir. Eşyaya bakarak; develerin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine ve yerlerin nasıl serildiğine bakacak ve düşünecektir. (Gaşiye 88/17-20) Bizim için yararlı şeyleri denizlerde götüren gemilerin nasıl yüzdürüldüğüne bakacak, nutfe iken can verildiğini düşünecektir. (Mü’minûn 23/12-14) Evet kendisini Vâreden’in Bir’liğini düşünecektir. Sonsuz kudretini düşünecektir. Kendisini, kendisiyle birlikte yaratılan özelliklerini, çevresindeki eşyayı, onunla ilişkilerini, kendi nefsi ile arasındaki alakayı düşünecektir. Ve tabii kendisini Yaratan’la ilişkilerini düşünecektir. Diğer insanlarla ilişkilerini, birlikte yaşayabilmek için neyi nasıl yapması gerektiğini düşünecektir. Zira akıl ona bunları düşünmek ve kendisine ulaşan doğruyu kabul etmek için verilmiştir. Doğru sözü işittiğinde kulak vermek için verilmiştir akıl. (Zümer 39/18)

Evet, dünyada insanları bir arada en uygun şekilde yaşatacak, yönetecek, yönlendirecek ve insan olmasının, yaratılmışların en şereflisi bulunmanın gereğince yaşatacak -insanca yaşatacak- esasları, kanunları düşünecektir. Bunları kimin koyması gerektiğini düşünecektir. Kim koyarsa, konulanların, tealluk ettiği eşyanın tabiâtına uygun olacağını düşünecektir. Her şeyin kendisi için en münasibini yaratanın, yarattıklarına en uygun düşen özellikleri verenin düzen koymadaki üstünlüğünü, tartışılmaz üstünlüğünü düşünecek ve kabul edecektir. Ki bu aklın, gerçeğine en uygun düşenidir.

Siyaset, insanları idare etme anlamında kullanılan siyaset, konu olarak insanı ve ona en uygun olan yönetimi bilmek ve bulup uygulamak işiyle meşgul olmak demektir. Bu konuyla uğraşanlara yardımcı nitelikli işleri iş edinmek demektir.

İslâm, insanların siyasetini belirleyen esas siyasi düsturlar vazeden, bunu kuvveden fiile çıkaran, uygulayan bir hayat biçimidir. İnsanların hangi kaidelere riâyetle nasıl insanca yaşayabileceklerini gösteren, bunu teoride bırakmayıp Peygamberimizin uygulamasıyla gerçek hayata indiren ve yaşanılabilirliğini gösteren bir sistematiktir. Yani Peygamber insanlara bir taraftan kendini Yaratan’a nasıl ibadet edileceğini, diğer bir tabirle ibadetin siyasetini öğretmeye gönderilmiş bir uygulayıcı görünümünde iken, diğer yandan Hukuk nedir, Hukukullah ve Hukukulibâd(kul hukuku)’ı belirlemiş ve nasıl pratize edileceğini göstermiştir. Örneğin bir mal hangi halde ve şekilde, kimden kime nasıl intikal ederse bunu Belirleyen’in râzı olacağı ve kendisi için de râzı olacağı bir çözüm vardır bu belirlenmiş ve ‘Bir kimsenin malı diğerine ancak onun rızası ile helâl olur’ denilmiş, esas vazedilmiştir. Mal üzerinde muhtaçların ve sayılanların hakkı bulunduğu bildirilen hak -Zekât- alınırken, sahibinin rızasına riâyet şartı istisnâi olarak aranmamıştır. Yani esaslar vazedilirken istisnâlar da belirtilmiş ve insanların karşılaşacağı müşkiller açık bırakılmadan çözümlere kavuşturulmuştur. Mâlî siyaset belirlenirken, ‘Ümmet’ten olmayanlarla ilişkilerin siyaseti -uluslararası ilişkiler- de belirlenmiştir. İdare edenlerin idare ediş siyaseti belirlenirken, idare olunanların mükellefiyetleri bir taraftan belirlenmiş, diğer yandan da kendilerini idare edenleri nasıl muhasebe, muhakeme ve idareden azletmenin esasları belirlenmiştir. Tek kişiden Devlet’e giden yol yaşanarak örneklendirilmiş, insanların ufku açılarak onlara bir yandan komşu hukukunun ne olduğu belletilirken, diğer yandan nasıl devlet olacakları öğretilmiştir. Öğretilen yalnızca kurbanın nasıl kesileceği değil, kurban etinin nasıl bölüştürüleceğidir de. Otoriteye sahip değil iken ona nasıl kavuşulacağı, Mekke döneminin -II. Akabe Biâtının akdine kadar ki dönem- yaşamıyla akıllar için sergilenirken, Medine’ye hicretten itibaren devlet olmanın gereklerinin yerine getirildiği gösterilmiş, Allah’ın hükümleriyle hükmedebilmenin otoriteye -iktidâra- ihtiyaç duyurduğu gösterilmek istenmiştir. Daha sonra, Devleti kuranın yerine kaim olacakların ‘Takva sahibi ve Devlet yönetmekte ehliyetleri bulunması’ gerektiği uygulamalarla ortaya konulmuş, devlet olma ve otoriteyi sürdürmenin, süreklilik kazandırmanın siyaseti belirlenmiştir.

İslâm, düşünce ve ondan ayrılmayan, onun cinsinden bir metoddan oluşmaktadır. İtikaddan ibadete, adaletten hükümete kadar bunun yolu -siyaseti- belirlidir ve Kur’an’daki teorinin yanında Resulullah(s.a.)’taki pratiğin muhtevasında bulunmaktadır. İslâm kendi dışından esas olarak herhangi bir şey ithal ve ikmâl gereği duymayan bir bütünlüğe sahiptir. (Maide 5/3) Bu bütünlüğü ile yeterlidir, öylesine yeterlidir ki esas itibariyle her şeyi açıklayıcı olarak gönderilen bir Kitab’a sahiptir. (Maide 5/15) Bütün mes’ele onu anlamak, hayatın gerçeklerine uygulamak ve yaşanan bir sistem olarak dipdiri hayatta tutmaktır. Kireçlenmesine meydan vermemek, eşyanın gerçeklerini kavrayarak canlılığını muhafaza etmek, insanların sorunlarını çözücülük vasfını ortaya çıkarmak, bütün insanların nazarlarına sunmak ve üstünlüğünün tartışılmazlığını görmelerini teori ve pratikte sağlamakla ancak onun insan fıtratı ve eşyanın tabiâtı ile uyumluluğu görünebilir ve gösterilebilir.

Siyaset insanların idaresiyle uğraşmak olduğuna göre, bu yolda düşünmekten, çare aramaktan uygulamaya kadar bir bütün olarak siyaset ve onunla meşgul olmak insan için elzem olduğu gibi Müslüman için de farzdır. Zira insanların yönetilmesi, yönetime ihtiyaç bulunması hayatın gerçeklerinin bir farzıdır. Bunun İslâm esaslarına göre düşünülüp, uygulamaya konulması ise bu farzla bütünleşen fakat Müslümanlar için yerine getirilmesi gereken bir farzdır. Farzı yer yer ‘olmazsa olmaz’ anlamında kullanıyoruz ki dindeki yerinde de bu anlam saklıdır.

Eskiler daha şâmil ve kısa bir ifadeyle siyaseti, ‘İnsanların umûru ile uğraşmak’ diye de tanımlamışlardır ki doğrudur. İnsanların umûru (işleri) ile uğraşmak da İslâm’ın vazgeçilmez bir rüknüdür ki belki bu rükün diğer rükünlere hayatiyet kazandırıcı bir rükündür. Zira İslâm başlı başına bir siyasettir. İslâm’ın iştigal alanı siyasettir. İnsanların ibadetten ticarete, komşu hukukundan aile efradına karşı mükellefiyetlerine, Ümmetin ortak malını gereğine uygun işletmekten alışverişe, giyimden aralarında çıkan ihtilafları çözmeye ve daha nelere kadar her şey insanların umûrudur. Bu umûr ise meşgul olmayı gerektirmekte, çözüme kavuşturulmaya muhtaç bulunmaktadır. Çözümün kendisine dayanacağı esasların belirlenmesine ve çözüm metoduna ihtiyaç vardır. Gerek esaslar gerekse metod, en uygun olarak bulunmalı ve uygulanmalıdır. Bununla uğraşmak ise siyasettir ve farzdır.

Günümüzde olduğu gibi daha önceki asırlarda da insanlar, umûrları ile meşgul olunmasına ihtiyaç duymuşlar ve meşgul de olmuşlardır. Resulullah (s.a.) insanların umûru ile meşgul olmuş ve bu umûru düzene koyacak kaideleri kendisine gelen vahiyle belirlemiştir. Vahiyde hem umûrun hal çareleri hem de bu çarelerin uygulama metodları gösterilmiştir. İslâm insanların umûrunu (işlerini) halledici, düzene koyucu ve koyduğu düzenleme ile de huzur verici niteliğiyle başlı başına bir bütün arzeder. Belirlediği siyasetin temeli ‘Allah’ı râzı etmek’ olmuştur.

Daha önceleri olduğu gibi günümüzde de insanlar bilerek ya da bilmeyerek, anlayarak veya anlamadan, az veya çok siyasetle meşgul olmaktadırlar. Günümüzde detaylandırılarak tarımdan ticarete, turizmden ekonomiye, meskenden enerjiye kadar her şeyde bir siyasete ihtiyaç duyulduğu, bir siyaset benimsendiği aktüaliteden bile takib edilir haldedir. O denli siyasetle meşgul olunmaktadır ki kimilerinin siyasetle meşgul olunmaması gerektiğini söylemesi ve öyle hareket ettiğini sanması da bir siyasetle meşgul olmadır, fakat sakat ve siyasetin gerçeğine uygun olmayan bir meşgul olmadır. Böyle düşünmenin her şeyden önce siyasetin ne olduğunu bilmemekten kaynaklanan veya buna muvâzî olarak yanlış anlamanın sonucu olduğunu belirtmek istiyoruz. Siyasetten uzak kalmanın taşlanan şeytandan uzak kalmakla eş anlamlı algılanması, olsa olsa siyasetin bizzat kendisi ile değil, onun yöntemlerinden, metodlarından bir metoddan şikâyeti kapsayıcı olduğunu düşündürtüyor. Zira her ideolojinin -dünya görüşünün, dinin- kendine göre belirlediği amellerin değer ölçüsü vardır. Örneğin Makyavelizm diye adlandırılan yöntemde ‘Gâye vasıtayı mübah kılar’ ölçüsü ile İslâm’daki ‘Gâye’nin mübahlığı ancak mübah vasıtayla sağlanır’ ölçüsü arasındaki fark siyasette de kendini göstermekte ve ulaşılacak gâyenin ne denli azîz olursa olsun, kullanılacak vasıtada da bu izzeti koruyacak özelliklere dikkat edilmedikçe, ulaşılan gayeye bir sürü rezillikle ancak ulaşılabilmekte ve gâyede de izzet kalmamaktadır. Zira ona ulaşıncaya kadar hemen her şey tersyüz edilmekte, nice değerler çiğnenmekte ve böylece de ancak varılsa varılsa rezil bir sona varılabilmektedir. Nasıl varılmasın ki, varılan yere (ulaşılan gâyeye) varıncaya kadar her şey mübah görülmüş, bütün değerler çiğnenmiş olarak varılmaktadır gâyeye. Bu durumda gâye nasıl ve ne şekilde yüceliğini koruyabilecektir, mümkün müdür onun yüceliğini her türlü alçaklıkla, rezillikle koruyabilmek?!

Şeytandan korunmakla, böylesi siyasetten korunmak arasında yapılan benzetme elbette makuldür. Lâkin siyasetin tümünü böyle bilmek, başka bir siyaset bilmemek ise aslâ makul değildir. Zira İslâm’ı tebliğ etmek siyasettir. Emr-i Bi’l Ma’ruf ve Nehy-i Ani’l Münker siyasettir, ‘Sizden bir ümmet (topluluk) bulunsun ve insanlara iyi ile emretsin kötülükten nehyetsin’ hitâbı siyasetin nasıl yapılacağını gösteren yöntemdir. Hacc da, namaz da, yeryüzünü ifsâddan alıkoymaya çalışmak da siyasettir.

İslâm kendi düşüncesini gerçekleştirici metodu da kendisi koyduğu ve bir insicam bulundurduğu için onun siyasetinde ne metod olarak ne de düşünce olarak bir bozukluk, çelişki, çirkinlik yoktur. Çirkinlik ancak İslâm düşüncesini İslâmi olmayan metodlarla uygulamaya koyabileceğini sananların anlayışından kaynaklanmaktadır. Çarpıklık buradan gelmektedir. Makyavel’in metodu ile İslâm gerçekleştirilemeyeceği, yaşanamayacağı gibi Marks’ın metodu ile de gerçekleştirilemez. İslâm demokratik bir düzen olmadığından, demokrasi ile İslâm getirilmeye veya yaşanmaya çalışılırsa çarpıklık buradan kaynaklanmaktadır. Sosyalizm ile İslâm birbirinden çok farklı şeyler olduğundan bir İslâmi düşünce sosyalist bir metodla gerçekleştirilemeyeceği gibi, sosyalist bir düşünce de İslâmi bir metodla gerçekleştirilemez. Eğer bu yapılmaya teşebbüs edilirse ortaya çıkan görüntü çirkinleşmektedir.

Ticaretin özel kaidelerini özel ilişkilere uygulamanın da çarpık sonuçlar verdiği gibidir ortaya çıkan durum. Komşu hukukunun kaideleri ile akrabalık ilişkilerinin hukuku da birbirine karıştırıldığı, biri diğerinin yerine kullanıldığında yine çarpıklıklar çıktığı gibi, sulh zamanının hükümleri ile harb hukukunu da karıştırmanın insanı, Müslümanı içinden çıkılmaz çıkmazlara soktuğu görülmüştür. Soğuk harb ile sıcak harb bile genelde harb olmalarına rağmen, hukukunun farklılığını göz önünde bulundurmadan birbirine karıştırıp biri içinde iken diğerinin hukukunu uygulamak da insanımızı çıkmazlara sokmuş ve sokmaktadır. Velhâsıl her şeyi yerli yerinde bilmek ve birbirine karıştırmadan ait oldukları yerde uygulamakla ancak sonuca ulaşılabilmektedir. Tabii ki sağlıklı sonuçlara ulaşabilmekten söz ediyoruz.

Biz Resulullah (s.a.)’ın ‘tek kişiden devlete giden yol’da neyi nasıl yaptığını anlamaya bakalım. Şöyle kısa fakat öz halinde de olsa Onun siyasi hayatının anektodlarını vermeye çalışalım. Bu suretle, Müslüman olarak siyasi tavırlarımızın nasıl olması, ne şekilde hareket etmemiz gerektiği de ortaya çıkacaktır.

Resulullah(s.a.)’a ilk vahiy geldikten itibaren başlayarak Medine’ye kendisinin de hicreti ile belirli bir dönemi tamamlanan ve sonrasıyla da devam eden yaşamını ana hatlarıyla ele alarak siyasetin ne demek olduğunu anlatmaya çalışalım. Bizler için ‘güzel örnek’ bulunduğu bildirilenin hayatından bunu anlamaya çalışalım. Bir takım tasnifler yaparak konunun hem hatırda tutulması kolaylaştırılmış olacak, hem de anlaşılması ve başkalarına da anlatılması kolay olacaktır.

I. Hz. Muhammed’e ilk vahiy geldiğinden, bunun vahiy olduğuna kesin olarak inandığı zamana kadar geçen süre.

Bu sürede Hz. Muhammed gerçekten tereddüt geçirmiş, kendisine gelen şeyin Şeytan’dan mı, Allah’tan mı olduğu konusunda endişe, tereddüt sahibi bulunmuştur. Bu endişesini hem arkadaşı hem de hanımı ağırbaşlı, ciddi bir kadın olan Hz. Hatice ilk planda gidermeye çalışmış, kendisi ile de kalmayarak amcazâdesi Varaka’ya alıp götürerek, kocasının başına gelen halden ona da sormuş ve Kureyş’in içinde nâdir rastlanan İncil ve Tevrat’ı okumuş haniflerden olduğu söylenen Varaka’yı da dinleyen Hz. Muhammed, kendisine gelenin Rabb’inden olduğu konusunda daha bir rahatlamıştır, emin olmuştur. Geniş bilgiler siret kitaplarında bolca bulunduğundan biz burada tafsilâta geçmiyor, yalnızca satır başları gibi bilgiler vermeye çalışıyoruz.

Demek ki bu safha, insanın taşıdığı tebliğin doğruluğuna önce kendisinin inanması gerektiğini gösterir safhadır dersek isabet etmiş oluruz. Aklen de naklen de başka türlü olması yani inanmadığı bir şeyin dâîliğini yapması bir insan için olacak şey değildir. Samimiyetsizlik olur ve devamlılık arzetmez.

II. Taşıdığı tebliğin kesinkes doğruluğuna inanan insanın bu tebliğini topluma iletmesi ve benimsetebilmesi için tebliğin mahiyetine yatkın gördüğü kişilerle konuşup, onları da kazanarak taşınan tebliği topluma birlikte mâletme çabasına girme süresi.

Bilindiği gibi, bir fikir hiçbir zaman tek bir insan tarafından bir topluma mâledilememiştir. O insan Peygamber de olsa durum değişmemiştir. Zira Allah’ın sünneti böyledir. Peygamberler ise bu sünnete rağmen iş yapan kimseler değiller, bilâkis bu sünnetleri tanıyarak gereğine göre hareket eden kimselerdir. Nitekim bakıldığında kimi peygamberin havarisi, kiminin de sahabesi olduğunu görmüyor muyuz?

Bu bilinmelidir ki arkadaş ancak güven vererek kazanılır. Korku doğurarak, tehdid ederek ya da menfaat sağlayarak bir fikre arkadaş, sahib, havari bulunmaz, bulunamaz. Bu yol ile bulunacak arkadaş olsa olsa mafya türü amaç taşıyanlar için bulunur. İslâm’ı taşımak ise mafyacılık değildir. İslâm, insanlara insan olduğunu, insanca yaşamayı belletmek üzere gönderilmiştir. İnsanca yaşamak ise insanın Yaratıcısını, hilkatini bilmek ve O’na kulluk edebilmenin yolunda bulunmakla mümkündür.

Bu safhaya, günümüzün çok kullanılan tabiri ile ‘kadrolaşma’ safhası da denilmektedir.

Bu safha, ister istemez insanın tanıdıkları arasında, taşıdığı fikre en yakın bulduklarından, mütemayil gördüklerinden başlamaktadır. Tamamen tersini düşünseniz bile, bu başlama tarzında bir değişiklik göremezsiniz. Bir örnekle açıklamak istersek görürüz ki örneğin bir grup insan içinde birisi hırsızlık yapmayı düşünse, öncelikle tanıdıkları içinde, yapmayı düşündüğü hırsızlığa kendisi ile birlikte geleceği kanaatını taşıdığı insana ilk olarak bu fikrini açacaktır. Neden böyle yapmasın ki, tanıdıklarından en dürüstüne hırsızlık yapmak ve yardımcı olmasını istemesi halinde o, kendini bu fikirden daha ilk adımında vezgeçirmek isteyecek değil midir?

Hangi fikir olursa olsun, eğer tek kişi ile gerçekleştirilecek bir düşünce değilse ister istemez tanışılan düşünceye yatkın görülenler arasından yardımcı aranacaktır, uzak bulunanlardan değil. Nitekim Resulullah (s.a.) da tanıdıkları arasında ciddi bir insan olan hanımı Hz. Hatice’den başlayarak, en iyi anlaşageldiği Hz. Ebu Bekir’e açmıştır bu fikrini, yani kendine geleni, öyle değil mi?

Ne var ki dikkat edilecek husus zahirî yatkınlıklar olmayıp derûnî (ciddi, samimi) yatkınlıklar nazara alınmalıdır. Aksi halde aldanmalar olacak ve hüsran hâsıl olacaktır. Bu safha, düşünce ve metodun iyice tanınması, bilinmesi ve kesinkes inanılması safhasıdır. Zira ileride karşılaşılacak güçlükleri göğüsleyecek olanlar, gerektiği şekilde kendilerini hazırlamamış olurlarsa mutlaka büyük yenilgiler, yanılgılar, inkisarlar hâsıl olacak ve hezimet de kaçınılmaz bulunacaktır. Buna meydan vermemenin tek yolu ise her şeye rağmen, karşılaşılacak güçlüklerin Allah’a sığınarak hepsine göğüs gerebilme yeteneğinin kazanılmasıdır. Bu bir yerde ‘olmazsa olmaz’ cinsinden bir şeydir. Öyle gün olacaktır ki yalnız hem de yapayalnız kalacak ve tecrit olunacaktır düşüncenin sahipleri.. İşte bu yalnızlıkla dahi onlar Allah’a gurbetleri ile kendilerini yalnız hissetmekten korunacaklar, inkisar yerine ümit taşıyacaklar, yılgınlık yerine azim ve sebatları bilenecek, kendilerine ne yapılırsa yapılsın kendileri yalnızca İslâm’ın kendilerinden istediği gibi olmayı şaşmadan sürdürebileceklerdir. İslâm öyle bir şeydir ki onu yaşayan aslâ yılgınlık duymaz. Allah’a gerçekten tevekkül eden kesinlikle başka vekil edinmek gereğini hatırına bile getirmez. Kendisine yapılan hiçbir kötülük onu aynıyla ya da daha değişik bir kötülükle cevaplamaya meylettirmez. Kendi malı alınır lâkin o başkasının malını almaz. Kendine hakaret edilir lâkin o hakaret edene bile hakaret etmez. Kendisine zulmedilir lâkin o kimseye zulmetmez. Zira o bilir ki kendisi bir Müslüman olarak korunması gereken değerleri korumakla yükümlüdür. Kendisi de bozulur ve kendisine yapılan bozuklukları o da başkalarına yaparsa bu değerler yeryüzünden kaybolur. Bu takdirde ortada değerler kalmaz ve günün birinde imkân sahibi bulunsa da yeryüzünde ikame edeceği bir değer kendisinde de kalmaz. İşte bu hâl mahvolmuşluğun hâlidir. Resulullah’a bakınız: Kendisine ve kendine inananlara yapılanların hiçbirine aynıyla değil, ancak İslâm’ın kendine ta’lim ettiği ile mukabele etmiştir. Medine’ye hicret edenlerin mallarına, evlerine gözlerinin önünde el konulmuş, lâkin o Medine’ye giderken elindeki emânetleri bir bir sahiplerine iade ederek gitmenin çarelerini bulmuş ve uygulamıştır. Dememiş ve yapmamıştır ki bu müşrikler Müslümanların mallarına el koyuyorlar, ben de onların bendeki mallarını alıp Medine’ye götüreyim de bari yaptıklarının bir kısmına karşılık olsun ve hiç değilse onlara birkaç günlük geçim olsun. Yapmamıştır Resulullah bunu, düşünmemiştir bile.. Dikkatlerinizi çekmek istiyoruz, Müslüman olarak kimi örnek alacaksınız? Resulullah’ı ise, O böyle yapmıştır. Size de öylesi düşer. Başka türlüsünü yapmayı düşünen ve yapanlardan ise elbette Allah’ın Resulü berîdir. Bu böyle biline..

Bu süreç kesinlikle efkâr-ı umumiyyeyi kazanma, lehine çevirme sürecidir. Şimdiki tabiri ile Kamuoyu kazanma süreci. Kamuoyu o demektir ki, ona rağmen düşünenler (kemiyet bakımından) çok olsalar bile ona karşı gelemezler. Yani kamuoyuna rağmen bir şey yapılamaz, yapılsa da tutmaz. Hâkim kanaat manasına da kullanılan kamuoyu, ağırlığını herkesin üzerinde hissettiği genel kanaat demektir. Genel kanaat ise, mutlaka çoğunluğun sahibi olduğu kanaat manasına olmayıp, çoğunluğu etkisi altında tutan kanaat demektir. Bu dönemde kamuoyu kazanmak ve buna dayanarak otoriteye ulaşmak için çalışılır.

Bu dönemde hüküm uygulama imkânı bulunmadığından yetkisi de yoktur. Bu sebeble kimsenin gerek kendi aralarında, gerekse ferdî olarak şu veya bu şekilde hüküm vererek onu uygulamaya koyması da câiz değildir. Müeyyide anlamına gelecek şekilde kullandığımız hüküm uygulamadan kaçınmak, uzak durmak gerekir. Zira hüküm uygulamak sulta sahibi bulunmayı gerektirir ki bu yetki yalnızca devlete yani hakiki sulta sahibine aittir. Devletin dışında herhangi bir sulta sahibi yoktur ve olamaz da. Olur veya bulunursa, devlet içinde devletlik söz konusu olur ki mevcut devletin, otoritesinin tartışılmaya başlandığı anlamına gelir. Buna son vermek gereklidir.

Gösterilecek gayretle doğru orantılı olarak bu süreç kısalır veya uzar. Lâkin bilinmelidir ki öncelikle sürece ömrünü kazandıran, sürecin gerekleridir. Bunlara riâyet gerekir. Riâyet edilmezse sonuç alınamaz veya ortaya çıkacak sonuç başlangıçta hedeflenenden başkası olacaktır. Ki istenilen de bu değildir.

Her hâl ve kârda, helâl ve harama riâyet etmek, kimsenin malına, canına, ırzına Allah’ın koyduğu hudutları aşarak zarar vermemek gerekir. İslâm, mutlaka korunması gereken değerlerin toplamıdır. Bu değerler korunmadıktan sonra neye ulaşılırsa ulaşılsın, nasıl ulaşılırsa ulaşılsın demenin bir anlamı yoktur ve olamaz. Bize Allah’ın Resulü bunun nasıl gerçekleştirilmesi gerektiğini fiilen öğretmiştir. Evinde başlayarak belirli bir süre devam eden tebliğinin ikinci ana safhası, Ebû Kubeys’in eteklerinde Kureyş’i etrafına kendisini dinlemek üzere çağırmasıyla başlamıştır. Ve tâ II. (bir diğer tasnife göre de üçüncü) Akabe Biâtı’na kadar sürmüştür. Bu Akabe Biâtı başlı başına bir olaydır ve mutlaka anlaşılması gerekmektedir. Kaynaklara bu nazarla bakılmasını ve konuyu anlamaya çalışmayı zaruret olarak görürüz.

II. Akabe Biâtı ile Resulullah’ın Medine’ye göçeceklerin en sonuncusu olarak gittiği güne kadar geçen süre pek kısadır ve üç ay civarındadır. Fiilî otorite teşekkül etmiş ve otoritenin de başı hükümleri uygulama konusunda anlaşmaya varılan insanların başına varıp ulaşmıştır artık.

İşte bu dönem yeni bir dönem olup devlet olma dönemidir.

III. Devlet olma dönemi

Bu dönem fiilen II. Akabe Biâtı ile başlamıştır denilebilir. Devlet olmaya resmen ve fiilen karar verilen ve idare edecek ve edileceklerin müşterek rızaları ile bilfiil gerçekleşen bu biât (Devlet olma kararı) ile üzerinde hakimiyetleri bulunan topraklarda toplanmaya başlanılmış ve devletin başının da gelmesi ile kuruluş fiilen tamamlanmıştır. Pek küçük bir varlık şeklinde de olsa teşekkül eden yeni devlet, başında Resulullah’ın bulunduğu, Allah’ın hükümleriyle hükmedilen, komşularıyla da ilişkilerinde yine aynı hükümlere göre anlaşmalar yapma yetkisini taşıyan bir devlet. Küçük bir coğrafyada da kurulsa iktidar, halk ve toprak unsurları üzerinde yükselen bir devlet.

Bilindiği gibi bu devlet ilk iş olarak Medine’nin yerlisi olan henüz Müslüman olmamış bazı Arablar ve belli başlı üç büyük (nüfusu çok ve organize halde anlamında büyük) yahudi kabilesi ile 47 maddelik bir anlaşma yapmış ve bu anlaşmada karşılıklı haklar belirlenmiş, mükellefiyetlere yer verilmiş, bir takım problemlerin nasıl çözümleneceği aydınlığa kavuşturulmuştur. Bu anlaşmanın bir kısmı iç hukuk kaideleri denilebilecek kaideler iken diğer bir kısmı da devletler arası hukuku ilgilendiren kaideler olarak görülmelidir. İyi komşuluk anlaşması gözü ile de bakmak bir takım hükümlerine, konuyu açıklığa kavuşturucu olacaktır. Nitekim üç yahudi kabilesi ile ilgili hükümler bu tür sorunları kapsamına almaktadır.

Adı geçen bu 47 maddelik sözleşme ile bir yandan iç hukuk esasları belirtilirken, diğer yandan başka devletlerle ilişkiler (uluslararası ilişkiler) tesbit olunmuş, bunun hukuku tesbit olunmuştur. Yani genelde bir hukuk tesbit olunmuş ve bu hukuka riâyet sağlanmaya çalışılmıştır. Günümüzde buna ‘hukuka tâbi devlet’ anlayışı denilmektedir. Yalnızca tabir olarak benzerlik gördüğümüz fakat ‘hukuka tâbi devlet’ denildiği halde, Hukuk Devleti denildiği halde hukuku tanımamayı hukuk edinmişleri kastetmediğimizi hemen belirtmek isteriz.

Devlet haline gelme dönemi kesif olarak ahkâm âyetlerinin de nâzil olduğu dönemdir. Nitekim kıtal âyeti de Medine’de nâzil olmuştur. Devlet düzenine tealluk eden sâir âyet de kezâ Medine’de nâzil olan âyetlerdir.

Allah’ın Resulü’nün siyasi hayatını böylece pek genelde de olsa özetlemiş olduk. Üç ana bölümde vermeye çalıştığımız ve pek az olayı açıklayıcı olarak zikrederek konuyu aydınlatmaya çalıştığımız dikkatlerinizi çekmiş olmalıdır. Bilinmesi gereken daha birçok detay vardır. Bunları ise Kur’an’ı ve Peygamber’in hayatını bütün tafsilâtı ile defaatle okumak ve mütâlea etmekle edinmek kâbildir. Yazımızın sonunda konumuzu ilgilendiren ve daha teferruâtlı bilgi edinilecek olan, yararlanılan kaynaklardan bazılarının bir listesini ilave ettik. Umulur ki hiç değilse bazıları olsun mütâlea olunsun ve gerçekten konuya ilgi duyuluyorsa bilinmesi gerekenler öğrenilsin. Bilinmeden de hiçbir şey yapılamayacağı bilgisi bari bilinsin.

(1) Furkan 25/2, Ahzâb 33/38, Kamer 54/49, Talâk 65/3, A’Iâ 87/3

YARARLANILAN KAYNAKLAR

* Kamu Hürriyetleri; Prof. Münci Kapanî, A.Ü. Hukuk Fakültesi Yayınları 392, Beşinci Baskı, 1976, ANKARA

* Siyaset Bilimine Giriş; Prof. Bülent Dâver, Kalite Matbaası, Dördüncü Baskı, 1976, ANKARA

* Siyasetnâme; Nizâmülmülk, İ.Ü. Hukuk Fakültesi, İdare Hukuku ve İdare İlimleri Enstitüsü Yayınları, Birinci Baskı, 1954, İSTANBUL

* Mukaddime; İbn Haldûn, M.E.B. Devlet Kitapları, İkinci Basılış, 1968, ANKARA

* İslâm’da Devlet İdaresi; Muhammed Hamidullah, Nâşiri Mürşid Çantay, Birinci Basılış, 1963, İSTANBUL

* Ahkâm’üs-Sultâniyye; El Mâverdî, Bedir Yayınevi 113, Birinci Baskı, 1976, İSTANBUL

* Kitâb’ül Harâc; Kadı Ebu Yusuf, İ.Ü. İktisat Fakültesi, Maliye Enstitüsü 45, 1970, İSTANBUL

* İbn Haldûn’un Metodu ve Siyaset Teorisi; Ümit Hassan, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları 405, 1977, ANKARA

* Siyasi Partiler; Maurice Duverger, Bilgi Yayınları, İkinci Basım, 1974, ANKARA

* Politika; Aristoteles, Remzi Kitabevi, Birinci Baskı, 1975, İSTANBUL

* Devlet; Eflâtun, Remzi Kitabevi, İkinci Baskı, 1971, İSTANBUL

* Siyasi İnsan; Seymour Martin Lipset, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Siyasî İlimler Serisi 8, Birinci Baskı, 1964, ANKARA

* Uluslararası İlişkiler Kuramı ve Dünya Siyasal Sistemi; Kenneth Waltz – George H. Quester, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları 510, Birinci Baskı, 1982, ANKARA

* Uluslararası Politika; Prof. Mehmed Gönlübol, S. Yayınları, İkinci Baskı, 1979, ANKARA

* Din ve İdeoloji; Prof. Şerif Mardin, İletişim Yayınları, İkinci Baskı, 1983, ANKARA

* Politika Sözlüğü; Aşukin – Butirsky – Veber – Davidov – İlina – Kirillova – Lenin – Lukovtseva – Struve – Yunin, Sosyal Yayınları, 1979, İSTANBUL

* Dünya Politika Ansiklopedisi; Ahmed Angın yönetimindeki bir heyet tarafından hazırlanmış, 1967’de İstanbul’da basılmıştır, Kitapçılık Ltd. Şti. Yayını

* Politika ve Ekonomi – Politika Sözlüğü; Bulgaristan’da bir heyet tarafından hazırlanmış, Yeni Yayınları, 1978, İSTANBUL

* Baskı Gruplarının Siyasal İktidarla İlişkileri; Dr. Mehmed Akad, İ.Ü. Hukuk Fak. Yayınları 479, 1976, İSTANBUL

* Siyasal Düşünceler Tarihi; George Sabine, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayını 16, 1969, ANKARA

* Devlet Sistemleri; Prof. Esat Çam, İ.Ü. İktisat Fak. Yayınları 381, 1976, İSTANBUL

* Siyasal Sistem ve Siyasal Davranış; Dr. İlter Turan, İ.Ü. İktisat Fak. Yayınları 389, 1977, İSTANBUL

* Siyasal Partiler; Ergun Özbudun, A.Ü. Hukuk Fak. Yayını 409, 1977, ANKARA

* İslâm’da Siyasi Düşünce ve İdare; Harun Han Şirvânî, İrfan Yayınevi, 1965, İSTANBUL

* İslâm Devletinin Rükünleri; S. Haşıroğlu, İslâm Neşriyâtı, 1980, ANKARA

* İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri; Dr. Salih Tuğ, İrfan Yayınevi, 1969, İSTANBUL

* İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı; Dr. Salih Tuğ, A.Ü. İlâhiyât Fak. Yayınları 50, 1963, ANKARA

* Devlet ve Din; Prof. Çetin Özek, Ada Yayınları, İkinci Baskı, 1983, İSTANBUL

* Resulullah’ın İslâm’a Davet Metodu; Ahmed Önkal, Hayra Hizmet Vakfı Yayınları 11, 1981, KONYA

* İslâm Hukukunda Milletlerarası Münasebetler ve Ülke Kavramı; Dr. Ahmed Özel, Marifet Yayınları, İslâmî Araştırma Serisi 10, 1982, İSTANBUL

* Meydan Larousse; Politika ve Siyaset Maddeleri (Cilt 10-11)

* Halkla ilişkiler; Alaeddin Asna, 1 Cilt, Başaran Matbaası, İkinci Baskı, 1974, İSTANBUL

* Tarih Boyunca Politika; Attila Tokatlı, 1 Cilt, Hürriyet Yayınları, 1. Baskı, 1980, İSTANBUL

* Dünyada İlk Yazılı Anayasa; İslâm Anayasası; Doğan Güneş Yayınları, 1. Baskı, 1965, İSTANBUL

* İslâm Teşkilâtı; Koca Emirzâde, Haz. Melih Yuluğ, 1. Baskı, 1980, İSTANBUL

* İslâm’da Devlet İdaresi; Muhammed Hamidullah, Çev.: Kemal Kuşçu, 1. Cilt, Ahmed Said Matbaası, 1. Baskı, 1963, İSTANBUL

* İslâm Devletler Hukuku (Siyer-i Kebîr); İmam Muhammed, Çev.: M. Said Şimşek – İbrahim Sarmış, 1 Cilt, Evs Yayınları, 1. Baskı, 1980, İSTANBUL

* Kitab’ül Emvâl; Ebû Ubeyd, Çev.: Cemaleddin Saylık, 1 Cilt, Düşünce Yayınları, 1. Baskı, 1981, İSTANBUL

(İktibas, sayı 73-74-75)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *