Prof.Dr. İhsan Süreyya Sırma, 7 yıl evvel verdiği bir röportajda “Müslümanların bir derdi vardı. O derdi yok oldu. Derdi olmayan seküler olur. Gider gezer, yer, yaşar” diyordu.
Prof. İhsan Süreyya Sırma uzun yıllar ders verdiği Viyana’dan 2010 yılında döndükten sonra, 2011’de Yeni Şafak’tan Emeti Saruhan kendisi ile bir mülakat gerçekleştirmişti. Sırma o röportajında, artık eskisi gibi kitap okunmadığından şikayet ederken, asıl vurgusu ise Müslümanların haline ilişkindi. Müslümanların kendilerine ‘dertli’ hissetmediğini söylüyordu Sırma.
İşte o röportaj:
Sultan Abdülhamit’le ilgili çok çalıştınız. Ona karşı bir önyargı var sanki?
Sadece Sultan Abdülhamit değil tarihimizin tamamına karşı öyle. Belli bir dönem tarihimize ve dinimize mesafeli duruldu. Hatta yasaklandı, gerçek tarih öğretilmedi. Abdülhamit, Batılıların etkisinde kalarak Kızıl Sultan diye öğretildi. Ben doktorayı bitirip Türkiye’ye dönünceye kadar üniversitelerde Kızıl Sultan’dı. Asistanlığımda tarih kongrelerinde Abdülhamit’le ilgili tebliğ sununca tuhaf bakıyorlardı. Herkes nefret ederdi. Ama Allah’a şükür, tebliğ suna suna, hepsi belgelere dayalı, Abdülhamit bir canavar olmaktan çıktı.
Üniversitelerde şimdi nasıl yaklaşım?
Şimdi çok daha iyi, en azından üniversitelerde Kızıl Sultan demiyorlar. Ermeni bir tarihçi Kızıl Sultan Abdülhamid diye bir kitap yazdı. Bizim ittihatçılar ve Jöntürkler mal bulmuş mağribi gibi sarıldılar. Kızıl Sultan olarak ders kitaplarına girdi. Halbuki Sultan Abdülhamid bizim yapamadığımızı yaptı. Moritus Güney Afrika’ya uçakla 4 saat mesafede bir adacık. Sultan Abdülhamit o adaya bile adamlarını göndermiş. Bu kadar büyük bir adamdı. Onun da hataları vardı. Ama bana göre Osmanlı sultanları arasında “number one”dır.
Abdülhamit uyanıktı
36 sultan içerisinde hakkında lehte veya aleyhte en çok kitap yazılmış sultanın Abdülhamit olma sebebi ne sizce?
Abdülhamid uyanık bir adam. Eğer İslam ülkelerinde uyanık bir adam çıkarsa Batılılar bunu sevmez. Doktora hocam Paris’te bir gün dedi ki “Senin bu sultanın bastonunun ucunu Karadeniz’e sokar ama Akdeniz bulanır.” Böyle siyasi bir liderdi. Çin’de onun adına Pekin Hamidiye Üniversitesi açıldı. Bunu Fransız arşivlerinde dünyada ilk kez ben buldum. Yazdım. Sonra bir arkadaşım Çin’e davet etti. Gittim aradım buldum. O üniversite şimdi cami olarak hala faaliyette. Kolu oraya kadar uzanıyordu.
Doktoranız, doçentliğiniz ve profesörlüğünüz, Sultan Abdülhamid ile ilgili. Eşiniz Abdülhamid’e “kumam” diyormuş?
Bir gün evde hadi sizi gezmeye götüreyim dedim. Fatih’ten, Büyükşehir Belediyesi’nin önünden Kapalıçarşı’ya, oradan Cağaloğlu’na gittik. Çemberlitaş’ın orada eşim çocuklarıma dedi ki “Hadi gidip kumama bir Fatiha okuyalım”. Çocuklar şaşırdı kuman kim anne diye. “Sultan Abdülhamid burada yatıyor” dedi. Abdülhamid’le çok uğraştım ama daha ziyade Rasulullah’la ilgilendim. Onun hayatıyla ilgili kitaplar yazdım.
Övmek de yermek de tarihçilik değil
Türkiye’de son dönemde tarihe büyük bir ilgi gözleniyor. Bu ilgiyi nasıl görüyorsunuz?
Tarih asla bir apoloji, methiye olmamalı. Atalarımız hep aku-pak değildi. Övmek de yermek de tarihçilik değildir. Doğru olanı söylemek gerek. Türkiye’de bir kısım sadece kötülüklerini, bir kısım sadece iyiliklerini söylüyor. Dizilerde ise sanki tarihle dalga geçiliyor.
Büyük Doğu’da fiilen çalıştınız. Edebiyat ilginiz nereden?
Büyük Doğu Fikir Kulübü’nde çalıştım. Edebiyatı seviyorum. Ortaokul, lisedeyken klasikleri okurdum. O zaman şiir falan yazardık.
Evet şiir maceranız da var. Şair değilim diyorsunuz ama kitaplarınız var?
Şair değilim tevazu olsun diye de söylemiyorum. Viyana’da bir şey oldu. Yeni bir laptop almıştım. Peygamber Efendimizle ilgili bir şey yazayım dedim. Beyit olarak çıktı. 2-3, sonra baktım gidiyor. Bir Ramazan’da çıktı. “Sen geldin” diye bir kitap oldu. Gurbette olunca buradaki olaylarla ilgili bazı dizeler yazıyordum o da “Halname” diye bir kitap oldu. Ama esas edebiyatla ilgili yönüm seyahatnameler.
Müslümanlar çok ezildi
Evet çok seyahat ediyorsunuz. Nasıl bir motivasyonunuz var?
Kendi paramla gidip seyahat edecek gücüm yok ama konferanslara davet ediliyorum. O gezi sırasında ilk intibalarımı yazıyorum. Bazen notlar da alıyorum. Geceleri onu yazıyorum. Bu şekilde 6 tane kitap oldu.
Bahsettiğiniz gibi Peygamberimizi anlattığınız kitaplarınız da var. İslami tebliğin Mekke dönemi ve İşkence kitabınız çok ilgi gören bir kitap oldu.
Müslümanlar özellikle 80 askeri darbesinden sonra büyük işkenceler gördüler. Ben o sırada yazdım. Peygamber Efendimizin Mekke döneminde büyük işkenceler olmuş. Onu yazıyordum, öteki işkencelerle aynı zamana denk geldi. Müslümanlar gerçekten çok çektiler. O kitabı yazarken bir öğrencim “Hocam falancayı aldılar, sana geliyorlar.” dedi. Allah’a yalvardım, şunu da bitireyim sonra gelsinler.” diye. Allah lütfetti teğet geçtiler. Sonra diğer kitaplarım çıktı.
Derdimiz vardı artık yok
Şimdi de biraz rehavet mi var?
Evet, ben hayret ediyorum. O yıllarda işkence kitabım senede 10 bin baskı yapardı. Şimdi öyle değil. Senede bin basıyor. Müslümanlar seküler oldular. Kafelerde oturup nargile içmek daha cazip oldu. Müslümanların bir derdi vardı. O derdi yok oldu. Oysa ki derdi olmayan insan olamaz. Feridüddin Attar Öğütler kitabında diyor ki “Dostum, pazara git kendine bir dert satın al. Bulamazsan gel benden ödünç al.” Tamamen de vermiyor. Çünkü o dert ona da lazım. Derdi olmayan seküler olur. Gider gezer, yer, yaşar.
Günümüzün sorunu bu mu?
Okumuyorlar. Geçenlerde kitap fuarına gittim. Bir yazarın önünde S çizmiş uzunca bir kuyruk. Her türlü okuyucu var. Başörtülü, şalvarlı, mini etekli. İnanın onlardan hiçbiri o kitabı okuyacak değil. Eve gidince diyecek ki, “Ben o televizyona çıkan filancanın kitabını aldım.” Baktım gerçekten yazar olanların önünde kimse yok.
Arap baharı
Arap ülkelerini iyi tanıyan biri olarak Arap baharını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Arap baharının ilk çiçek açtığı yerde okudum ben. Tunus’ta. Öyle bir sistem vardı ki bütün dünyada kıpırdanma olur da Tunus’ta olmaz diyordum. Herkese sürpriz oldu. Tunus’ta hakikaten Allah’ın bir lütfu olarak sıkışmış balon patlayıverdi. Bu tabii sıçradı.
Siz olumlu olarak karşılıyorsunuz yani?
Olumlu değil, çok olumlu. Ben hep saltanatın aleyhinde konuşup yazdım. İslam’la saltanatın bir araya gelemeyeceğini yazdım. Bunu söylediğim için pek sevilmem Arap ülkelerinde. Müslümanların hürriyetlerine kavuşmaları için böyle bir şey gerekliydi. Ama devrimler kolay kolay oturmuyor. Biraz sürecek. Bu Yemen’de de, Suriye’de de olacak. Olması lazım. Çünkü Allah işi ehline verin diyor, padişahın oğluna değil.
Sizce yeni yönetimler nasıl olmalı?
Demokrasi biraz değiştirilerek daha hürriyetçi bir havaya sokulmalı. Türkiye’de de demokrasi teorideki gibi olmuyor. Demokrasi rafta kalıyor. İslam’ın öngördüğü hürriyet demokraside yok.
Hamidullah hocaların hocasıydı
Muhammed Hamidullah hocanızdı. Nasıl biriydi?
Hamidullah Hoca’yı 1963’te Ankara İlahiyat’ta öğrenciyken tanıdım, sonra hep takip ettim. Zaten Paris’te beraberdik. Erzurum’da beraberdik. Dünya çapında ansiklopedik bir alimdi. Esas alanı hukuktu. Hindistan Haydarabatlıydı fakat o da siyasi mülahazalarla İngiliz emperyalizmine olan tavrından dolayı ömrü sürgünde geçti. Ondan çok şey aldım. Prensiplerinden, bilgilerinden, hayat tarzından. Zamanını israf etmezdi, örnek biriydi. Keşke onun gibi olabilseydik.
İslam dünyasına neler kazandırdı Hamidullah Hoca?
Hamidullah Hoca hukukçu olmasına rağmen 5 yaşında hafız olmuş, kendisini çok iyi yetiştirmiş, tefsir, hadis, tıp, hukuk alanlarında kitaplar yazmış. 1,78 boyundaydı. Yazdığı kitapları yan yana koysanız boyunu 2 kere geçerdi. 17 dil bilirdi. Ben onun mektuplarını yayınladım. Keşke daha önce aklıma gelseydi. Mektupların bir kısmı kayboldu. Askeri darbelerde önce hocaların evlerine gidiliyor. Kitapları toplanıyor. O arada mektupların bir kısmı kayboldu ama Allah’ın bir lütfu olarak hocamın mektuplarının büyük kısmı kaldı. 3 hoca vardır ki Türkiye’deki hocaların hocalarıdır. Türkiye’de ilahiyatı kurmuşlardır: Muhammed Tayyip Okiç, Muhammed Tanci, Muhammed Hamidullah. Üçü de yabancıdır. Allah rahmet eylesin 3’ü de vefat etti. Üçünden de istifade etmeye fırsatım oldu.
Cezayirli Müslüman düşünür Malik Bin Nebi’yi de tanıdınız. Bir düşünür olarak önemi nedir?
Onu Paris’e gittikten sonra kitaplarından tanıdım. Tunus’a gidince hocayı görmek için Cezayir’e gittik. Hoca cumartesi Fransızca, pazar günü Arapça ders veriyordu evinde. Özellikle oryantalizm, modern İslam dünyası ve İslam alimleri üzerine çalışmaları var.
Tunus’tayken de büyük sosyolog Fadıl b. Aşur’un derslerine devam etme fırsatı bulmuşsunuz.
Bizzat hocalık yaptı bize. Tunus’a Arapça eğitimi için gidince Kuzey Afrika’nın en meşhur üniversitesi Zeytuna’da İslam tarihi ve İslam sosyolojisi dersini aldık. Arapçayı edebi olarak konuşurdu. Dinlerken zevk alırdınız. Fransızca, İtalyanca ve İngilizce de bilirdi. Klasik Arap kıyafeti giyerdi, entari sarık. Çok sevilirdi. Hiç unutmuyorum. Bir akşam talebe yurdunda televizyonda film izliyoruz. Birden yayın kesildi ve spiker çıktı. Modern giyimli bir kız, bir şey söyleyecek ama ağlamaktan söyleyemiyor. Hiç gözümün önünden gitmiyor. Sonra mufti mufti dedi. Fadıl b. Aşur vefat etmiş. O Tunus diyarının müftüsüydü. Yani bizim diyanet işleri başkanı gibi. Herkes seviyordu onu.
Medreseler mecburen mağarada ders veriyordu
Babanızın adı Gazali’ymiş? Bu ailenizin ilime olan düşkünlüğünü mü gösteriyor?
Evet, bizim aile zaten Hocaoğulları olarak bilinir Pervari’de. Rahmetli dedem Molla Abdülrezzak büyük bir alimdi. İmam Gazali’yi çok sevdiği için hem etüd etmiş, hem ders vermiş. En küçük oğlunun adını Gazali koymuş. Herhalde tektir Türkiye’de. Ben başka hiç rastlamadım.
Nasıl bir eğitim aldınız?
Bizim yetiştiğimiz dönemde dini tedrisat yasaktı. Pervari’deki medreselere giremedim. Annem babam müsaade etmediler. Çünkü çok tehlikeliydi. Medreseler adeta mağaralarda eğitim sürdürüyordu. İlkokula, sonra ortaya ve liseye gittim. Pervari’de sadece ilkokul vardı. Bir müfettiş okumamı söylemişti. Ben de okumaya, hatta bunun için kaçmaya karar verdim. Rahmetli babam anlamış. Bana sordu? “Okumak istiyorum” dedim. Bunun üzerine aileyi topladı. Konuşuldu. Müsaade etmediler, çünkü küçüktüm. Pervari’ye yakın bir köyde bir alim yaşıyordu. Babam bir de gidip ona soralım dedi. İyi ki de gittik. Yorucu bir yolculuktan sonra vardık. Okula gitmek istediğimi söyledi. O alim “Mektebe gidenler genelde dinsiz oluyor ama bu gitsin” dedi. Nasıl ellerine sarılmışım. Bu şekilde izin çıkınca babam katırlarla beni Siirt’e getirip bıraktı.
Aile dışında dini eğitim alamadınız yani.
Siirt’te gizli de olsa medreseler vardı. Zevk alıyordum dersleri dinlemekten. Zaman zaman oraya gidiyordum. Ama esas dini eğitimim İlahiyat Fakültesine girdikten ve Tunus’a gittikten sonra.
Ya ilahiyat?
Doğrusu İlahiyat benim için çok tesadüfi oldu. Liseyi Siirt’te bitirdikten sonra, Ankara’ya geldim çünkü üniversite sınavına sadece İstanbul ve Ankara’da giriliyordu. İlk defa test sınavı uygulandığı seneydi. Bir tane kılavuz aldım. Kılavuzda İlahiyat diye bir şey gördüm. Atladım gittim. Neziha Abla diye bir sekreter vardı. “Teyze burada ne okutuluyor” diye sordum. “Evladım her şey okutuluyor. Arapça, Farsça, Fransızca” dedi. Tam istediğim yer. Ben dilleri çok severim, hayranım. Çok hasta gördüğümden ve Pervari’de de doktor olmadığından ilk tercihim tıptı, ikincisi İlahiyat, üçüncüsü filolojiydi. Sosyal öğrencisi olduğum için tıp olmadı. O zamanki sisteme göre kazandığınız yerin altındaki her yere gidebiliyorsunuz. Ben sırf o diller için İlahiyatı seçtim. Dini yönünü ise içine girince gördüm.
Dillerden bahsedince, Fransa İngilizce Arapça ve Farsça biliyorsunuz. Dil öğrenmek zor mu kolay mı?
İnsan bir şeyi severse zor olmaz. Benim ana dilim Kürtçe. Okula başladığımda Türkçe öğrenmeye başladım. Pervari’den Siirt’e gelince 3 yabancı dille karşı karşıya kaldım. Henüz sökemediğim Türkçe, Siirt’in merkezinde konuşulan Arapça ve okulda gördüğümüz İngilizce. Bu şekilde dillere başladım. İngilizce dersinden sınıf birincisiydim. Liseden mezun olup İlahiyat’a gidince öğretmen ilk dersten sonra “Sen derse gelme, sana İngilizce kitap vereyim oku” dedi. Yine orada gerçek Arapça’yla karşılaştık. Farsça’yı öğrendim. Mezuniyetten sonra doktora sınavına girdim. İngiltere ya da Amerika’ya gidecektim. Kazandım ama beni Fransa’ya gönderdiler. Bir kelime Fransızca bilmiyordum. Bir sene dil öğrendim.
Kürt diye üniversiteye almadılar
Sizi alan olarak İslam Tarihi’ne yönlendiren ne oldu?
Aslında Mezhepler Tarihi’ni istedim fakat Mezhepler Tarihi hocası yönetim kurulunda “Ben bu çocuğu göndermek istemiyorum” demiş. İslam Tarihi hocam Prof. Hüseyin Yurtaydın “O zaman ben gönderiyorum çünkü en güzel kağıt onun” demiş. O zamanın dar görüşüyle, ben Siirtli olduğum için göndermek istememiş.
Kürt olduğunuz için mi?
Evet bunu açıkça Prof. Yurtaydın hocam söyledi. Kimliğimden dolayı beni göndermek istemediler. Halbuki ben ırka dayalı bir şeye inanmadım. Benin için insanların hepsi aynıdır. Benim için Müslüman olmak esastır.
Hayatınızın başka döneminde de böyle bir ayrımcılığa maruz kaldınız mı?
Maalesef oldu. Doktorayı bitirdikten sonra Ankara İlahiyat mezunu olduğum için hocalarıma gittim. Ben doktora yaptım, görev istiyorum dedim. İslam Tarihi’nden kadro olmadığı için beni almadılar. Sonra duydum ki sosyolojiden sınav açılmış. Benim doktora hocam sosyolog olduğu için sosyolojiyi bilirdim. Sınava girdim, kazandım. Tayinim de yapıldı. Bana “Odan belli oluncaya kadar git Siirt’te haber bekle” dediler. Aradan aylar geçti, haber gelmedi. Bir gün “Erzurum İmam Hatip Lisesi’ne tayin edildiniz” diye bir telgraf geldi. Paris’te birlikte doktora yaptığım bütün arkadaşlarım üniversitedeydi. Gittim İslam Enstitüsü’ne müracaat ettim, beni almadılar. Rektöre “Hocam sırf Siirtli olduğumdan mı beni almıyorsunuz” diye sordum. “Evet” dedi. “Yani İstanbullu bir Yahudi gelip başvursa benim yerime alacaksınız” dedim. Bunları utanarak söylüyorum. Fakat daima kötülerin yanında iyiler de vardır. Üniversitede Prof. Lütfü Ülkümen vardı, İslami İlimler bölümünün dekanı. Tanıştık. Biraz sohbetten sonra o bana teklif edip rektöre rağmen aldı. Çünkü rektörün de hocasıydı. Bütün bunlar bende üzüntü uyandırdı ama kin uyandırmadı.
Uzun süre Viyana’daydınız. Neden gittiniz?
Sakarya İlahiyat kurulurken gelip yardımcı olmamı istediler. İdari görevler almam normalde ama adam yokluğundan dekan yardımcısı oldum. Bana 20- 25 kişilik bir liste getirip “Asistan olarak bunları alacağız” dediler. Ben de “Olmaz, kimin hakkıysa onu alırız” dedim. O olaydan dolayı aramız açıldı. Bir süre sonra başka bir olayı bahane edip açığa aldılar. Dava ettim, kazandım, geri döndüm ama onlarla devam etmek mümkün değildi. Beni zorla emekli yaptılar. Ama üzülmedim. Viyana’ya gittim. Orada İslam Araştırmaları Enstitüsü’nün kuruluşuna yardımcı oldum. Tarih dersi verdim. Bütün Avrupa’dan öğrencilerim oldu. Başörtüsü ve katsayı probleminden dolayı Türkiye’den gelen öğrenciler de istediği için hafta sonları da onlara tarih dersi verdim. Geçen sene döndüm. Şimdi büromda kitap yazıyorum.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *