İsrail, kurulduğu tarih olan 1948 yılından beri etnik temizlik yapıyor. Filistin’in yüzde sekseni 1948 savaşından sonra kaybedildi. 1948’de milyonlarca Filistinli çok ağır koşullar altında mülteci oldu.
Ulus-devletlerin ortaya çıkışıyla birlikte; çok büyük gelenekler, çok zengin dini ve etnik renkler, ilişkiler, kültürler hayatiyetlerini kaybettiler. Ulus-devletlerin kuruluşları, birer bayrak, birer ulusal marş, bir de ulusal mitolojilerin bir araya getirilmesi suretiyle gerçekleştirildi. Her milliyetçilik, “çok kültürlülüğün, çok boyutluluğun ve çok renkliliğin” sona ermesine neden oldu. Ulus-devletle birlikte halklar, büyük geleneklerle birlikte tarihsel hafızalarına da veda ettiler, ideolojik projeler, ulusçu projeler hiçbir zaman gerçekliği kuşatmayı başaramadılar. İdeolojik seçkinlerin laikleşmesiyle birlikte, toplumların laikleştirilebileceği sanıldı, ideolojik fanatizmlerin, ırkçı fanatizmlerin, tarihsel gerçekler karşısında, toplumsal gerçekler karşısında, ila-nihaye tutunamayacakları gerçeği unutuldu.
Günümüzde her yerde, her toplumda; tarihin yerine geçen, ya da tarih gibi sunulan mitolojiler, milliyetçiliklere hayat veriyor. Her toplumda, maalesef tarih, ideolojik/politik çıkarlar doğrultusunda bir propaganda aracına dönüştürülüyor. Siyasal, ideolojik, tarihsel mitlere inanan toplumlarda tarihin yol göstericiliğine, tarihin hakemliğine itibar edilmiyor. Her hangi bir toplumda milliyetçiliklerin yükselişi, o toplumda gerçek bir tarih bilinci, kültürü, felsefesi oluşmadığını gösterir. Tarih bilincine sahip olmayan toplumlarda geçmiş, bir bilinçten çok, bir turizm nesnesine, bir tüketim nesnesine dönüştürülür ve ticarileştirilir. Tarihsel hafıza kaybına maruz bırakılan toplumlar, Türkiye Örneğinde görülebileceği üzere, Ermenileri, Rumları, Kürtleri içermeyen, bu toplulukların öykülerini içermeyen bir tarihe mahkûm edilirler. Tarihi ideolojik olarak tasarlayanlar, tarihi niceliksel olarak kurgularlar. Tarihin niceliksel olarak yorumlanması demek, toplumların bu tür tarihe ancak sayılar halinde katılmaları demektir. Yalnızca bir halkın, bir toplumun, bir ideolojinin yararlarını/çıkarlarını gözeten bir tarih yaklaşımı düşünülemez. Tarihin ideolojik anlamda okunması, ırkçı anlamda okunması, tarihin kirletilmesi anlamına gelir. Böylesi bir tarih yaklaşımıyla hiç bir zaman hakikate ulaşılamaz. İdeolojik yaklaşımlar, ırkçı yaklaşımlar/gerekçeler gerçek sorunların üzerini örter, gerçek sorunları göz ardı eder. İdeolojik gerekçeler, -Türkiye’de her dönemde yaşandığı gibi- ideolojik/doktriner kesimleri meşru olmayan arayışlara/eylemlere sevk eder.
Toplumların hayatı, yalnızca ekonomiye indirgenemez. Hayatın dinî, toplumsal, kültürel hiçbir boyutu, diğer boyutlarından yalıtılamaz. Mühendislik yaklaşımlarıyla hiç bir toplumsal sorun çözümlenemez. İdeolojik ve ırkçı üniformalar giyerek, kendi yol ve yöntemlerini mutlaklaştıranlar, her türlü eleştiriye kapalı olurlar. Günümüzde bütün toplumlarda, Türkiyede de, içerisinde yaşayarak gördüğümüz üzere, nesnel gerçeklikler ile kavramsal söylemler arasında uçurumlar var. Bugünün dünyasında, İslam ve Müslümanlarla ilgili olarak indirgemeci ve çarpıtılmış bir oryantalist imaj ısrarla gündemde tutuluyor. Bütün dünyada, İslami bilgi adına dolaşımda bulunan bilgi, yüzeysel, çarpıtılmış olumsuz medya klişelerinden ibarettir. Bugün, İslam dünyası toplumları, algı yönetimi yöntemleriyle/çalışmalarıyla, zihinsel/algısal bir karmaşaya sürüklenmek isteniyor. Algı yönetimi yöntemleriyle toplumların doğru ve sağlıklı düşünme yetenekleri tahrip ediliyor. İslam toplumlarına yönelik algı yönetimi çalışmaları için Amerika korkunç paralar harcıyor. Medya aracılığıyla yürütülen psikolojik operasyonlarla, İslam toplumlarında, İslami direniş/cihad hareketleri konusunda Amerikan görüş açısının etkili/belirleyici olması isteniyor. “Köktencilik” tanımı Amerikan Protestan zihniyeti için kullanılan bir tanım olduğu halde, bugün bu tanım Müslümanlar için kullanılıyor. Günümüz dünyasında bütün kavramlar analitik anlamda kullanılmıyor, polemiksel anlamda, ideolojik anlamda kullanılıyor. İçerisinde bulunduğumuz dönemde “insan hakları” tanımı sömürgeci yaklaşımlar tarafından utanmazca/hayâsızca sömürülüyor. Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de çok ağır savaş suçları işleyen Amerika ve İsrail, Uluslararası Ceza Mahkemesinin hiç dikkatini çekmezken, bu mahkeme, yalnızca Sudan’ı işlediği savaş suçları sebebiyle mahkûm ediyor. Hindistan’da Müslümanlara karşı işlenen ağır savaş suçları hiç bir şekilde insanlığın dikkatini çekmiyor.
İslam dünyasına yönelik sömürge hareketlerinin başlamasıyla birlikte, sömürgeleştirilmeye çalışılan ülkelerde İslami direniş hareketleri de başladı. Sömürgeciler bugün olduğu gibi, geçmişte de, bütün direniş hareketlerini fanatizm/terörizm olarak tercüme ettiler. Sömürgeci kültür Libya, Tunus, Fas, Cezayir ve Mısır’ın bağımsızlığı için direniş mücadelesi yürüten bağımsızlık hareketlerini çok olumsuz bir dille yansıttı. İsrail, kurulduğu tarih olan 1948 yılından beri etnik temizlik yapıyor. Filistin’in yüzde sekseni 1948 savaşından sonra kaybedildi. 1948’de milyonlarca Filistinli çok ağır koşullar altında mülteci oldu. Gerçek anlamda özgür bir İslam dünyası olsaydı, bugün Filistin özgür olacaktı, Kudüs özgür olacaktı.
İslam’ın ve Müslümanların bütünüyle önyargılı olarak algılandığı, temel İslami ilkelerin değersizleştirildiği, geçersizleştirildiği bir dünyada ve dönemde, en önemli sorunumuz/sorumluluğumuz, İslami dilin/algının/bilginin/sözün/kavram ve kurumların özgürleştirilmesi sorunudur. Bugünün dünyasında her alanda bir parya muamelesi görüyor olmamıza rağmen, bu parya konumunu kabullenmiş olmamız, bu parya durumunu bir şekilde meşrulaştırmış olmamız asla kabul edilemez. İslamî düşünce hayatı, kültür hayatı, İslamî entelektüel hayat lale devrinde yaşıyormuşuz gibi hareket edemez. Düşünce hayatımızın, entelektüel/kültürel hayatımızın, sanat/edebiyat hayatımızın, karşı karşıya bulunduğumuz parya konumunu sorgulaması, bu konumu aşmak için, bağımsız bir dil oluşturması gerekir. İslami anlamda kavramsal temel berraklıkları kaybediyoruz. İslami söylemle, siyasal gerçeklikler arasında uzlaşmaz karşıtlıklar yaşanıyor. İslam, eylemden bağımsız bir inanç sistemine dönüştürülüyor. Küresel bir bilinci, Ümmet aidiyetini, bir kültür ve uygarlık tasavvurunu, siyasal bir projeyi temsil eden Müslümanların yerini şimdilerde, yalnızca kendi kendisini ya da kendi hizbini temsil eden Müslümanlar alıyor. Müslümanların medya tahakkümüne, medya emperyalizmine maruz kalmaları, toplumsal/tarihsel/siyasal iddialarından vazgeçen, tarihsel/siyasal/toplumsal değişim/dönüşüm projelerini rafa kaldıran bir İslam algısının ortaya çıkması sonucunu doğurdu. İslami cemaatler, İslami aklın/bilincin hizmetinden çıkarak, devlet aklının hizmetine girdiler. Devlet aklıyla hareket eden her akım, ümmet ilgisini kaybetti. Günümüzde yaşadığımız etnik asabiyet, gerilim, çatışma vb. dikkate alınınca; geçmişte İslami modelin gerçekleştirdiği çok kültürlü yapılara, ilişki biçimlerine ne kadar çok yabancılaştığımızı anlayabiliriz. Bu genel değerlendirmeyi, Müslüman entelektüellerin, aydınların, şairlerin Türklük temelinde gerçekleştirdikleri İslami yaklaşımları da dikkate alarak yorumladığımızda yabancılaşmanın hangi korkunç boyutlara vardığını görebiliriz. Günümüzde İslami bilinç ve duyarlık çok ciddi biçimde sulandırılıyor. Modernite’ye, Batı’lı modele, liberal yoruma, milliyetçiliklere, koşullara verilen tavizler sınır tanımıyor. Sorunlu, kişiliksiz, mevsimlik duruşlar yaygın hale geliyor. Modernite’nin, Batılılaşmanın, seküler-liberal hayat tarzının ve koşulların saldırıları karşısında, biçimsel dindarlık tezahürlerine ve hoşgörüye sığınmak gelenek halini alıyor. İslami direniş/bağımsızlık/cihad hareketleri hakkında tek olumlu sözcük sarf etmeyen bu hareketleri paylaşmayan, bu hareketlerin İslam algısına muhalefet eden cemaat hareketleri, Neo-nurculuk örneğinden izlenebileceği üzere, sistem nezdinde meşruiyet kazanıyor.
Sürekli olarak kendisini yenileyen ve yeniden üreten bir dünyada, bütün bu yenilenme süreçlerini İslami anlamda yorumlayarak, yeni kültürel/düşünsel/felsefi çerçeveler üretmek zorunlu hale gelmiştir. Müslümanların tarihsel özne konumunu yeniden elde edebilmeleri için, insanlığın aklını ve kalbini kazanabilecek bir uygarlık projesinin ana hatlarını somutlaştırmak gerekir. Müslümanlar olarak hepimizin bugünün dünyasına fikir ve kültür ihraç edebilecek bir noktaya gelmemiz gerekir. Eski düşünce biçimlerini kullanarak tüketmek, yeni düşünsel/felsefi çerçeveler üretmekten çok daha kolay olduğu için, yeniliklere cesaret edemiyoruz. Her yeni başlangıç heyecan ve umut kaynağı olduğu gibi, her tekrar ve tekdüzelik de bütün heyecanları yok eder. Geleneği tekrar ederek tüketmek yerine, geleneği yenileyerek, günümüzde etkili olabilecek bir mahiyet kazandırarak çoğaltmak gerekir. İslami dilin, inceliklerin, derinliklerin davranış ve ilişki biçimlerinin yerini, günümüzde kaba hizip dili ve kaba hizip davranışları alıyor. Evrensel yorumlar, yoğunluklar, incelikler ve üretkenlikler taşıması gereken İslami dil/davranış, hizip yorum ve yaklaşımları sebebiyle tanınamaz hale geliyor.
Ortadoğu’da modern tarih, 1798’de Napolyon’un Mısır’ı işgaliyle başlamıştı. Bu tarihten itibaren, İslam toplumları moderniteyle gelenek arasında sıkışıp kalmış bulunuyorlar. Modern Batı, kendisini laik akılcılıkla, liberal demokratlıkla, Musevi-Hıristiyan kültürle tanımlıyor; ancak, tarih içerisinde bütün bunların yalnızca ideolojik ve ırkçı bir etiket olduğunu görüyoruz. Batı’nın kendisini Musevi-Hıristiyan kültürüyle tanımlamaya başlaması Avrupa’da yaşanan Yahudi soykırımı sonrası dönemde başlamıştır. Bu döneme kadar, Avrupa’nın kendisini anti-semitizmle tanımladığı hatırlanmalıdır. Bu arada, geçerken, Avrupa’nın, Yunan düşüncesiyle, Ortaçağ İslami felsefi akılcılığının çalışmaları yoluyla tanıştığını da hatırlatmak gerekir. Modern ideolojik projeye göre, toplumların gerçek anlamda modernleşebilmeleri için, kavramsal ve kurumsal anlamda Batı ile bütünleşmeleri gerekiyordu. Bu noktadan bakılınca, bugün, Avrupa Birliği üyeliği için, seferberlik halinde bulunan ve İslam Dünyasında Batılılaşma konusunda örnek olarak tanınan Türkiye’nin siyasal anlamda modernleştiği iddia edilemez. Türkiye siyasal anlamda ne modernleşebiliyor, ne de batılılaşabiliyor. Modernliği de, Batılılaşmayı da bir türlü tamamlayamıyor.
Modernleşme, sanayileşme ve Fransız Devriminin gerçekleştirdiği siyasal dilin çerçevesi içerisinde konumlanmak anlamına geliyor. Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi geleneksel dünyadan, yenidünyaya geçişi temsil ediyor. Modern tarihte, modern tahakküm sistemlerine rağmen, İran’da, İslam Devrimiyle birlikte yeni bir siyasal dil, kültür, anlayış tarihe girdi. Modernleşme ile gelenek arasında sıkışıp kalan İslam toplumlarında, İran, bu tıkanmayı/sıkışıklığı aşarak, siyasal yenilenmeyi başardı. İslam Devrimi pek çok konuda modern kavramsallaştırmaları geçersiz kıldı. Bugün, modern dünyada Batılı algı kalıplarına sığmadığı için, İslam Devrimi akıl almaz bir devrim olarak değerlendiriliyor, İran İslam Devrimi’nin gerçek başarısı, devrim sonrası dönemde ortaya çıkan dünya koşullarını ve İran’a/İslam’a/devrime yönelik kuşatmayı aşmayı başarmış olmasıdır. Batılı ülkeler gelişmiş, İslam dünyası ülkeleri az gelişmiş ülkeler olarak tanımlanır, kategorize edilirken, İran, İslami bir rejim içerisinde gelişmiş bir ülke oldu. Kendi bölgesinde her alanda etkileyici bir ülke haline geldi. Günümüzde İran, küresel ölçekte devrimci bir dil ve dönüşüm gerçekleştirmek üzere çaba harcamak yerine, İran’ın bölgesel anlamda etkili bir politik güç olmasını sağlamaya çalışıyor. İran’da, lider kadronun söylemlerinde ifadesini bulan, evrenselci İslami duyarlık siyasal eylemler, ilişkiler söz konusu olduğunda, daha çok İran’ın çıkarlarıyla sınırlı bir çerçeve içerisinde kalıyor. Küresel sistemin dikkati İran’ın üzerinden hiç eksik olmuyor. İran bir şekilde sürekli olarak denetleniyor. Küresel sistem, İran’a karşı, bölgede bir Yahudi-Sünni ittifakı gerçekleştirmeye çalışıyor.
İnsanlık, yeni Amerikan Yüzyılı projesinin dünya Ölçeğinde korkunç bir kaosa yol açtığını yaşayarak gördü. Avrupa’nın ve Amerika’nın son iki yüzyıllık küresel egemenliği bugün çöküyor. Batı’nın güç üstünlüğü politikalarının da sınırları olduğunu Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da, Somali’de İslami direniş hareketleri kanıtladılar. Batı’nın tahakküm ihtirasları, iki Batı’nın da, (Avrupa-Amerika) ahlaki otoritelerinin sıfıra düşmesine yol açmıştır. Bugün her alanda Amerikan nüfuzu etkisini yitiriyor. Amerika’nın küresel ekonomiyi ve Ortadoğu petrollerini daha uzun süre kontrol altında tutma stratejisi zayıflıyor, içerisinde yaşadığımız dönemde, küresel üstünlük sağlayabilecek ölçüde Çin nüfuzunun yükselişi, Batı dünyasında bir Çin sendromunun ortaya çıkmasına neden oldu. Amerika’nın üretim ve tüketim tarzının insanlık için ne kadar büyük bir tehdit olduğu, içerisinde yaşadığımız dönemde yaşanan krizlerle daha çok anlaşılır hale geldi.
Sömürgeci tahakküm politikaları/stratejileri İslam toplumlarında milliyetçiliklerin doğmasına neden oldu. Sömürgeciliklere direnen toplumlar maalesef milliyetçiliklere direnemediler. Irkları temel kimlik kaynakları olarak algılamak her yerde derin insanlık sorunlarının ortaya çıkmasını tahrik etti. Ulus-devletlerin tarihlerine keyfi bir biçimde sokulan milliyetçi/ırkçı efsaneler, insani/ahlaki dayanışmaları engelledi, engelliyor. Osmanlı imparatorluğu döneminde Batılılaşma girişimleri, askeri teknoloji ithal edilmesiyle birlikte başlatılmıştı. İlk aşamada teknolojik dönüşüm amaçlanıyordu. İmparatorluğun dağılmasından sonra Türkiye Batılılaşmayı ideolojik anlamda öne çıkardı. Her tür gelişmenin ancak modernleşme/ batılılaşmayla mümkün olabileceği yönündeki sorunlu/saplantılı zihniyet, İran örneğinde görüldüğü gibi, İslami yöntemlerle de, her alanda gelişmenin mümkün olduğunun kanıtlanmasıyla birlikte çöpe atılmış oldu. İslam dünyası toplumları, modernliklerle bir gerçeklik şeklinde değil, bir ideoloji olarak karşılaştılar.
Günümüz dünyasında her alanda çok bulanık ve belirsiz çerçeveler kullanılıyor. Olayları, düşünceleri, kavramları, asli bağlamlarından kopartmak suretiyle değerlendirdiğimizde büyük yozlaşmalarla karşılaşıyoruz. Ekonomik gelişme, zenginlik, siyasal/kültürel bir gelişmeye/zenginliğe yol açmıyor. Türkiye ekonomik anlamda gözle görülür bir gelişme kaydederken kültürel açıdan, entelektüel açıdan, felsefi açıdan hiç bir gelişme kaydedemiyor, hiç bir şekilde özgün bir içerik üretemiyor. Türkiye her alanda kültür ithal etmeye devam ediyor. Bu durum korkunç bir kültürel bayağılaşmaya yol açıyor. Kültürel gündemimizi kendimiz belirleyemiyoruz. Laikliği, modernleşmenin ve batılılaşmanın vazgeçilemez bir unsuru gibi değerlendirme yanlışı devam ediyor. Bugün, Avrupa entelektüel hayatı, laiklik sonrası dönemi tartışırken, Türkiye entelektüel anlamda derin bir taşralılığı yaşadığı için neyi, ne zaman, hangi ölçüler içerisinde tartışacağına kendisi karar veremiyor. Laiklik, her toplumda, Türkiye’de yaşandığı üzere, yalnızca ideolojik seçkinler tarafından benimsendi. Laiklik, Cumhuriyet tarihi boyunca ideolojik bir baskı aracı olarak kullanılsa da, İslam ve Müslümanlar siyaset üzerinde bir şekilde etkili oldular.
Bugünün dünyasında, İslam’ın nasıl algılanması gerektiği konusunda, Müslümanların nasıl ve ne yönde davranmaları gerektiği konusunda Batı dünyası belirleyici olmaya çalışıyor. Yahudilerin, Hıristiyanların ve Hinduların sınırsız aşırılıkları hiç gündeme alınmazken, sürekli olarak İslam ve aşırılık birlikte kullanılıyor ve gündemden hiç düşürülmüyor. Yıkıcı ve çarpık bir İslam imajı için çok yoğun çabalar harcanıyor. Yirmi birinci yüzyılda Asya’nın yükselişi, Çin’in ve Hindistan’ın ekonomik yükselişi konuşulurken, Hindistan’ın halen Müslümanlara karşı sürdürdüğü ahlaki alçalış ve İslamofobi hiç konuşulmuyor. Dünyanın en büyük Müslüman azınlığı Hindistan’da (150 milyon) sefalet içerisinde yaşıyor. Bugün Müslümanlar Hindistan’da, meşru bir konum elde edebilmek için isimlerini değiştirmek zorunda kalıyorlar. 2002 yılında Gucerat’ta yaşanan, üç bin masum Müslümanın katledildiği olaylar halen her hangi bir soruşturmaya tabi tutulmadı. Gucerat olayları sebebiyle muhacerete zorlanan yüz binlerce Müslümanın akıbeti hakkında hiç bir şey bilmiyoruz. Hindistan’ın, Amerika’nın stratejik ortağı olması, İsrail silahlarının ithalatçısı olması, Hindistan pazarının küresel sermayeye açık olması gibi nedenlerle Müslümanlara yönelik Hindu terörü hiç gündeme alınmıyor. İslam ve terör ilişkisi bağlamında 11 Eylül sonrası oluşturulan korkunç propaganda kampanyaları sebebiyle, Müslümanlar, “bütün Müslümanlar terörist değildir” gibi çok muğlâk açıklamalar yapmak zorunda bırakıldılar. “Müslümanların hepsi terörist değildir” şeklindeki açıklamaların, kimi Müslümanların terörist olduğunu kabul etmek anlamına geldiği düşünülemedi.
İktibas, Mayıs 2010
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *