Büyük Ortadoğu Projesi ile İslam dünyasındaki statükoyu değiştirmek isteyen ABD, birçok ülkede statükonun kendi lehine dönmesini sağlamıştır. Bunun son örneği Suriye’de kotarılmak istenmektedir. Lübnan’da ise, gerek dış baskı gerek içerideki protestolarla ve ABD’nin açık tehditlerine rağmen projesi çökmüş durumdadır.
Nüfus olarak az, yüzölçümü bakımından küçük ama taşıdığı değer itibariyle gündemden hiç düşmeyecek kadar ‘büyük’ bir ülke, Lübnan. Geride bıraktığımız ayda Lübnan Suriye ile birlikte yine gündemin ön sıralarındaydı. Suriye’de 8 Aralık’ta Esad rejiminin yıkılması ile birlikte, orada da bir değişim öngören güçlerin bu beklentisini -en azından şimdilik- boşa çıkardı Lübnan. Suriye’de 2011’den bu yana süren çabaların uygun şartların oluşması ile birlikte 2024 yılı sonunda sonuç verdiği düşünülürse, Lübnan’da da iç güçlerden ziyade dış güçlerin baskısının devam edeceğini düşünmek elzem olacaktır.
Dürzilerden bir grubun yeni kurulan hükümete isyanı ile Suriye’de güç mücadelesi başlamış gibi görünse de aslında bu Suriye’deki güç sahibi kanatların mücadelesinden ziyade, Gazze ile başlanan saldırı ortamında, Suriye’den de kapabileceğini kapmak isteyen Siyonistlerin dürtmesi ile gerçekleşen bir durumdu. Öte yandan Suriye’de güç sahibi kanatların mücadelesi en istenmeyen sonuç olacaktır. Allah korusun ama Suriye’nin hali, otorite diye bir şeyin kalmadığı, on beş yıl süren ve iki yüz bin insanın canına mal olan iç savaş öncesi yıllardaki Lübnan’ın durumunu çağrıştırmaktadır. Suriye’de yerel güç gruplarının, kendilerine destek bulabildikleri hangi ülke varsa onun çıkarlarını da hesaplayarak birbirlerine girmeleri tehlikesi inşallah bertaraf edilir. Birkaç milyon nüfuslu, ancak İzmir ilinin yüzölçümü ayarında bir coğrafyaya sahip olan Lübnan’da iç savaşta büyük bir kıyım yaşanmıştı. Lübnan’la kıyaslanmayacak derecede büyük bir ülke olan, 23 milyon nüfusa sahip Suriye’de çağdaş Firavunların çıkarmak istedikleri savaşın mutlak surette engellenmesi gerekir.
Lübnan, iç savaşı bitiren Taif anlaşması ile 1989 yılında iyi-kötü bir dengeye oturtulmuş ve bugüne kadar da bu denge bir şekilde korunmuştur. İç savaş sırasında ortaya çıkan Hizbullah yapılanması hem askeri hem siyasi özellikleri ile birlikte devlet içinde devlet olarak doğmuştur. Aslında savaşı bitiren de Lübnan içerisinde artık böyle bir gücün oluşması ve onunla mücadele edebilecek çapta bir grubun bulunmamasıydı. 1989’dan bugüne Hizbullah hareketi Lübnan’daki, bölgedeki ve dünyadaki siyasi dengeleri doğru okumayı başarmış ve ABD-Siyonist rejim ittifakının bütün hain ataklarına rağmen direnişi kırılamamıştır. Lübnan’da devletin kendisi bizatihi Hizbullah’tır, sadece adı konulmamıştır demek abartı olmaz. Batı bu nedenle elini çabuk tutarak, halen devam etmekte olan eski düzen içerisindeki Hıristiyan ve Sünni güçlerle merkezi devleti tahkim etmek, Hizbullah’ın siyasi nüfuzunu kırmak ve eş zamanlı olarak, onu silahsızlandırmak istemektedir. Bugüne kadar bu işte başarılı olamasalar da politikaları bu yöndedir.
Hasan Nasrallah tarafından kurulup geliştirilen Hizbullah, Lübnan siyaseti içerisinde ana belirleyici unsur haline gelmiştir. Hizbullah merkezi hükümetin iç politikalarına, gerekmedikçe karışmamakta, ülkede operasyon planlayan dünya güçleri ile Lübnan arasındaki ilişkilere odaklanmaktadır. Aslında devletin kendisi haline gelen Hizbullah, henüz -Taliban gibi- yönetimi tamamen kendi uhdesine alma aşamasına gelmemiştir. İşin bu aşamaya gelmemesi için de Avrupa, ABD ve vekilleri olan İsrail’in, ellerinden geleni artlarına koymadıklarını söylemeye hacet yoktur.
Lübnan aslında tarihi boyunca, kargaşadan uzak kalmıştır. Esas hareketlilik Aziz Mârûn (5. yy.ın başında öldüğü tahmin edilmektedir) adındaki keşişin 400’lü yıllarda kurduğu Marunîlik akımı ile başlamış, diğer kiliselerden ayrıldığı için dışlanmış ve zaman zaman fiziki saldırılara uğramıştır. Bu yüzden özellikle Haçlı Seferleri sırasında Franklar’la gerçekleştirdikleri temaslar Marunîler ile Fransa arasındaki ilişkilerin temelini oluşturmuştur. Marunîlerin Papalık ile olan ilişkileri İtalya ile ilişkilerini, Hıristiyan olarak İslam coğrafyasında bulunmaları ise Avrupa geneli ile ilişki kurmalarını sağlamıştır. Avrupa açısından bu tip ilişkilerin siyasi, askeri ya da ticari çıkarları açısından elverişli görülmekte olduğundan dünya üzerindeki tüm siyasi, etnik, dini, mezhebi vb. grupları ortaya çıkarmaya ve kullanmaya çalıştığı bilinmektedir.
Osmanlı egemenliğine Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında dahil edilen Lübnan coğrafyası 1516 yılından itibaren genel anlamda asude bir hayat yaşamıştır; ta ki Avrupa’nın sinsi bir şekilde 1850’lerde yeniden bölgeye girişine kadar. Mezhepleri üzerinden kışkırtılan Marunîler ve Dürzîler 1860’ta birbirine girmiştir. Kışkırtıcıları ise, kolayca tahmin edileceği üzere Fransa Cumhuriyeti idi. Dünyanın geri kalanı paylaşılırken Osmanlı coğrafyası sömürgeci rakiplerin ağzını sulandırmaktaydı. Osmanlı topraklarına gözünü dikenlerin önde gelenlerden biri de Fransa’ydı. O dönemin diğer küresel gücü İngiltere ile meşhur Skyes-Picot anlaşmasını 1916’da imzalamış, Suriye ve onun parçası sayılan Lübnan Fransa’ya, Bağdat-Basra ile Hayfa-Akka İngilizlere peşkeş çekilmişti.
Cebel-i Lübnan İsyanı, Fuad Paşa tarafından 1861’de bastırılmış, ardından bir mutasarrıflık kurularak Marunî ve Dürzîler arasına mesafe konulmuştu. Bu durum Birinci Dünya Savaşının sonuna kadar sürdü. 1918’de kaybedilen savaş Osmanlının sonunu getirirken Lübnan da elden çıkmış, 402 yıllık Osmanlı hakimiyetinin ardından, Fransa’ya manda olma dönemi başlamıştır. Lübnan artık, Fransa’nın masalları ile zihinleri işgal edildiği için bağımsızlık hayalleri kuran Marunîler sayesinde Fransız mandasıydı.
Lübnan’da oyunu Marunîler üzerinden kuran Fransa, siyasi düzende de liderliği -azınlık olmalarına karşın- Marunîlere vermiş, Dürzilerle paylaşılan bir düzen oluşturulmuştu. Dürzîler Müslümanlarla iş birliği yapmışlar ve Müslümanların sistem içerisine girmelerine önayak olmuşlardır. Kökeni 10. yüzyıla dayanan ve İslam’dan ayrılmış sapkın bir kol olarak tanımlanan Dürzîler yoğunlukla Suriye’de, bir miktar da Lübnan’da bulunmaktadırlar. Lübnan nüfusunun yüzde 5’ini oluşturdukları, dünyadaki toplam nüfuslarının ise bir milyon civarında olduğu sanılmaktadır. Dürzîler Fransa tarafından Marunîlere karşı kışkırtılırken, bugün de Suriye’deki üç gruptan biri olarak İsrail’in elinde çok kullanışlı bir araca dönüşmüş bulunmaktadırlar.
Fransa’nın kurduğu manda yönetimi İkinci Dünya Savaşı ile sona ererken, Lübnan’ı etkileyen en önemli gelişme 1948’de Siyonist rejimin kuruluşu olmuştur. Öz topraklarından kahren ve zorla sürgün edilen Filistin halkı Ürdün’e ve Lübnan’a yönelmişti. Ülkedeki Filistinli ve dolayısıyla Müslüman nüfusun artışı sistemin sahiplerini tedirgin ediyordu. Filistinliler kamplarda yaşamaya mahkûm edilmişlerdi.
Lübnan kendi içinde bir denge bulmaya çalışırken, burnunun dibinde de bir ‘Filistin davası’ büyüyor ve Arap rejimleri İsrail’le mücadeleyi kendi üzerlerinden atmak için bir örgüt planlıyorlardı. 1964 yılında tüm Filistinli grupları bir araya toplama iddiasıyla kurulan bu yapı Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) idi. FKÖ Kahire’de Arap Birliği tarafından kuruldu. Kısa zamanda gelişen örgüt, üslerini Ürdün’de yapılandırdı ve buradan İsrail’e yönelik eylemlere başladı. Elbette bu durumun Ürdün tarafından kabulü mümkün değildi. Ayrıca FKÖ’nün ülkede güçlenmesi ve siyasete dahil olma ihtimali Ürdün kralını, örgütü ülkeden çıkarmaya zorladı. Ürdün ordusu büyük çatışmalarla FKÖ’yü Ürdün’den kovarken, örgüt çareyi Lübnan’a sığınmakta buldu. Böylece Lübnan’da bugüne kadar sürecek büyük denge değişikliği gerçekleşti. Zaten kalabalık olan Lübnan’daki Filistinli nüfus artık bir askeri güce de sahip oluyordu. FKÖ Lübnan’a 1970’te taşınırken hem siyasi hem de iktisadi olarak zayıf olan Lübnan, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı mağluplarından Fransa’nın da desteğini fazla alamıyordu. Bu şekildeki sürdürülemez düzen 1975 yılında başlayacak iç savaşın zeminini hazırlamaktaydı. FKÖ’nün varlığı 1982 yılında İsrail’in ülkeye saldırısına da bahane oluşturmuştu. Nihayetinde FKÖ ve kurucu lideri Yaser Arafat (ö.2004) 1983’te ülkeden çıkarılarak, Tunus’a göç etmek zorunda bırakıldı.
Ülkede birçok şehirde dağınık olarak bulunan Sünnilerin, Lübnan nüfusunun yüzde 30’unu, Şiilerin yüzde 25’ini, Hristiyanların ise yüzde 40’ını oluşturduğu sanılmaktadır. ‘Sanılmaktadır’ çünkü ülke tarihinde tek nüfus sayımı 1932 yılında, Fransız mandası döneminde yapılmış ve siyasi düzen bu sayımın sonuçlarına göre inşa edilmiştir. 1943’te varılan anlaşmaya istinaden yeni Anayasa ve Ulusal Pakt’a göre Cumhurbaşkanının Marunî Hristiyanlardan, Başbakanın Sünni, Meclis Başkanının ise Şiilerden seçilmesi gerekmektedir. Meclis üyelikleri ise 6/5 oranında Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında pay edilmektedir. Bu paylaşım, iç savaşı bitiren 1989 Taif anlaşması ile 1/1 şekline dönüştürülmüş, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Meclis Başkanı ile ilgili bir takım kısmi düzenlemeler yapılırken Ulusal Pakt’ın ana yapısı da korunmuştur. Hali hazırda bu düzen işlemektedir ancak Lübnan’ın içinden çıkamadığı kaosun temelinde yatan asıl sorun da budur. Egemenliğin 3 parçaya bölünmesi ve dolayısıyla her bir parçanın kendisine yurtdışından bir destek aramak zorunda kalması, ülkedeki her meselenin dış müdahalecilerin hesaplarına göre bir muamele görmesine neden olmaktadır. Ancak taraflar bu düzeni değiştirmek de istememektedirler. Ülkede yeniden bir sayım yapılmıyor, çünkü hem iç savaş döneminde hem sonrasında batıya göçenler Hristiyanlardı ve nüfus artışları da kısıtlıydı. Aynı durum Dürzîler için de geçerli iken, genel fikir ülkede Şii ve Sünni nüfusun baskın hale geldiğidir. Bu da yeni bir sayımın yapılması halinde yönetimin birçok kademesinin artık Hristiyanların elinden çıkacağı anlamına gelmektedir.
Öte yandan ülkenin ekonomisi sıcak paraya, turizme ve tarıma dayanmaktadır ki bunlar da en küçük kaos ortamında kolayca uçup giden varlıklardır. Durum böyle olunca, ülkedeki en etkili güç olan Hizbullah, sahip olduğu gücü, akıbeti belirsiz yeni bir maceraya atmak istememektedir. Ayrıca hali hazırdaki kurulu düzen, Fransa’nın desteğini kaybetmemek adına, düzenin değişmesi için çok ısrarcı olmamaktadır. Çünkü Fransa her ne kadar eski gücüne sahip değilse de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahip 5 üyeden biri olarak ABD ile en azından bir dengeleme unsuru oluşturabilir pozisyondadır. Benzer bir durum Suriye’de de söz konusudur. Fransa Skyes-Picot’tan beri kendi uhdesinde gördüğü Suriye’yi, ABD’nin gölgesinde kalsa da bırakma niyeti taşımıyor.
Dünyanın jandarması ABD’ye gelince, Lübnan’ın bu ülkeyle siyasi ilişkileri, İkinci Dünya Savaşının bitiminden hemen öncesinde, 1944 yılında Fransa mandasının sona ermesi ve bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte başlamıştır. Dünyanın sömürgeci güçlerinden ellerindeki ülkeleri teker teker toplamaya başlayan ABD’nin o tarihlerde Lübnan’ı kolay lokma olarak gördüğü, Fransa’nın ardından hızlıca giriş yapmasından anlaşılmaktadır. Ülkeye ilk ABD askerleri ise 1958’deki siyasi kriz sayesinde çıkmıştı. Bu süreç 1983’te Hizbullah’tan aldığı ağır darbe ile büyük bir kesintiye uğrayacaktır.
Siyasi ilişkiler öncesi ABD, Fransa’nın 1860’larda Lübnan’a girmesinin ardından, misyoner okulu Suriye Protestan Koleji ile ilk hamlesini yapmıştı. ABD lehine çalışan misyoner koleji, daha sonra, 1920’de Beyrut Amerikan Üniversitesi adını alacaktır. Halen Lübnan başbakanlığını yürüten Sünnî Nevvaf Selam, bu üniversitede uzun yıllar ders vermiş ve dekanlık yapmıştır. 9 bin öğrencisi bulunan ABD destekli üniversitenin 400 milyon doların üzerinde yıllık geliri bulunmakta, yaklaşık 800 milyon dolar da bağış almaktadır. Üniversite dünya sıralamasında 237, Arap dünyasında 6. sırada yer almaktadır. Fransızlara ait olan diğer üniversite ise yine misyoner kökenli ancak bu kez Katolik olan, Beyrut Saint Joseph Üniversitesidir. 12 binin üzerinde öğrencisi bulunan bu üniversite Fransa Cumhuriyeti tarafından desteklenmektedir. Bu üniversitenin kökeni de 1839’da Fransız Cizvit misyonerlerin kurduğu liseye dayanmaktadır. Bu üniversiteler Hristiyan nüfusun daha eğitimli hale gelmesini sağlamıştır. Fransa ve ABD’nin Lübnan’a geliş tarihleri ve kurdukları okul tipleri arasındaki benzerlikler dikkat çekicidir. Her iki üniversite arasında gizli bir rekabet söz konusudur. Lübnan cumhurbaşkanlarının çoğu bu iki üniversiteden mezundur.
Lübnan tarihini ikiye ayırmak gerekirse, iç savaş öncesi ve sonrası en anlamlı tasniftir. İç savaşa kadarki dönemde ABD, Rusya, Fransa, İngiltere, Mısır gibi güçlerin mücadele merkezi haline gelen ülke, iç savaş sırasında ve sonrasında da bölgesel güçler olan Suriye, Suudi Arabistan, İsrail ve İran’ın etkileme çabalarına sahne olmuştur.
İç savaşı bitiren Taif Anlaşması Suudi Arabistan’ın Taif kentinde 1989’da yapılmış, ardından Suudi Arabistan desteğinde Sünni Refik Harirî hükümeti kurulmuştur. Oldukça büyük bir servetin sahibi olan Harirî ve Suudilerin desteği sayesinde sıcak para girişi ekonomiyi işler hale getirmiş, ancak bu da fazla uzun sürmemiştir.
Lübnan’ı nüfuz bölgesi gören Suriye, gerektiğinde askeri olarak Lübnan’a girmekten çekinmedi. Beyrut ise Suriye’yi istemiyordu. İç savaşın başlaması ile 1976’da ülkeye giren Suriye ordusunun müdahalesi, Lübnan’ı ve FKÖ’yü kontrol altına alma, İsrail’e ve ABD’ye karşı bir denge oluşturma politikası güdüyordu. Suriye 1967’de Golan Tepelerini İsrail’e kaptırmış, 1981’de İsrail buraları ilhak ettiğini duyurmuştu. 1982 yılı ise İsrail’in Lübnan’a ilk ciddi müdahalesini yaptığı tarihtir. İsrail-Lübnan arasında yapılacak anlaşmayı engelleyen Suriye, buradaki İslami muhalefeti de İsrail işgaline karşı destekledi. 1990’da iç savaşı bitiren Suriye ülkede tam nüfuz sağlamış oldu. Taif Anlaşması ile çekilmesi beklenen Suriye güçlerini çekmezken, 2005 yılında yaşanan suikast ile mecburen çekilmek zorunda kaldı. Başbakan Refik Harirî, Suriye’nin ülkeden çekilmesi yönünde iç ve dış baskılara rağmen Şam’a gidip bir anlaşma ile dönerken havaya uçuruldu. Suikastın faili olarak oklar Suriye’ye çevrilince Suriye Lübnan’dan çekilmek zorunda kaldı. Ancak Lübnan üzerindeki İsrail baskısı ve işgali, Suriye’nin desteğine ihtiyaç duyulmasının ana nedeni olmaya da devam etti.
Maddi gücü ve ABD desteği ile bölgesel bir aktör olan Suudi Arabistan da Lübnan’a nüfuz etmek isteyen rejimlerden biridir. Suudilerin Lübnan’daki etkisi diğerlerine göre oldukça sınırlıdır ve Sünni başbakanların maddi olarak desteklenmesinin ötesine geçememiştir. İç savaş sonrası Refik Harirî’nin arkasında duran ve milyarlarca dolar harcayan Suudiler, rakip olarak gördükleri İran’ın desteklediği Hizbullah’ın güçlenmesine engel olamadılar. Suikast sonrası oğul Saad Harirî’yi desteklediler fakat babası kadar güçlü bir profile sahip olmayan Saad Harirî bizzat Suudi prensi Selman tarafından görevden alındı. Böylece Lübnan’a sağlanan destekler de kesildi. Suudilerin Lübnan’ın siyasi haritasını değiştirme gücü bulunmamaktadır.
Genelde Lübnan’ın, özelde Hizbullah’ın üzerinde en büyük etki gücüne sahip ülke hiç kuşkusuz İran’dır. Hizbullah’ın 1982 yılında, iç savaş sırasında kurulduğunu belirtmiştik. Kökeni 11. yüzyıla kadar uzanan Lübnan’daki Şii varlığının iç savaşa kadar herhangi bir askeri gücü yoktu. Tek caydırıcı güçleri, sahip oldukları insan gücüydü. Ancak yaklaşan iç savaş 1974’te bir milis gücü olarak Emel Hareketinin doğuşuna ortam hazırladı. İran’dan gelen Musa es Sadr’ın öncülük ettiği, ilk ismini ‘Mahrumlar Hareketi’ olarak alan Emel Hareketi Suriye yanlısı ve İsrail karşıtı bir pozisyon aldı ama diğer milis güçler gibi saldırgan bir tutum izlemedi. 70’lerin sonunda örgüt içinde yöntem konusunda fikir ayrılıkları başladı. Siyaset içerisinde Şiilerin temsilini önemseyen hareketin liderliği, Sadr sonrasında seküler sol kanadın eline geçti. Hareketin lideri, 1992’den bu yana Lübnan Meclis Başkanlığını yürüten Nebih Berrî’dir. Emel Hareketi içerisindeki devrimci kanadı ise İran bizzat destekliyordu. Hareketi yönlendirmek mümkün olmayınca İslamcı muhalefet yeni bir örgütü, 1982’de kurulan Hizbullah’ı ortaya çıkardı. Başlangıçta küçük örgütler ‘Hizbullah’ adını kullanıyorlardı. ‘Hizbullah’ın bugün bildiğimiz örgüt haline gelmesi için 1985 yılı milat sayılmaktadır. Öte yandan, siyasetin içine fiilen kayan Emel Hareketi, İslam devrimini benimsemeyenlerle yoluna devam etti. Her iki hareketin de ülkede uzun yıllardır ezilen Şiilerin tahkimi açısından önemli rol oynadığını belirtmemiz gerekmektedir. Böylece Lübnan siyaseti üzerinde Şii nüfus dikkate alınan bir siyasi güç haline gelmiştir.
Bu noktada kurucu lider Musa es Sadr’ın aniden ortadan kaybolmasına ilişkin de bir not düşmemiz gerekmektedir. 1978’de yanında iki arkadaşı ile birlikte Libya’ya giden es Sadr, Kaddafi ile görüştükten sonra kendisinden bir daha haber alınamamıştır. Halen ölmediği ve geri döneceği yönünde Şiiler arasında bir inanç halen olsa da Kaddafi’nin öldürdüğü ya da huzurunda öldürüldüğü şeklinde açıklamalar basına yansımıştır. Bunlar arasında en önemlisi, Mısır’ın devrik lideri Hüsnü Mübarek’in notlarıdır. Mübarek, Sadr’ın Kaddafi ile bir tartışma yaşadığını, Kaddafi’nin bizzat kendisinin uyguladığı 4 saat süren işkence sonunda Sadr’ın öldüğünü ve cesedinin denize atıldığını iddia etmiştir. Kaddafi’nin oğlu Seyfülislam Kaddafi’nin yardımcılarından biri de benzer açıklamalar yapmış, Sadr’ın baba Kaddafi tarafından öldürüldüğünü ve cesedinin denize atıldığını batılı bir gazeteciye anlatmıştı. Humeyni’nin ‘oğlum gibi severim’ dediği 1928 doğumlu es Sadr’ın ortadan kaybolması ile hareketin liderliğine Nebih Berrî geçmişti.
Nasrallah tarafından kurulduğu tarihten itibaren Hizbullah’ın sürekli bir gelişme süreci yakaladığı görülmektedir. Sosyal yönden devlet gibi hizmet üreten Hizbullah, kendi bölgelerinde daha sıkı ve koordineli bir yapı kurmuş durumdadır. Silahlı gücü de Lübnan ordusuna göre çok daha iyi seviyede olan Hizbullah’ın İran’dan ne kadar silah yardımı aldığı, ne kadarını kendisinin ürettiği net olarak bilinmemektedir. Kendi içinde güçlü bir disipline sahip olan örgütün ana motivasyon kaynağı ise, hem Lübnan’ın hem bölgenin hem de dünyanın baş belası olan İsrail’dir. Hizbullah’ın merkezi, ülkenin güneyindedir.
İsrail’in 1982’de başlayan işgali, Mısır’la 79’da imzaladığı Camp David barış anlaşmasından sonradır. FKÖ bu işgal sonrası ABD ile anlaşarak merkezini Tunus’a taşımıştı. Kısa süre sonra İsrail yanlısı Hristiyan Falanjist aynı zamanda bir Müslüman kasabı olan Cumhurbaşkanı Beşir Cemayel suikastla yok edildi. Bunun üzerine İsrail himayesindeki Hristiyan milisler Sabra ve Şatilla kamplarında tarihe geçecek bir katliama imza attılar. Lübnan’a kaçan Filistinliler burada da İsrail ve Hristiyan zulmüne maruz kalırken bunun ardından Hizbullah ilk eylemlerini gerçekleştirdi. ABD büyükelçiliğine ve ABD-Fransız askeri üssüne düzenlenen bombalı eylemlerden sonra bütün ABD askerleri ülkeden çıkıp gitmek zorunda kaldı.
İsrail’le savaşı Lübnan adına aslında Hizbullah sürdürürken, 82’de başlayan işgal 2000 yılında bu direniş sayesinde sona erdirildi. İsrail bunun acısını çıkarmak için Suriye’nin 2005’te çekilmesini bekleyip 2006’da tekrar saldırdı. 33 gün süren savaştan Hizbullah büyük başarı ile çıkarken, savaş bir ateşkes anlaşması ile sona erdi. Hizbullah böylece İsrail’e yenilgi tattıran ilk Arap birliği oldu. Bu zamana kadar Arap rejimlerinin İsrail’le yaptıkları savaşlardan İsrail galip çıkmıştı. Bu başarı Hizbullah’ı daha da şöhretli hale getirecek ve artık İsrail’in en zorlu rakibi sayılacaktır. Tabi Suriye’nin ve İran’ın verdiği desteğin önemini hatırda tutmalıyız. Bununla birlikte Hizbullah doğrudan Suriye ve İran’ın bir uzantısı olmaktan çıkarak Lübnanlılaşmış sayılmaktadır. Lübnan’da zemininin sağlamlaşması gerekliliği de örgütü buna zorlamıştır. İç savaş sonrası Hizbullah’ın kimliği aslında ‘Lübnan Hizbullah’ı olarak belirginleşmiştir. Meclis içerisinde birçok milletvekili ile temsil edilen Hizbullah, zamanla sistem içi birçok oyuncu ile ittifak da kurmuştur. Hizbullah, kendisine yapılan silah bırakma baskılarına çok güçlü şekilde direnebilmektedir. Bu konuda en cevval olan da örgütün devrimci tabanıdır.
Hizbullah ile İsrail arasında 2006’dan sonra da karşılıklı saldırılar, düşük düzeyde de olsa devam ederken, 2023’teki Aksa Tufanı operasyonunun ardından Hizbullah’ın Hamas’a destek saldırılarına karşılık, İsrail yeniden Lübnan’a girdi. Bu kez Hizbullah’ın üst kadrosu hedef alındı. Örgütün kurucu lideri Nasrallah ve birçok arkadaşı şehid edildi. Halen örgütün liderliğini Naim Kasım yürütmektedir.
Bugüne gelirken, hatırda tutulması gereken iki nokta bulunmaktadır. Birincisi şudur: Lübnan’da mezhepler çatışması değil, güç gruplarının iktidar mücadelesi yaşanmaktadır. İkincisi ise, her grup, harici bir büyük devletten yardım almaktadır. Aldıkları desteklerle en fazla başarı sağlayan Hizbullah olmuş ve neticede küçük bir devlet gücüne erişmiş durumdadır.
Suriye’de yaşanan iktidar değişimi, ülkede büyük sancıları beraberinde getirirken, Suriye ile bağlantıları süren ve çok parçalı yapıya sahip Lübnan’da da benzer bir durumu yaşamak istemeyen ABD’nin uzun süredir devam eden uğraşları nedeniyle Lübnan yine gündemin üst sıralarına yerleşmiş bulunmaktadır.
Özellikle son bir yıldır Lübnan’a gönderilen birçok siyasî ve diplomatın yetersiz kalmasının ardından, Trump yönetimi ABD’nin Ankara Büyükelçisi Thomas Barrack’ı önce Suriye Özel Temsilcisi, ardından da Lübnan’a elçi olarak istihdama başladı. Barrack’ın Lübnan’a art arda yaptığı seyahatler, Lübnan’da bir yönetim sisteminden ziyade Hizbullah’ın silah bırakmasına odaklanmış görünmektedir. Bütün Amerikan temsilcileri, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Meclis Başkanı ile görüşmelerinde aynı baskıyı sürdürmektedirler. Hizbullah net bir şekilde, silah bırakmayacağını ilan etmesine karşın Amerikan temsilcilerinin baskı ve tehditleri sürmektedir.
Geçtiğimiz ay Beyrut’a yaptığı bir ziyarette Barrack, yine silahların bırakılmasını istedi, yasanın da bunu emrettiğini, Lübnan’da tek bir silahlı kuvvet -Lübnan ordusu- bulunması gerektiğini, bu arada İsrail’in de Lübnan’a saldırmayacağını öne sürdü. Ancak o konuşurken dahi İsrail saldırıları kesintisiz olarak sürüyordu. ABD’nin herkesi kör sağır zanneden o bilindik tutumu Lübnan’da bir kere daha kendini gösterdi. İsrail’den herhangi bir ahlaki ilke beklenemeyeceği için, onun hiçbir sözüne güvenilemez, hiçbir vaadi ciddiye alınamaz. İsrail’in vasisi ABD’nin de İsrail adına vereceği herhangi bir söz Lübnan Müslümanları nazarında geçersizdir.
İsrail kurulduğu günden bu yana ortaya çıkan sorunların tamamı Lübnan’ı en yakından alakadar etmiştir. Lübnan’ın kendi içerisinde birlik ve dirlik sağlayamamasında İsrail şeytanının rolü büyüktür. Zira bu şeytan, kuzeyinde -hem de Hizbullah gibi- güçlü bir komşunun bulunmasının ne anlama geldiğini çok iyi bilmektedir. Refik Harirî döneminde olduğu gibi herhangi bir düzelme durumunda, bir suikastla ya da -2020’de liman patlamasında olduğu gibi- bir patlama ile bütün düzen sarsılmakta, bütün işlerde tekrar başa dönülmektedir. Bu da İsrail’in beklediği istikrarsızlığın ta kendisidir. Ancak bir türlü kıramadığı Hizbullah direnişi, İsrail’in kanına dokunmakta, uykularını kaçırmaktadır.
Olayın daha küresel boyutlarına bakmak gerekirse, Suriye’de yaşanan değişimle özelde Fransa’nın, genelde Avrupa’nın ikinci plana düşmesi, Beyaz Saray liderliğinde Suriye’de yeni bir yönetimin peydah edilmesini sağlamıştır. Türkiye ve Suudi Arabistan’ın himayesinde Şam’daki yeni yönetimin siyasi, askeri ve ekonomik eksikleri giderilmek istenmekte, Pentagon destekli doğudaki Kürt isyancılar da sisteme entegre edilmeye sevk edilmektedir. ABD’nin amacı Suriye’yi İran nüfuzundan çıkarmakla kalmamakta, Sykes-Picot ile Fransa’ya temlik edilen, Rusya ve İran’ın nüfuz alanında kalmış Suriye’yi kendi uhdesine almaktır. Öte yandan yine Pentagon destekli İsrail, etrafındaki Arap halklarını, onları kontrol altında tutan rejimleri üzerinden İbrahim Anlaşmaları ile ellerini kollarını bağlamayı tasarlamaktadır. Bu sebeple bilhassa Suudi Arabistan ve yeni Suriye için hazırlıklar sürmektedir. Gelen sinyaller çok kısa bir zaman sonra Suriye ile imzanın atılacağı yönündedir. Geçtiğimiz günlerde Paris’te bir araya gelen Suriye Dışişleri Bakanı, Fransa Dışişleri Bakanı ve Barrack arasında bu konu da masaya yatırılmıştır.
Aksa Tufanı her ne kadar bu işleri geciktirmiş olsa da Washington yönetimi, karakolu İsrail’in etrafındaki siyasi koruma kalkanını kurmakta kararlı görünmektedir. Bu süreçte Suriye ile birlikte Lübnan’da da muhalif oluşumların bertaraf edilmesi ABD şeytanının hedefleri arasında bulunmaktadır.
Suriye ve Lübnan, öteden beri hem coğrafi olarak hem nüfus içerisindeki etnik ve dini gruplar açısından büyük benzerlik ve bütünlük arz etmektedir. Lübnan’da bulunan Dürzi, Maruni, Sünni ve Şii grupların hepsinin Suriye’de bağlantılı olduğu gruplar bulunuyor. Dolayısıyla Suriye’deki siyasi dalgalanmalar Lübnan’ı etkilediği gibi, tersi de mümkündür. Suriye’de ABD baskısı ile zoraki de olsa İbrahim Anlaşmalarına imza atılmasının Lübnan’da nasıl sonuç vereceği, aynı zamanda Suriye’deki grupların Lübnan’dan -Hizbullah’tan- nasıl bir destek sağlayacağı da şu an meçhuldür. Bu manada ABD için acil olan bir an önce Hizbullah’ın silahlarının bıraktırılmasıdır. Lübnan’daki diğer grupları hem Hizbullah gücünde olmadıkları hem de uzlaşmacı olmaları itibariyle daha kolay yönlendirmek mümkündür. Bir taraftan Suriye’yi İsrail’e doğru itekleyen ABD’nin Hizbullah silahları için neredeyse haftada bir Beyrut’a gidip baskı yapmasının nedeni budur.
Buna karşılık İsrail’in saldırılarının durdurulması için Lübnan’dan ABD’ye yapılan talep, bizzat siyonist rejim tarafından reddilirken, güney Lübnan’da işgal ettiği beş noktadan çekilmesi talebine yanıt bile verilmedi. ABD kimilerine al-ver stratejisi uygularken, sıra Lübnan’a gelince hiçbir şey vermeden alma hevesine kapılmış görünmektedir.
Suriye’de İran’ın nüfuzunun bitirilmesi, bu nüfuzun üzerine etkili olduğu Şii nüfusun da bittiği anlamına gelmemektedir. Bu hem Suriye hem Lübnan için geçerlidir. Bu nedenle ABD, bir yandan da İran’la anlaşma yapmaya çalışmaktadır. Ancak savaş yanlısı neoconlar ve Pentagon da, Beyaz Saray’ın planlarını baltalamak için pusuda beklemektedir.
Lübnan’da Başbakanlığa getirilen Sünni isim Nevvaf Selam, ABD ile yakın ilişkileri ile biliniyor. Zaten son görev yeri de, ABD’de bulunan Birleşmiş Milletler’di hem de 18 yıldır. İsrail saldırıları boyunca dünya kamuoyunu İsrail aleyhine adım atıyormuş gibi yaparak oyalayan Uluslararası Adalet Divanı’nın da bir yıldır başkanlığını yürütmekteydi. İlk olarak 2022’de başbakanlığa aday gösterilmiş ancak diğer sünni aday Necip Mikati’nin oldukça gerisinde kalmıştı. Necip Mikati Lübnan’ın en zengin kişisi olduğu ve diğeri kadar ABD memuru görüntüsü vermediği için parlamentodaki seçimi üçüncü kez kazanmıştı. 2024 Aralık ayında Suriye’deki değişimin hemen ardından Ocak 2025’de Lübnan parlamentosunda yapılan seçimde bu kez 128 milletvekilinin 84’ü tarafından aday gösterilen Nevvaf Selam kazandı. ABD lehine sistem içinde en güçlü temsil böylece sağlansa da Maruni Cumhurbaşkanı Aoun, Fransa’dan aldığı destekle ABD’ye şuan dirsek gösterebilmektedir. Barrack’ın ziyaretlerinde ikna etmeye uğraştığı isim de odur.
Bu arada Fransa’nın yine geçtiğimiz günlerde yaptığı bir hamle de dikkat çekmektedir. 41 yıldır Fransa’da hem de hücrede tutulduğu iddia edilen George Abdallah isimli Lübnanlı eski militan ve Lübnan Silahlı Devrimci Güçleri’nin kurucusu serbest bırakılarak Beyrut’a gönderildi. Maruni Hıristiyan kökene sahip Abdallah, Amerikalı ve İsrailli diplomatlara suikast düzenlemekten mahkum edilmiş, cezasının sona erdiği iddiasıyla da bugünlerde serbest bırakılmıştır. Anlaşılan o ki, ABD ve İsrail baskısı ile Lübnan’da işler yeniden karışacak olursa Fransa desteklediği Marunilerin gerektiğinde bir milis gücü oluşturabilmesi, gerektiğinde de özel hedeflere hamle yapabilmesi için bir destek sağlamıştır. Keza Abdallah’ın bırakılmasına en sert tepkiyi ABD Dışişleri Bakanlığı vermiştir. Bakanlık sözcüsü, serbest bırakılma kararını reddederek, kararın yurtdışındaki ABD diplomatlarının güvenliğini tehdit ettiğini belirtmektedir. Lübnan’da kahraman gibi karşılanan Abdallah’ın ilk sözleri ise “Ne yazık ki milyonlarca Arap, Filistinli çocuklar açlıktan ölürken sadece izliyor; bu, tarihe karşı utanç verici bir durum.”, “Muhammed’in Kâbesi’ne birkaç adım mesafede, Filistinli çocuklar açlıktan ölüyor, Mısırlı denizciler sadece izliyor! Mısır’ın kadınları ve erkekleri nerede? Eğer bir milyon kişi Refah sınırına inse bu soykırım sona erer.” olmuştur. Bu sözlerin muhatabı başta Arap kamuoyudur ve duygulara hitap etmektedir. Fransa ve Maruniler lehine oyuna sürülen yeni oyuncunun ısınma turlarıdır.
Lübnan’da bundan sonra Hizbullah’ın direncini kırmaya yönelik şekilde ABD baskısının artacağı rahatlıkla öngörülebilir. Bununla birlikte İsrail’in dizginlenmemesi, Gazze’ye, Lübnan’a, Suriye’ye ve Yemen’e süren ve tepkileri hiçe sayan saldırıları, Lübnan’daki direniş ruhunu ve Hizbullah’ı canlı tutmaya devam edecektir. Hizbullah’ın varlığı aynı zamanda Hamas’a da büyük güç katmaktadır.
Öte yandan İsrail’de olası bir yönetim değişikliği ile, dünya kamuoyundaki baskılar doğrultusunda işgal güçlerinin Lübnan’dan çekilmesi, Suriye’de Golan Tepeleri dışında işgal ettiği noktalardan çekilmesi halinde, bu durum ABD’nin Lübnan’da işini kolaylaştıracaktır. Ancak bunların hiçbiri Hizbullah’ın -ya da Gazze’de Hamas’ın, Yemen’de Ensarullah’ın- silahlarını bırakması için yeter sebep değildir. Yemen, Gazze, Lübnan, Suriye ve İran’dan oluşan direniş ekseni şu anda birbirinden kopartılmış, bağlantıları kesilmiş durumdadır. Bir müddet bu grupların kendi içine kapanması ve kendilerini korumaya alması, bir süre bölgedeki yeni gelişmeleri beklemeleri mümkündür.
Küresel müstekbir güçlerin mevcut küresel düzen içerisindeki çatışmaları sürdüğü müddetçe, Lübnan’daki düzenin de bu şekilde sürmesi şaşırtıcı değildir. Lübnan’daki düzeni dengeleyen de aslında bu çatışmadır. Washington yönetiminin diplomatik gücü bu dengeyi bozmaya yetmemektedir. Lübnan’da bir ulusal kimlik kurulamaması ABD için bir handikaptır. Benzer durumun sıkıntısını Suriye’de de yaşamaktadır. Suriyelilik kimliği etrafında toplanamayacak olan Suriye’deki grupların uzantıları aynı şekilde Lübnan’dadır. ABD’nin Lübnan’daki başarısızlığı Suriye’deki yeni düzeni de baştan sakatlayacaktır.
Büyük Ortadoğu Projesi ile İslam dünyasındaki statükoyu değiştirmek isteyen ABD, birçok ülkede statükonun kendi lehine dönmesini sağlamıştır. Bunun son örneği Suriye’de kotarılmak istenmektedir. Lübnan’da ise, gerek dış baskı gerek içerideki protestolarla ve ABD’nin açık tehditlerine rağmen projesi çökmüş durumdadır. Diğer Arap ülkelerine göre eğitim düzeyi çok daha yüksek olan Lübnan’da direnişin de örgütlenme kapasitesi, disiplini, istihbaratı, vizyonu çok daha iyi durumdadır. Diğerlerinde devlete bağlı statükoya karşılık, Lübnan’da statüko ile Hizbullah ayrımı ve aralarında bir ittifak söz konusudur. Ayrıca direniş geniş bir halk tabanına dayanmaktadır. Hizbullah kuruluşundan itibaren diğer örgütlerden farklı olmuştur. Kendi içindeki disipline karşın diğer gruplara karşı esnek olmuştur.
16 Şubat 1985’te yayınlanan ve kuruluş bildirgesi sayılan Açık Mektup’ta kendisini bir ulusal hareket olarak tanımlamış, dünyanın ve Lübnan’ın bütün ezilenlerine hitap ederek, Lübnan’ın ve kendilerinin asıl düşmanlarının ABD, İsrail, Fransa ve Falanj militanlar olduğunu belirtmiştir. Hizbullah kuruluşunun amacını da o mektupta şöyle ifade etmiştir:
“Oğullarımız, aşağıdaki hedeflere ulaşılana kadar bu düşmanlarla giderek artan bir çatışma içindedir: -İsrail’in Lübnan’dan nihai olarak ayrılması, nihai yok oluşunun ve kutsal Kudüs’ün işgalin pençelerinden kurtarılmasının habercisidir. -Amerika, Fransa ve müttefiklerinin Lübnan’dan nihai çıkışı ve ülkedeki herhangi bir emperyalist gücün etkisinin sona erdirilmesi. -Falanjların adil yönetime boyun eğmesi ve Amerika ve İsrail’in teşvikiyle hem Müslümanlara hem de Hristiyanlara karşı işledikleri suçlardan dolayı yargılanmaları. -Tüm halkımıza kaderlerini belirleme ve istedikleri yönetim sistemini tam bir özgürlükle seçme fırsatı vermek. İslam yönetimine olan bağlılığımızı gizlemediğimizi ve ülkemize yeni bir emperyalist sızma girişimini engelleyen ve herkes için adalet ve onuru garanti eden tek sistem olan İslami sistemi seçmeye teşvik ettiğimizi aklımızda tutarak.”
Lübnan ve direnişi konu aldığımız bu yorumumuz oldukça uzun olmasına karşın halen bir özet sayılmalıdır. Lübnan sadece üst kısmı suyun üzerinde görünen bir buzdağı gibidir. 1860 sonrası yaşananlar ciltleri dolduracak hacimdedir. Lübnan’ı Lübnan yapan ise oradaki direniştir, yoksa diğer minik körfez ülkelerinden bir farkı kalmazdı ki o ülkeleri farklı kılan sadece sahip oldukları ümmetin doğal kaynaklarıdır. Lübnan’da ise bu kaynakların hiçbiri yoktur ancak onurlu bir direniş vardır. Bundan sonra daha fazla duyacak olduğumuz Lübnan konusunda okuyucumuzun sağlıklı bir fikir sahibi olmasını umuyoruz.
***
Temmuz ayının son günlerinde ABD’den Gazze cihadıyla ilgili, ‘New York Deklarasyonu’ adında Siyonist bir proje düştü dünya gündemine. Kısaca proje Hamas’ı silahsızlandırmayı, dolayısıyla teslim almayı, Gazze’nin Hamas’tan tamamen arındırılarak Siyonist Mahmud Abbas idaresindeki Filistin Yönetimine devredilmesini öngörmektedir. 42 maddelik New York Deklarasyonunu 17 ülke, Avrupa Birliği ve Arap Birliği’nin imzasını taşımaktadır. Zaman zaman Hamas’a sahip çıkan (sahip çıktığı görüntüsü veren), Hamas terör örgütü değil, vatan savunması yapan örgüttür gibi cümleler kuran Türkiye yönetimi de Hamas’ı, sivilleri öldüren terör örgütü ilan eden bildiriyi imzalamış bulunmaktadır. Açıkça söylemek gerekirse 29-30 Temmuz 2025 tarihi İsrail dostu, Amerikan kölesi Arap-İslam ülkelerinin koşulsuz destekleri sayesinde Gazze’nin satıldığı tarih olarak kayıtlara geçmiştir. Ölümün her türlüsüyle izdivaç halindeki Gazze Müslümanlarına, Hamas’a ve Hizbullah’a Allah’tan selam, sabır, yardım, dayanma gücü diliyoruz. Gazze’ye her türlü hıyaneti ve zulmü reva görenlere de Âd, Semûd ve Firavun kavmi gibi kavimlerin başına gelenleri çağırıyoruz.
İktibas Dergisi, Ağustos 2025 yorumu














Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *