Ümmet coğrafyasının kan ağlayan bölgelerinden Suriye’de çok önemli gelişmeler yaşanıyor. Bu gelişmeler nasıl ortaya çıktı, ülkede, bölgede ve dünyada ne gibi etkiler üretti, üretecek ve bu işin sonu nereye varacak gibi sorular pek çok insanın gündeminde yer tutmaktadır.
Müslümanlar olarak bizim olan, bizden olan bu coğrafyanın da durumu maalesef yine başkaları tarafından belirlenmeye, biçimlendirilmeye çalışılmaktadır. Zira biz Müslümanlar olarak zihinsel ve pratik hiçbir hazırlığa sahip değilken, o başkaları gerek doğrudan gerekse de bizdenmiş gibi görünen uzantıları marifetiyle yine kendi çıkar ve düzenlerinin devamı ve tahkimi için yoğun çaba sarf etmektedirler.
Bu noktada Suriye ile ilgili iki temel soru önümüzde durmaktadır. İlki bu noktaya nasıl gelindi, hangi şartlar oluştu da bölgede mevcut rejimin tasfiyesi söz konusu olabildi. Öncelikle burayı anlamak önemlidir. Zira ikinci temel sorunun, bundan sonra ne olacak sorusunun cevabını verebilmek için, ilk sorunun cevabını doğru vermek gereklidir. Bölgede kim ne yapmak istiyor, kim kiminle iş tutuyor, bugüne gelene değin değişen dengeler nedir bilinmeden bundan sonrası için kestirimde bulunmak doğru olmayacaktır.
Suriye’de 27 Kasım 2024 tarihinde birdenbire patlak veren olaylar çok kısa süre içerisinde hemen hiç kimsenin öngörmediği, beklemediği şekilde ilerledi ve ülkeyi 61 yıldır idare eden, daha doğrusu zapt eden Baas rejiminin yıkılması ve onun son temsilcisi Beşar Esad’ın 8 Aralık’ta ülkeden kaçması ile sonuçlandı. Peki bunca uluslararası gücün aşık attığı, binbir dengenin sürekli değişerek hassas bir şekilde devam ettiği Suriye’de durum nasıl oldu da bu kadar hızlı ve derinden değişti?
Elbette mesele 12 günlük bir süreçten ibaret değildir. Suriye’de 2011 yılından beri devam eden iç çatışmalar, 600 bin civarında insanın hayatını kaybetmesi, çok daha fazlasının mülteci olarak dünya üzerine dağılması gibi sonuçlar doğurarak devam ediyordu. Dengelerin sürekli değiştiği, uluslararası aktörlerin bir öyle bir böyle müdahaleleri ve geri çekilmeleriyle konu dalgalı bir seyir izliyordu. Her ne kadar son dönemlerde Baas rejimi, Rusya ve İran’ın desteğiyle kontrolü büyük ölçüde ele aldığını düşünüyorduysa da aslında haberinin olmadığı başka hazırlıkların yapıldığını görmüş olduk hep beraber.
2011’den itibaren Suriye, resmi olmasa da fiili olarak 3 parçaya ayrılmış durumdaydı tıpkı Irak’ta olduğu gibi. Bu parçaların ilki Suriye’nin kuzeybatısında rejim muhaliflerinin hakimiyetinde kalan İdlib ve çevresi, kuzeydoğuda ve doğuda PKK/YPG’nin ve ABD’nin, başkent Şam’ın da içinde bulunduğu ülkenin güneyi ise Baas rejiminin hüküm sürdüğü alanlardı. Bu haliyle Suriye Suriye’den daha fazlasıdır diye ifade etsek yanılmış olmayız. Zira yukarıda saydığımız 3 bölgenin tamamında Suriye ve Suriyelilerin dışındaki aktörler etkindi. Ana aktörler, muhaliflerin kontrolündeki bölgede Türkiye, PKK’nın kontrolündeki bölgede ABD ve dolaylı olarak İsrail, rejimin kontrolündeki bölgede de Rusya ve İran’ın hakimiyeti söz konusuydu.
Bu üç ana bölge ve hâkim güçlerin son dönemdeki durumlarına bakıldığında, başta ABD’nin yeni başkanı Trump’ın bölge ile ilgili düşünceleri ve önceki başkanlık dönemi politika ve uygulamaları sebebiyle ABD açısından Suriye konusunda bir belirsizlik oluştuğu görülüyor. Rejim bölgesinde hâkim olan Rusya’nın, Ukrayna savaşı sebebiyle buradaki askeri varlığının önemli bir bölümünü geri çekmiş olması, İran’ın da Hizbullah ile İsrail arasında yaşanan çatışmalar sebebiyle güçlerinin önemli bir bölümünü Lübnan’a geçirmiş olması, aslında Türkiye’nin uzun süredir beklediği otorite ve güç boşluğunu da oluşturmuştu. Türkiye, Suriye’deki muhaliflerin İdlib’e toplanması ve bugüne kadar Suriye ve Rusya saldırılarından korunması için Astana süreçlerinde elinden gelen çabayı göstermişti.
Bir yanda, Türkiye’nin güneyinde bir küçük İsrail olarak tasarlanan PKK devletini kurmaya çalışan ABD, öte yanda Suriye’deki varlığını ve üslerini korumak üzere rejim ile beraber hareket eden Rusya ve bölgede nüfuzunu sağlamlaştırmaya ve artırmaya çalışan İran tarafından verilen sözler tutulmazken, yapılan anlaşmalar ihlal edilerek, Türkiye’nin uzun süredir geri adım atmak zorunda bırakıldığı bir vasat oluşmuştu. Ancak durumun tersine dönmesi için şartların oluşması ile Türkiye önce Esad ile normalleşme adımları attı ki bunun sonuç vermesi zaten beklenemezdi. Burnunun ucunu dahi göremeyen Esad yaklaşmakta olanı da göremiyordu, tıpkı diğer diktatörler gibi. Yaklaşık 13 yıldır 4 ila 5 milyon civarında Suriyeliye ev sahipliği yapan Türkiye, Suriye Milli Ordusu (SMO) ve İdlib’de HTŞ liderliğindeki muhaliflerle kurduğu ilişkileri bu ortamda somut sonuca çevirmek için harekete geçti.
Türkiye için bölgedeki en öncelikli konu şüphesiz ABD’nin arkaladığı PKK’nın ortadan kaldırılması, hiç değilse boşa çıkarılmasıdır. Bu bağlamda bugün olanlara bakıldığında meselenin sadece Suriye’de yaşananlardan ibaret olmadığını fark etmek zor değildir. Zira Devlet Bahçeli’nin Öcalan çıkışı da bulmacanın bir diğer parçasını oluşturmaktadır. Öcalan’ın gelip TBMM kürsüsünden PKK’yı lağvettiğini açıklamasını ve sonrasında gerekirse ‘umut hakkı’ denilen mekanizmayı çalıştırarak hürriyetine kavuşabileceğini dahi ifade eden iktidarın küçük ortağı, bu söylemi gerçekleştirmesi beklenen son kişiydi. Ancak hem Bahçeli’nin çıkışı hem de Erdoğan’ın Esad’a normalleşme çağrısı Suriye’deki operasyonun ön habercisi sayılabilir.
Evet, gelinen noktada zalim bir yönetim alaşağı edilmiş ve yarım asrı aşkın süredir istibdat ile yönetilen bir toplumun zincirleri kırılmıştır. Yıkılan Baas rejimi için yas tutacak var mıdır merak ediyoruz. Guantanamo veya Ebu Gureyb hapishanelerini aratmayacak derecede zalimlik ve kötülüğün yaşandığı Sednaya Hapishanesinden kurtulanlar herkesi sevindirmiştir. Yerin kat kat altına inşa edilen hücreler, üzeri betonla kapatılan mahkumlar, insanı presleyen makinalar, zindana tıktıkları savunmasız kadınlara reva gördükleri en aşağılık tecavüz vakaları sonucunda dünyaya gelen, geldiği dünyada hapishane dışında hiçbir yeri görmeyen, bilmeyen masum çocuklar. Dolayısıyla bir kişinin bile o hapishanelerde fazladan bir gün dahi geçirmemesini dilemekte, bunun müspet bir gelişme olduğunu kabul etmekteyiz. Maalesef on yıllardır uygulanan bu mezalimin bir tarafında doğrudan ya da dolaylı olarak İran da yer almıştır. Rus uçakları hedef gözetmeksizin Suriye’de muhalif bölgeleri havadan bombalarken, karada da İran destekli unsurlar büyük suçlara iştirak etmişlerdir. İran’ı toptan hedef tahtasına oturtmak mümkün değilse de karıştığı işlerin de sahiplenilmesi mümkün değildir. İran’ın tıpkı ulus-devletler gibi beka adına Suriye’deki güçlerine operasyon izni vermesi, İslam devleti şuurunun dış politikada devre dışı kalmasına neden olmaktadır. Bu da onulmaz yaraların ve tartışmaların açılmasına neden olmaktadır. Bununla birlikte, İslam’ın ve Müslümanların karşısındaki asıl düşmanın batı, bölgede başta İsrail ve müttefikleri ile giderek her tür batıl yönetim olduğunu unutmak ya da unutturmak için yapılan hiçbir tezvirata da geçit verilmemelidir.
Gelinen noktada mesele bundan sonra yaşanacak gelişmelerdir. Duamız Suriyeli kardeşlerimizin yağmurdan kaçarken doluya tutulmamalarıdır ancak bu konuda çok da umut vaad eden gelişmeler olduğu söylenemez. Suriye toplumunun toparlanması, organize olması, ekonomik, siyasi, sosyal sorunlarını çözebilmesi için önemli bir zamana, hatta zamandan önce kararlı bir iradeye ihtiyaç vardır. Esefle müşahede ediyoruz ki bu zaman zarfında yeni Suriye’nin inşası ve organizasyonu yine batı desteğiyle kurgulanacaktır. Zira görünürde bunu engelleyecek, yeni düzenin İslam’a göre oluşmasını temin ve tertip edecek bir güç de bulunmamaktadır.
Bundan sonraki muhtemel gelişmelere temelde iki açıdan bakmak doğru olacaktır. Birincisi bölgedeki mevcut güç odaklarının alacağı yeni pozisyon, ikincisi de bu odakların nüfuzuna bağlı olarak Suriye’de kurulacak yeni hükümet ve rejimin durumudur.
Rusya ve İran’ın Suriye’de kaybettiklerini söylemek bugün itibariyle doğrudur. Suriye’nin yeni döneminde bu iki ülkenin bir varlık göstermesi artık pek mümkün görünmüyor. Rusya’nın Suriye’deki Tartus Deniz Üssü ve Hımeymim Hava Üsleri büyük riske girmiştir. Bu da Rusya’nın Akdeniz’deki ve dolayısıyla Afrika’daki varlığının da ciddi anlamda tehdit altına girdiğini göstermektedir. Zira bu üsler, Afrika’daki Rus güçleri ve müttefikleri için nakliye noktası oluşturmaktadır. Rusya’nın bu durumu kısmen de olsa telafi edebilmek adına buralardaki teçhizatını ve askerini, Halife Hafter yönetimindeki Libya’nın doğu kısmına konuşlandırmaya çalıştığını aktarıyor kaynaklar. Bu nedenle önümüzdeki dönemde Libya’daki güç savaşı da kızışacak gibi görünmektedir ki Türkiye ile Rusya’nın burada da karşılaşmak zorunda kalması kuvvetle muhtemeldir.
Öte yandan, son günlerde Rusya ve İran’ın Suriye’ye verdikleri borcu gündeme getirdiklerini görmekteyiz. Özellikle İran, ‘devlette süreklilik’ ilkesi gereği yeni Suriye hükümetinin bu borçları ödemek zorunda olduğuna dair açıklamalarda bulunmaktadır. Rusya ise bu konuyu henüz gündeme getirmemiş ve bunun yanı sıra ülkesinde misafir(!) etmekte olduğu Esad’ın iadesi ihtimalini de Suriye’deki pozisyonunu tekrar güçlendirmek ve üslerinin devamını sağlamak için pazarlık kozu yapmayı düşünmektedir. İran’ın da Suriye’deki oyunun bu aşamasında eline bir koz geçirmeye çalıştığı anlaşılıyor.
Rusya’nın Ukrayna’da beklenenden daha fazla ve uzun süre meşgul olması, para, asker ve silah kaybetmesi hatta destek kuvvet olarak Kuzey Kore askerlerine muhtaç hale gelmesi de Suriye’ye neden yeterince destek veremediğinin anlaşılması bakımından önemlidir. Yine Rus hükümetinin işgal edilen bölgelerdeki gençlere, orduya katılmalarına karşılık kredi borçlarının silineceği vaadinde bulunması da aynı konunun bir başka göstergesi. Açıklanan rakam ne kadar doğrudur bilemiyoruz ancak Rusya’nın bu savaştaki can kaybının 760 bine ulaştığı haberleri basında yer alıyor. Rusya için Ukrayna’nın bir bataklığa dönüştürülmek istendiğini dile getiriyorduk. Bu konuda İngiltere sık sık ön plana çıkıyor. Suriye’de adı neredeyse hiç duyulmayan ve gölgede kalmayı başaran İngiltere, Rusya’nın Ukrayna savaşı ile güçten düşmesi için uğraş vermiştir. Bugünlerin hesabını yapmış görünen İngilizlerin, savaşın uzamasını gerektiren bazı olayların arkasında olduğunu da düşündüren nedenler vardır. Mesela, Ukrayna savaşının başlamasından yaklaşık bir ay sonra, Türkiye’nin inisiyatifi ile İstanbul’da masaya oturan Rusya ve Ukrayna anlaşmaya varmak üzere iken, hatta bu anlaşma gereği Rus Ordusu Ukrayna’nın bazı bölgelerinden çekilmeye başlamışken meşhur Buça Katliamı gündeme geldi ve anlaşma rafa kalktı. Rusların geri çekildiği kasabada yaklaşık 500 kişinin Rusya tarafından katledildiği iddia edilse de Ruslar suçlamayı bir tezgah olarak nitelemiş ve reddetmişti. Ancak operasyon amacına ulaşmış ve Ukrayna masadan çekilirken Putin bu işin arkasında İngiltere’nin olduğunu dile getirmişti. Bu noktada İngiltere’nin saman altından su yürüttüğünü ve bu bağlamda Suriye’deki rolünü anlamanın ve açığa çıkarmanın önemli olduğunu düşünüyoruz. Türkiye’nin Suriye konusunda, ABD ile olduğu kadar İngiltere’yle de işbirliği içerisinde olduğuna dair kafa yormakta fayda olduğunu mülahaza ediyoruz. Konuyla ilgili olarak İngiliz The Guardian gazetesinde yayınlanan bir makalede Türkiye lehine kurulan şu cümlelere de dikkat çekmek istiyoruz: “Suriye’deki Esad rejiminin düşüşü, İran’ın uzun zamandır korkulan ‘Şii hilali’nin sonunu ve Türkiye’nin ‘dolunayının’ yükselişini işaret ediyor ve Afrika Boynuzu’ndan Levant ve Afganistan’a kadar jeopolitik manzarayı yeniden şekillendiriyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriyeli isyancılara verdiği destek, Ankara’yı bölgesel bir güç merkezi statüsüne yükseltti ve etkisi artık bölgedeki tüm büyük oyuncuları çevreleme sinyali veriyor.”
Türkiye’nin rolü bölgesel güç merkezi rolüne yükselirken bölgedeki etkin aktörlerden ABD içinse durum biraz karmaşık hale gelmiş görünüyor. Özellikle Obama ve Biden dönemlerinde Suriye’nin doğusunda PKK eliyle bir küçük devlet kurma gayretleri, Trump’ın ilk döneminde desteklenmemiş ancak Pentagon ipleri elinden bırakmamıştı. Kasım ayında yapılan seçimleri kazanan ancak henüz göreve gelemeyen Trump, ‘Suriye bizim sorunumuz değil, akışına bırakın ve dahil olmayın’ şeklinde bir açıklama yaparak Ocak ayında yönetimi kendisine devredecek olan Biden’a mesajını veriyordu. Pentagon da buna karşılık, yıllardır 900 diye bilinen Suriye’deki asker sayısını 2 bine çıkardığını duyurarak bölgeden ayrılma niyeti olmadığını vurgulamak istedi. İki taraf arasındaki rekabetin nasıl bir uzlaşmaya dönüşeceğini zaman gösterecektir. Ancak görünen o ki Türkiye, Esad sonrası yeni Suriye yönetiminde etkinliğini pekiştirirken, PKK/YPG aleyhine yaptığı baskı da önemli rol oynayacaktır. Bunun ilk işaretleri Arap aşiretlerinin ve bölge halkının örgüt aleyhine gösterilere kalkışması ile görülmeye başlandı. Bu gösteriler, örgüt ve destekçisi ABD’nin toplumsal muhalefetle de yüzleşmek zorunda kalacaklarını düşündürmektedir. ABD açısından Suriye’deki İran varlığının bitirilmesi kadar Rus mevcudiyetinin ortadan kalkması da, Doğu Akdeniz’de Rus donanmasının güç kaybetmesi de çok önemlidir. Böylece yeni kurulan Suriye yönetiminin hareket alanı genişletilmiş oluyor. ABD’nin pozisyonu Suriye’de kurulacak yeni hükümetin ve rejimin yapısına bağlı olarak daha da netleşecektir. ABD’nin kurulmasını istediği laik, demokratik ve uluslararası sisteme entegre bir Suriye’nin, bizzat ABD’nin görünen varlığı ile kurulmasının zorluğu Amerikalılar tarafından gayet iyi bilinmektedir. 1983’te Beyrut’ta kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp defolup gitmek zorunda kaldığını da gayet iyi hatırlamaktadır. Bu nedenle Suriye’de kendi elini ateşe sokmamakta, İsrail eliyle Hamas ve Hizbullah’ı dizginlemek, yönetici kadrosunu yok etmek, öte yandan Suriye’de yeni düzenin inşası için Türkiye ile birlikte çalışmak tek geçerli yoldur. Öyle ki Suriye’de yeni yönetimin İsrail’e ve kendisine tehdit oluşturmasını önlemek, aynı zamanda iştaha gelerek aklına başka şeyler de getirmemesi için, Esad’dan kalan askeri teçhizat, mühimmat ve altyapının vurulması işini bile kendisi yapmayıp İsrail’e yaptırmıştır. Husilerin sembolik de olsa Tel Aviv’e gönderdiği füzeler de ABD tarafından başkent Sana’nın bombalandığı saldırılarla cezalandırılırken, artık bu işin de İsrail’e tevdi edilmesi düşünülüyor. Amerikan yönetimi, bölgede askeri olarak, sert-güç (hard-power) pozisyonunda görünmek istemiyor. Bunun yerine başta Türkiye olmak üzere müttefikleri eliyle yürüttüğü faaliyetlerle yumuşak-güç (soft-power) olarak daha başarılı olduğunu kendisi de bilmektedir. Üstelik mesele bir de ‘imaj’ meselesidir. Beceriksizliği ortaya döküldüğünde Afganistan’da olduğu gibi ‘kaçıyor’ pozisyonuna düşmekten kendini korumuş olmaktadır.
Bölgenin bir diğer aktörü ya da baş belası İsrail ise Ortadoğu’nun istikrarlı ve güçlü hiçbir bölgesi veya devletinin olmasını zaten istemiyor. O sürekli olarak bölgeyi karıştırmaya çalışırken maalesef Müslümanlar olarak yüzyıldır izlediğimiz bu filmi hiç anlamamış gibi hala yılana aynı yerden ısırılmaya devam ediyoruz. Onlar da bundan gayet iyi faydalanıyorlar. Suriye’de rejime ait ne kadar askeri yapı ve teçhizat varsa imha eden İsrail’de, bundan dolayı bırakın batıdan gelecek tepkiyi, bölgeden doğru dürüst bir itiraz bile yükselmedi. Yok ettiği varlık artık Suriye halkının malıdır ama arkasındaki güce dayanan azgın siyonist her yere saldırmaya devam ediyor, her tür suçu korkusuzca işleyebiliyor.
Esad’ın 8 Aralık’ta ülkeden kaçışı ile harekete geçen siyonist rejim, 1967’den bu yana işgal altında tuttuğu Suriye’nin Golan Tepeleri’ni aşarak, 1974’te Esad’la imzaladığı Kuvvetlerin Ayrıştırılması Anlaşmasıyla oluşturulmuş tampon bölgeyi ve giderek daha fazlasını hızlıca işgal etti. Bir yandan da, bölgedeki Dürzi köylerinin “İsrail tarafından ilhak edilmeyi” talep ettikleri iddiası tedavüle sokuldu. Rejimin yıkılması durumunda oluşacak boşluğu değerlendirmek adına plan hazırladığı belli olan İsrail hiç vakit kaybetmeden Suriye’den koparabileceği en büyük ısırığı koparmaya çalışmaktadır. Trump’ın önceki başkanlık döneminde, işgal altındaki Golan’ı artık İsrail toprağı saydığını duyuran açıklaması hala hatırlardadır. Trump’ın ikinci dönemi başlamadan, Golan’ın yine bir anlaşma ile İsrail’e devri için sahada fiili durum oluşturmaya dönük hazırlık yapıldığı anlaşılıyor. Suriye’de kurulacak yeni hükümeti bekleyen zorlu meselelerden birisi budur, Suriye topraklarını İsrail’den korumak. Hiç şüphe yok ki İsrail Suriye’yi rahat bırakmayacak ve İran’ın etkisi zayıflamışken Suriye hükümetini alabildiğine zorlayacaktır.
Bölgenin en önemli aktörü haline dönüşen Türkiye’nin pozisyonuna gelirsek. Aslında Türkiye’nin pozisyonuyla birlikte, kurulan yeni rejimin alacağı şekil de büyük ölçüde ortaya çıkmaktadır. Böylece, ikinci temel sorumuz olan yeni Suriye’nin nasıl bir idareye sahip olacağı konusunda fikir sahibi olmak kolaylaşacaktır kanaatindeyiz. 2011 yılından bu yana Suriye konusunda diğer tüm aktörlere nazaran en ağır bedeli Türkiye ödemiş, 4-5 milyon civarında Suriyeli sığınmacı Türkiye’ye göçmüş, bu durum hem ekonomik hem de siyasi sıkıntılara da neden olmuştu. Türkiye Cumhuriyeti buna rağmen Suriye konusunda uzun soluklu bir politika izlemiş, konunun tarafı ülkelerin verip de tutmadığı sözlere karşın şartların değişebileceği günü sabırla beklemiştir. Bölgede oluşan güç boşluğunu lehine çeviren Türkiye, ev sahipliği yaptığı Suriyeliler, İdlib’de silahlı muhaliflere üstü kapalı, Tel Rıfat’ta Suriye Milli Ordusu’na açıktan verdiği destek ile Suriye’yi -Fırat’ın doğusu ile İsrail işgali altındaki kısımlar dışında- kendi nüfuz alanına almayı başarmıştır. Zira artık milyonlarca Türkçe konuşan Suriyeli, kendilerine en zor şartlarda kapısını açan Türkiye’ye minnetlerini dile getirmektedir. Suriye’de en geçerli para birimlerinden biri de Türk lirasına dönüşmüş durumda. Türkiye, HTŞ liderliğine verdiği desteği, Şam’ın düşmesi ile artık üst perdeden ve açık bir şekilde dünyaya ilan ederken, batıda bunun kabul gördüğünü gösteren işaret, özellikle Avrupa’dan Suriye’ye ilişkin ziyaretlerin Ankara’ya yapılması oldu. Blinken’ın 12 Aralık’taki kısa da olsa Ankara ziyareti de bu minvalde değerlendirilebilir.
Asıl rahatsızlık veren konu olarak, Fırat’ın doğusundaki ABD destekli PKK/YPG varlığı açısından da kartlar Türkiye lehine görünmektedir. Avrupa’dan örgüt lehine gelen açıklamalar gittikçe zayıflamakla birlikte Avrupa’da örgütün hareket alanı da kısıtlanmaya başlandı. Örgütün son kullanım tarihi gelmiştir artık. ABD’nin örgüte desteğinin azalması da örgütün Suriye’nin yeni yönetimine yanaşmasını sağladı. Türkiye içinde başlatılan -henüz adına ‘çözüm süreci’ denmeyen- 1 Ekim adımı ile Kürt meselesinde içeride yol almaya çalışılmaktadır ki, burada esas motivasyonun Suriye’de gerçekleşen reel durum olduğu not edilmelidir.
Bu noktada Suriye’de kurulacak yeni rejimin ve hükümetin şekline dair önemli ipuçları da ortaya çıkıyor. Yeni Suriye’nin, ağabeyi Türkiye gibi laik-demokratik bir rejime sahip olacağı artık açıkça görünmektedir. Türkiye bu konuda Batılı dostlarını temin etmek için her türlü çabayı göstermektedir. Suriye’de bir dikta düzeni Müslümanlar eliyle yıkılırken, yerine kurulan düzen yine Müslümanlar eliyle kurulmakta ancak batıyı razı edecek bir sistem inşa edilmekte olduğunun sinyalleri gelmektedir. Başına 10 milyon dolar ödül koyduğu Ahmed eş Şara’yı terör listesinden çıkaran ve kendisiyle görüşen ABD, Şara’ya yeşil ışık yakmış görünmektedir. Eş-Şara da CNN International’a verdiği mülakatta, artık dünyanın Suriye’den korkmasının bir nedeninin kalmadığını ifade ediyordu. Suriye’nin rahat bırakılması için, cumhuriyetin kurulduğu günlerde Türkiye’ye yapıldığı gibi İslam’dan vazgeçip yüzünü Batıya dönen bir devlete müsaade edileceği açıktır. Bu konuda Türkiye hakim uluslararası düzenin ülkede ikamesi için gereken her türlü kurum ve kuruluşun oluşturulması, bunlara mihmandarlık edilmesi konusunda gönüllü görünmektedir.
Suriye’de bir siyasi oyun oynanmaktadır. Bu oyunun belli başlı hedefleri arasında, İran’ın elinin bağlanması, vekillerinden arındırılması, Hamas’ın ve Hizbullah’ın tasfiyesi, Suriye’de batıya müttefik yeni bir rejim ihdası, Rusya’nın müttefiklerine iyi bir ders verilmesi ve Suriye’nin -çok çok zayıf olmakla birlikte- İslamcıların eline geçmemesi için tedbir alınması. Bu hedeflerin önemli bir kısmının şimdilik gerçekleştiği görülmektedir.
Netice itibariyle Suriye’de Büyük Ortadoğu (İsrail) Projesi tıkır tıkır işlemektedir, görünen köy böyle okunmaktadır. Müslümanlar olarak hem Allah’ın verdiği basiret gözüyle bakmasını öğrenip, hem de maddi-manevi her türlü gücümüzü toplayıp, dünyayı tekeline almış çakal ve sırtlan sürülerine karşı oyun kurucu olmadığımız sürece dünyaya nizam vermeye çalışanları ‘okumaya’ devam etmek zorunda kalacağız. Allah’ın emrettiği, Rasûlullah’ın sünnete dönüştürdüğü siyaseti biz güder hale geldiğimiz gün ise, o ödlek çakal ve sırtlan sürüleri bizi ‘okumak’ durumunda kalacaklardır.
(İktibas Dergisi, Ocak ayı yorumu)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *