Bir yandan ekonomik anlamda çalışan kesimin haklarını savunan sendikal hareketlerin zayıflaması, diğer yandan toplumda dayanışmayı ve maneviyatı sağlayan aile yapılarının ve dini cemaatlerin erozyona uğraması, neoliberal sürecin kaybeden kesimlerini psikolojik boşluğa sürükledi. Bu durum aslında Batılı devletlerin paradigmal anlamda çöküşü anlamına geliyor.
Bülent Güven / Independent Türkçe
Son yıllarda ve nihai olarak son haftada Donald Trump’ın yeniden ABD başkanı seçilmesiyle birlikte gelişen süreçleri ve değişen dengeleri, halk müziğimize ait bir türkünün nakaratıyla veciz bir şekilde ifade etmek mümkün.
Evet, “Ortalık karıştı, düzen bozuldu.”
Trump’ın seçilmesiyle son halini alan karışan ortalığın ve bozulan düzenin hangi şartların sonucu oluştuğunu ve bundan sonra gidişatın nereye doğru olduğunu iyi kavramadan yeni bir düzenin oluşması ve kurulması zor gibi görünüyor.
Gelinen noktanın Batı toplumları, yani Avrupa ve ABD’nin yaşadığı hem iç dönüşümlerin hem de dış gelişmelerin sonucu olduğunu belirtmek gerekiyor, geriye doğru analiz yapıldığında.
Peki bu iç ve dış gelişmeler neler?
İç gelişmeler açısından bakıldığında, Batı toplumlarında Trump gibi ya da İtalya’da Meloni gibi aşırı sağ veya sağ popülist liderlerin devlet başkanı seçilmelerinin, bu ülkelerde 1980’lerden itibaren yaşanan toplumsal ve ekonomik dönüşümlerin bir sonucu olduğunu söylemek iddialı bir ifade değil.
Avrupa’da, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, özünde devletin ekonomiye gerektiği takdirde aktif müdahalesini öngören Keynesyen ekonomik model üzerine kurulan, refah üreten ve üretilen refahtan tüm toplum kesimlerinin faydalandığı bir ekonomik düzen kurulmuştu.
Batı toplumlarında, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki yaklaşık 40 yıl içinde çalışmak isteyen herkesin iş bulabildiği, çalışan insanların ev ve araba alabildiği, çocuklarını okutabildiği ve tatil yapabildiği bir düzen oluşmuştu.
Ayrıca, çalışan kesimin haklarını savunan ve oluşan refahtan pay almasını sağlayan güçlü sendikal yapılar mevcuttu.
Özel hayatlarında insanlara manevi huzur veren kiliseler, cemaatler ve yaşayan akraba ilişkileri vardı.
Dolayısıyla bu süreç içinde Batı toplumlarında “her şey yolunda” idi. Fakat bu yapı 1980’lerden itibaren yavaş yavaş değişmeye başladı.
Bu tarihlerde, Keynesyen modele dayanan Batılı toplumların esnekliğini kaybettiği, devletin ekonomiye aktif müdahalesinin olumsuz etkiler yarattığını savunan ve dolayısıyla uzun vadede mevcut refahı korumak için mutlaka sosyal ve ekonomik yönden bazı yapısal reformların yapılması gerektiği kanaati hâkim oldu.
Hedeflenen bu yeni ekonomik reformların teorik temelini ise Milton Friedman’ın öncülüğünü yaptığı ve ABD Chicago Üniversitesi’nde kümelenen ekonomistlerin geliştirdiği, devletin ekonomiye müdahalesini minimuma indirmeyi öngören Neo-Klasik ekonomik teori veya model oluşturuyordu.
1980’lerde ABD’de Ronald Reagan, İngiltere’de Margaret Thatcher ve Almanya’da Helmut Kohl gibi, bu yeni ekonomik modeli savunan ve hükümetlerinin programı hâline getiren muhafazakâr sağcı liderler devlet başkanı olmaya başladılar.
Bu modelin pratikteki uygulamaları özelleştirmeler ile başladı.
Ancak burada özelleştirme sadece devlet şirketlerinin özelleştirilmesi değil, aynı zamanda aslında devletin kontrolünde olması gereken ve kâr amacı gütmeyen sağlık, elektrik, su, altyapı ve yer yer eğitim hizmetlerini de kapsıyordu.
Bu özelleştirmelerin yapılabilmesi için çalışan kesimin haklarını savunan sendikaların güçlerinde kısıtlamaya gidildi.
Bir sonraki süreçte devletin gelir adaletini sağlamak ve toplumda sosyal dengesizlikleri gidermek için yaptığı harcamalarda kesintiye gidildi.
Ayrıca bu sürece ek olarak 1990’lardan itibaren başlayan küreselleşme süreci ile birlikte Batılı ülkelerdeki üretim merkezleri, başta Uzak Doğu olmak üzere farklı ülkelere kaydırıldı.
Çünkü o ülkelerde daha az maliyetle üretim yapmak mümkündü.
Normalde çalışan kesimin haklarını savunan Sosyal Demokrat partiler, çalışan kesimin küreselleşme ile birlikte oluşan endişelerini ve korkularını anlayıp refah kayıplarını önleyecek politikalar geliştireceklerine, 1990’larda ABD’de Bill Clinton, İngiltere’de Tony Blair ve Almanya’da Gerhard Schröder gibi sosyal demokrat kökenli devlet başkanları, tam tersine küreselleşmeyi teşvik eden politikalar uygulamaya başladılar.
1980’lerden itibaren uygulanan neoliberal politikalar, toplamda verimliliği artırarak Batı ekonomilerindeki pastayı gerçekten büyüttü.
Ancak bu politikalar sonucu yüksek eğitimli insanların durumu ve gelirleri artarken, toplumun çalışan, eğitimi orta ve düşük seviyede olan kesimi bu sürecin kaybedenleri oldu.
Batı ülkelerinde uygulanan bu neoliberal politikaların toplumun sosyal alanına da yansımaları oldu.
Bu politikalar sonucu toplumda iş değiştirme oranları ve bireyselleşme arttı, boşanma oranları yükseldi, dindarlık azaldı.
Bir yandan ekonomik anlamda çalışan kesimin haklarını savunan sendikal hareketlerin zayıflaması, diğer yandan toplumda dayanışmayı ve maneviyatı sağlayan aile yapılarının ve dini cemaatlerin erozyona uğraması, neoliberal sürecin kaybeden kesimlerini psikolojik boşluğa sürükledi.
Bu durum aslında Batılı devletlerin paradigmal anlamda çöküşü anlamına geliyor.
Çünkü Batılı devletler, hem ekonomik yönden artık gelir dağılımında adaleti sağlayamıyorlar hem de sosyal anlamda huzursuzluğa neden oluyorlar.
Çok kompleks bir evrilme sürecinin sonucu olan bu yeni durum, süreçten etkilenen insanları öfkelendirdi.
İnsanlar, aslında aşırı sağcı oldukları için değil, toplumu ekonomik ve sosyal çıkmaza sokan modele ve bu modelin taşıyıcıları olan liberal elitlere tepki göstermek için aşırı sağ partilere oy veriyorlar.
Toplumsal öfkenin kabarmasıyla birlikte popülist hareketler, liderler ve partiler devreye girmeye başladılar. Benzer bir durumu 1929 dünya ekonomik krizinden sonra da gördük.
Almanya’da Hitler’i, İtalya’da Mussolini’yi ve İspanya’da Franco’yu iktidara taşıyan en önemli nedenlerden biri, şimdiki krize benzer bir ekonomik ve sosyal krizin vuku bulmuş olmasıydı.
Bunun bir dünya savaşına yol açtığını söylemek, tehlikenin boyutunu anlamak açısından önemli. 1990’larda ilk olarak Berlusconi ile İtalya’da yükselmeye başlayan popülizm; Avusturya’da Jörg Haider, Fransa’da Le Pen, Hollanda’da Geert Wilders, ABD’de Trump gibi liderlerin öncülüğünde seçimlerde başarılı olmaya başladılar.
Popülistler, bu sürecin suçluları olarak göçmenleri, ilgili ülkenin elitlerini ve Çin gibi ülkeleri göstermeye başladılar.
Onlara göre “göçmenler kovulduktan, Çin gibi ülkelerden gelen ürünlere gümrük uygulandıktan ve kendileri iş başına geldikten sonra her şey eskisi gibi ‚güzel olacaktır.”
Gerçekten de dünyada yaşanan göç hareketleri ve Çin gibi Batı coğrafyasının dışındaki ülkelerin ekonomik olarak yükselmeleri, Batı’daki eski düzenin bozulmasının dış gerekçeleri olarak görülebilir.
Popülistlerin reçetelerinin, Trump’ın ilk başkanlığında olduğu gibi, bu hareketlerin iktidarda olduğu ülkelerde işe yaramadığı görülmesine rağmen, yükselişleri devam ediyor.
Peki buna rağmen popülistlerin yükselişini nasıl açıklayabiliriz?
Bu soruya verilebilecek iki cevap ön plana çıkıyor.
Bunlardan ilki, popülistler başarısızlıklarına gerekçe olarak dış güçleri, liberal elitlerden oluşan derin devleti ve başka komplo temelli gerekçeleri gösteriyorlar; bunda da başarılı oluyorlar.
İkincisi ise, popülistlere oy veren kesimler mevcut yapıdan hayal kırıklığına uğradıkları için, tepkilerinden dolayı bu hareketlere oy veriyorlar.
Trump gibi aşırı sağ söylemler kullanan birinin, ikinci defa dünyanın en büyük ekonomisine ve askeri gücüne sahip bir ülkenin başına geçmesi hem ABD’nin iç politikası hem de dünya için olumsuz yansımaları olacağını ön görmek için kâhin olmaya gerek yok.
Bu nedenle popülizmin ve aşırı sağcılığın hem o toplumlarda hem de dünyada nelere mal olabileceğini öngörebilmek için, Trump’ı mercek altına almakta fayda vardır.
Trump, ilk başkanlığının aksine bu sefer iktidara hazırlıklı geldi. ABD’de Heritage Foundation isimli düşünce kuruluşu, “Proje 2025” başlıgı ile hazırladığı 900 sayfalık raporla yapılacak politikaları ve atamaları en ince detayına kadar planlamış durumda.
Trump hükümetinde bürokrat olarak yer alacak birçok isim bu düşünce kuruluşundan gelecek.
Mevcut sistemde 10 bin bürokratın işten atılması öngörülüyor bu rapora göre.
Trump’un Kongre’nin iki kanadında da çoğunluğu elde etmesi, yapmak istedikleri konusunda artık bir engelin kalmadığını gösteriyor.
Trump, ilk yaptığı atamalarda da liyakattan ziyade sadakate önem verdiğini gösteriyor.
Şimdiden Trump’ın mevcut yasaya aykırı olarak üçüncü defa seçilmesi tartışılıyor.
Parlamentonun yetkilerinin kısıtlanması Trump’un danışmanları tarafından dile getiriliyor.
ABD devlet sisteminde övgüyle bahsedilen denetim ve denge sisteminin Trump tarafından zorlanacağı ve sistemin demokrasiden otokrasiye kaydırılmasının öngörülmesi abartı olmayacaktır.
Dış politikada ise Trump ile birlikte ABD ve Avrupa arasındaki ortaklığın sonuna gelindiğini söylemek, kehanetten ziyade artık fiili bir durumdur.
Trump’ın NATO ile ilgili söylediği birçok olumsuz demecin yanı sıra, Avrupa’da örneğin Rusya tarafından yapılacak bir saldırıda Avrupalıları korumayacağını seçim döneminde ifade etmesi ve güvenlik danışmanlarının seçimden sonra dahi bu yönde açıklamalar yapması NATO’yu fiilen bitirmiştir.
Çünkü NATO, Trump ve ekibinin bu demeçlerinden sonra güvenlik açısından caydırıcı bir kurum olma özelliğini kaybetmiştir.
ABD’nin askeri harcamaları 960 milyar dolar ile tüm NATO ülkelerinin askeri harcamalarından daha fazladır.
NATO içinde taktiksel atom bombasına sahip tek ülke ABD’dir.
İngiltere ve Fransa’nın atom bombaları stratejiktir; dolayısıyla sınırlı operasyonlar için uygun değildir.
ABD’nin desteğinin olmadığı bir NATO’nun hiçbir fonksiyonu kalmamıştır.
Bu durum da Avrupa’da Rusya’nın agresif tutumunun devam edeceği anlamına gelmektedir.
Bu nedenlerden dolayı, Avrupa ülkelerinin kendi savunmalarını sağlamak için savunma harcamalarını en az iki veya üç kat artırmalarını gerekli kılmaktadır.
ABD, Obama döneminden itibaren dış politikadaki dikkatini Çin’in baskılanmasına yöneltmiş bulunmaktadır.
Obama ve Biden döneminde ABD, bunu radikal söylemlere başvurmadan daha rafine bir şekilde yapıyordu.
Trump, muhtemelen daha agresif bir söylem ve eylem içinde olacaktır Çin’e karşı.
Yukarıda tasvir etmeye çalıştığımız süreç, tüm dünyada muhtemelen olumsuz bir değişimin yaşanacağını gösteriyor.
Trump ile bu ihtimal daha da artıyor.
Bu anlamda evet, “Ortalık karıştı, düzen bozuldu.”
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *