Avrupa ve Amerika’da düzenlenen protestolara bel bağlandığını belirten Prof. Dr. Cemil Aydın, “Batı kendi içerisinde dönüşür de belki bize zulmetmeyi bırakır mı?” umudu taşındığını ancak “Avrupa’nın ve Batı’nın, Yahudileri de içine alan bir ’Judeo-Christian’ medeniyet olarak kurgulandığını” belirtiyor.
Kuzey Carolina Üniversitesinden Tarih Profesörü Cemil Aydın, Batı’nın sömürgeci tarihi üzerinden Filistin soykırımının nasıl meşrulaştırıldığını ve “medeniyetler çatışması” tezinin burada nasıl kullanıldığını AA Stratejik Analiz için değerlendirdi:
Soru: Filistin soykırımı Batı’da nasıl meşrulaştırılıyor?
Aydın: Filistin meselesi bir anlamda son yüzyıl içerisinde dünyanın Avrupa sömürgeciliğinden kurtulup özgürlüğünü kazanma mücadelesi ve hareketlerinin bir örneği. Ama öte yandan da o dünya düzeninin dönüşümünün eksikliği ve tamamlanmamış olmasının da göstergesi, ve buna binaen asıl meselenin halkların eşit haklar mücadelesi olduğunu anlayamama, çözememe durumu. Bu krizi çözememenin sonucu olarak da krizi yaratan insanlar kendi hatalarını ve suçlarını örtmek için de krizi bir medeniyetler, dinler ve kültürler çatışması olarak sunuyorlar. Bunu ben değişik yerlerde de yazdım. Bu farkındalığı öğrencilerime de borçluyum. Onlar hep şöyle derler; Sömürgecilik çok büyük bir ‘’gaslighting’’ projesidir. Asıl barbar olan, asıl zulüm yapan insan kendi kurbanını barbar olarak suçlar.
Bunun örneğini de mesela Filistin halkına yönelik Israil ve ABD’nin yaptığı suçlamalarda çok gördük. Son Gazze saldırısının başlangıcında biliyorsunuz İsrail’in en büyük tezlerinden bir tanesi ‘’Biz aydınlığı ve medeniyeti temsil ediyoruz. Gazzeliler barbarlığı ve karanlığı temsil ediyorlar.’’iddiasıdır. Bu tipik bir 19. Yüzyıl Avrupa sömürgeciliği ideolojisidir. Afrika’da mesela Almanlar Namibya’da katliam yaparken de benzer şeyler söylüyorlardı, çünkü onun katliam olduğunu biliyorlardı. Almanlar bunun uluslararası hukuka aykırı olduğunu da biliyorlardı.
Ama Avrupa imparatorlukları, Afrika ve Asya’daki katliamlarını meşrulaştırmak için şöyle bir tez geliştirmişlerdi. Biliyorsunuz Namibya’daki olayda da bir Alman öldürülüyor. Ona ceza olarak onu öldüren tek kişi değil bütün bir kabile yok ediliyor. Bütün bir toplum yok ediliyor. Namibya katliamları 20. Yüzyılın ilk katliamı addedilir ama önden önce 19. yüzyılda Fransa ve İngiltere’de bunu değişik yerlerde pek çok kez yapmıştı. Almanların bunu meşrulaştırma stratejisi de uluslararası hukukun ve medeni kuralların medeni insanlar için olduğu argümanıdır. Buna göre; Afrikalılar barbardır ve karanlıktır. Onlara, medeni hukukunu kuralları ile değil, onların anlayacağı dilde konuşmak gerekir. Dolayısıyla bizim ahlak ilkelerimiz oraya uygulanamaz. Biz orada her türlü barbarlığı yaparız ama Avrupa farklı, Avrupa’da biz kurallara uyarız, diyorlardı. Ama bunun ne kadar büyük bir yalan olduğu da ortaya çıktı, çünkü geriye dönüp bakıldığında İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa’daki barbarlık bir şekilde aslında Avrupalıların sömürge ülkelerinde güya medeniyet adına yaptıkları barbarlığın aslında bumerang gibi kendi ülkelerine dönmesi olarak da görülebilir.
Zaten Holokost sonrası Avrupalılar; biz ahlak olarak Hitler’in barbarlığını yendik. Şu anda artık Avrupa değişti, özgürlüğü temsil ediyor, dediği zaman pek çok Afrikalı ve Asyalı entelektüel bunu onlara hatırlattı ve Avrupa’da Nazilere karşı yapılan zafer bir kere sizin haklı olduğunuzu göstermez, dedi.
“Nazilerin yaptığı Avrupa’nın bize dünyanın değişik yerlerinde yüz yıldır yaptığınız barbarlığın aynısı ve bir bumerangdı, Avrupa kıtasına geri döndü. Ve aynı vahşeti, ikinci dünya savaşından sonra hala yapıyorsunuz.” diyor Aimé Césaire. Biliyorsunuz İngiltere, Fransa, Hollanda ve Amerika Almanları ve Japonları suçlar . Fakat onları suçladıkları her şeyi sömürgelerinde ve dünyanın değişik yerlerinde yapmaya devam ediyorlar.
1945’le 1975 arasında Vietnam’a atılan bomba oranı İkinci Dünya Savaşı’ndaki bombalardan daha fazla. 1952-1960 arasında, İngilizler, Kenya’daki milliyetçileri davalarından vazgeçirmek ve cezalandırmak için toplama kamplara koyuyorlar aileleri ve çocuklarıyla beraber, Hitler’in toplama kamplarını kınadıkları bir zamanda. Fransa’nın Cezayir bağımsızlık savaşına karşı yürüttü vahşeti herkes biliyor, ve o esnada sürekli Kenya’lıları ve Cezayirlileri barbar, kendilerini medeni olarak tanımlamaya devam ediyorlar. Dolayısıyla öğrencilerimden öğrendiğim o “gaslighting” teriminin söylediği şey şu: Sömürgeciler ve suçlular her zaman mazlumu suçlamak için medeniyet tezini kullanabiliyorlar.
Soru: Gazze’deki katliam medeniyetler savaşının bir parçası olarak mı görülüyor?
Aydın: Evet, Filistin davasını, sadece bir Orta Doğu sorunu olarak, binlerce yıldır Yahudiler ve Müslümanlar arasında devam eden bir dini ve etnik çatışma olarak göstermek onu ırkileştirmek olur. Biden bunu çok sık yapıyor. Sürekli Filistin bağımsızlık hareketini onun tabiriyle ‘’binlerce yıllık bir dinler çatışması ve nefretin sonucu’’ olarak gösteriyor. Bu tamamen yalan ve yanlıştır ve yalan ve yanlış olmanın ötesinde aslında böyle bir şeyi başka bir millet ve ırk için söylesen ırkçılık olur. Yani; bu binlerce yıldır Avrupa’daki Yahudi toplumunun şöyle bir özellikleri vardı, oradaki Hristiyanları yıkmak istiyorlardı, denilirse mesela bunu antisemitik olarak yaftalarlar. Ama bunu çok rahat bir şekilde Filistin için kullanabiliyorlar. Halbuki, Filistin’i İngilizler işgal edip, orada Balfour deklarasyonundaki dışlayıcı etnik devlet projesini uygulamaya koymaya başlamasından önce Yahudi, Hristiyan ve Müslümanlar arasında hiç böyle bir sorun yok.
Filistin için kullanılan ikinci medeniyet tezi de İsrailli bir bakanın İspanya’nın Filistin devletini tanımasından sonra kullandığı bir cümlede görülüyor. İspanya’nın tavrına tepki olarak İsrailli bakan diyor ki; bizi anlamak istiyorsanız, yani niye Gazzeleri ve onun diliyle “radikal İslam”ı ezmek istediğimizi anlamak istiyorsanız kendi ülkenizdeki, İspanya’daki 700 yıllık Endülüs tarihini düşünün. Orada yaşanan da bir “radikal İslamcı” projeymiş güya onun diliyle ve “Siz de onları yok ettiniz. Biz de aynı şeyi yapmak istiyoruz’’ diyor.
Yani bir Yahudi Bakanın kendisine örnek olarak Engizisyonu ve İspanyolların Endülüs’ü yok etmesini göstermesi ve onları işte ‘’Endülüs’le Gazze aynı şeydir. Siz onları nasıl yok ettiyseniz biz de öyle yok ediyoruz.’’ diye ima etmesi kendi başına çok çelişkili bir şey, zira Endülüs’deki müslüman hanedanlar sürekli oradaki Yahudi toplumunu korudukları gibi, Endülüs’ün sona ermesi, İspanya’nın Yahudi ve Müslümanları topraklarından çıkarması veya din değiştirmeye zorlamasıyla sonuçlandı. Ama orada İsrail’li bakanın stratejik olarak kullandığı tez “medeniyetler çatışması” tezi. Bu Bernard Lewis’in, Hungtington’ın çok kullandığı bir tez, ve bu iki etkili ismin bu medeniyetler çatışması tezini soğuk savaşından sonlarına doğru ve sonrasında çokça kullanmasının aslında Filistin meselesiyle yakından alakası var. Yani, medeniyetler tezi her zaman zaman bazı eşitsizlikleri siyasal bir meşrulaştırma amacı olan bir tez; var olan bir vakayı masum bir şekilde gözlemleyen akademik bir tez değil.
Soru: Medeniyetler çatışması tezi Filistin özelinde neyi iddia ediyor?
Aydın: Biliyorsunuz medeniyetler çatışmasını ilk yeniden ısıtıp gündeme getiren isim Siyonist bir İslam tarihçisi olan Bernard Lewis’tir. Lewis, 1980’lerde “Müslüman Öfkesinin Kökleri” diye çok ırkçı ve oryantalist bir makale kaleme alıyor ve orada “Müslümanların bizden nefret etmesinin sebebi 1400 yıllık bir medeniyetler çatışmasıdır. Filistin halkının hak arama mücadelesi ya da Orta Doğu’daki ABD ve Avrupa’nın süregiden haksız sömürge siyasetine karşı verilen adalet arayışı tepkileriyle alakası yoktur bunun” diyor.
O argümanı daha sonra Huntington geliştiriyor ve sürekli tekrarlanan şöyle bir anlatı oluşuyor:
“Bu Filistin halkının ve onu destekleyenlerin yapmak istediği şey bir hak talebi, bir özgürlük, eşitlik talebi değil, sadece bir kan davası gibi din ve medeniyet çatışması, Israil ve Batı ne yaparsa yapsın zaten onlardan nefret edeceklerdi. Güya Müslümanlar zaten hep Hristiyan Batı’dan nefret etmişti. Onun için mesela İspanyollar, Latin Amerikalılar, Asyalılar gibi Filistin’i destekleyen Müslüman olmayanlar da kullanışlı aptallar. Bu bir din çatışması, bir medeniyetler çatışması.”
Orada tabii Avrupa’nın ve Batı’nın, Yahudileri de içine alan bir ’Judeo-Christian’’ medeniyet olarak kurgulandığını görüyoruz. Bana göre Filistin davası ya da Filistin hareketinin evrensel hak talepleri için en göz karartıcı ve yanıltıcı tez bu.
Soru: Doğu’da, bahsedildiği gibi bir Batı karşıtlığı var mıydı?
Aydın: Aslında hiçbir zaman Asya’da Batı karşıtlığı yoktu. Müslümanlar arasında da yoktu. Bugün anladığımız şekilde birbiriyle çatışma halindeki çoklu medeniyetler kavramının kendisi zaten çok yeni; 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkıyor. Medeniyet kavramının kendisi, başlangıçta, Avrupa sömürgeciliğinin zirvesinde, sömürgeyi meşrulaştırmak için Avrupa’nın geliştirdiği bir üstünlük ve ilerleme söylemine dayanıyor. Dünya’daki tek bir insanlık medeniyetin en tepesine, onun en ilerici gücü olduğu argümanıyla Avrupa konumlandırılıyor, Osmanlı, İslam, Hint veya Çin toplumları, bu medeniyet basamaklarında geride olup, Avrupalıların öğretmenliği sayesinde, yükselerek belki bir gün Avrupa’nın medeniyet seviyesini yakalayabilirler ama o zamana kadar Avrupa’nın medenileştirme misyonuna dayanan sömürgeciliğe ihtiyaçları var deniliyor.
Tek dünya medeniyeti tezinden, çoklu medeniyet fikrine geçiş, Avrupalı olmayan farklı toplumların Avrupa’nın medeniyet üstünlüğü tezine, onların sömürgeci ideoloji içindeki küstahlığına, ukalalığına ve onu ırkileştirmesine verdiği bir cevap olarak ortaya çıkıyor. 50 yıl içerisinde, 1860’la 1900 arasında, bir Hint medeniyeti, Asya medeniyeti, Afrika medeniyeti, İslam medeniyeti tezi ortaya çıkıyor. Ama bu tezlerin amacı hiçbir zaman bir çatışma değil. Tezlerin amacı şunu vurgulamak: Bizim de bir medeniyetimiz var. Biz düşük bir ırk değiliz. Bizim medeniyetimizle sizin ileri Batı medeniyeti dediğiniz medeniyetin kriterleriyle ve evrensel yönleriyle aslında uyumlu. Biz de medeniyiz. Bu tezlerin, Avrupa sömürge ideolojilerinin, siz yarı medeni ve geri bir toplumsunuz diye tüm dünyayı yaftalayan sömürgeci söylemine karşı savunma amaçlı apolojetik bir tarafı var. Asya ve Afrika entelektüellerinin, Avrupa’nın üstün medeniyet söylemine karşı hissettikleri psikolojik baskıyı görebiliyoruz.
Yani ilk fikri aşamada bir İslam medeniyeti, Asya medeniyeti fikri veya bir Hint, Çin medeniyeti fikirleri, 19. yüzyılın ikinci yarısında oluşan emperyal dünya düzeninin meşruiyet krizi ve eşitsiz sömürge ilişkilerine karşı, daha adil ve eşitlikçi bir dünya kurmak amacıyla çıkıyor. Bu medeniyet dilini geliştiren entelektüellerin amacı Avrupa’nın küstah, sömürgeci medenileştirme vizyonunu ve “bizim medeniyetimiz üstün” tezini yıkmak ve kendilerinin de medeniyet sahibi olduğunu ve eşitliği hak ettiklerini göstermek. Yani biz şu anda, doğal haklarımız var, diyoruz ya, o dönemlerde kimse doğal haklardan bahsetmiyor maalesef. Avrupalıların tabiriyle, Asyalılara ve Afrikalılara, siz çocuk gibisin, tabiri caizse; büyüyüp benim gibi medenileşmezsen eşit hakka sahip olamazsın, deniyor Avrupalıların nezdinde. Eşit haklar ancak bir toplumun Avrupa’nın ileri sürdüğü medeniyet kriterlerini yerine getirirse kazanabileceği bir şey, herkesin doğuştan sahip olduğu bir özellik değil. Kapitülasyonlar, Avrupalı olmayan devletlerin uluslararası hukukta da resmen eşitsizliğinin bir sembolü, Çin’e ve Japonya’ya empoze edilince “eşitsiz hukuki anlaşma” deniliyor zaten.
Bütün Afrika ve Asya entelektüelleri de diyor ki; ‘’Ben çocuk gibi değilim. Benim de medeniyetim var. Ben senden de medeniyim. Dolayısıyla, ben eşit hakkı hakkediyorum.’’ “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal!’’ derken, İstiklal Marşı’ndaki bu cümle aslında biraz da daha önceki 50 yıllık fikir tarihinin bir ürünü. Ama Asya ve Afrika’daki toplumların bu fikri düzlemde geliştirdikleri medeniyet tezleri ile, kendilerine eşitsiz muamelede bulunan Avrupalıları ikna edip, eşit hak talebi kazanma sonuçsuz kalınca diyorlar ki, o zaman ne yapalım? Birlik olalım ve savaşarak bağımsızlığımızı kazanalım.
İnsanlar, 19. yüzyılın sonunda, en karanlık sömürge döneminde bile şöyle düşünüyorlar: Küreselleşen bir dünya oluştu. Bunun iyi tarafları var. İnsanlık aslında ileride belki de daha da birleşecek, daha da gelişecek.
Bir ilerleme anlayışına inanç var. Ama bu ilerleme anlayışı içerisinde, geçici olarak Avrupalıların, aslında en çok ilerlemiş olanların, haksız zulmü ve baskısı altındayız. Sömürgecilik ve ırkçılık sorunu var. Eşitsizlik var ve herkes eşit hakka sahip değil. Bu eşit hakkı elde etmek için bazı Batılı fikirleri kullanabiliriz. Biz seçici olmalıyız ve başka toplumlardan doğru gördüğümüz fikir ve değerleri almakta bir beis yoktur, ve o fikirlerin bir kısmı zaten bizden Avrupa’ya gitti, şeklinde düşünülüyor.
Yani Müslüman, Asyalı veya Afrikalı toplumlar, Avrupa’yı güçlü kıldığı düşünülen aydınlanma düşüncesini sahiplenirken aydınlanmanın küresel kökleri olduğu da söyleniyor. Onun için Asya ve Afrika’da, muhafazakar bir tepki olarak bir Batı karşıtlığı hiçbir zaman olmuyor zaten. Osmanlı ve Hindistan’dan, Çin ve Japonya’ya kadar uzanan geniş coğrafyada Asya’daki entelektüeller, Doğu-Batı ayrımı yapsalar bile o ayrım hep geçici bir ayrım. Mesela İslam ve Batı, Asya ve Batı var, ama diyorlar ki; bu geçici bir farkındalık. İleride bir sentezle insanlığı tekrar müreffeh ve özgür bir seviyeye getireceğiz, ve Batı sömürgeciliğinin insanlık için getirdiği haksızlıkları da sona erdirip, Batı’yıda daha insani hale getirip, iyileştireceğiz.
Başlangıçta o Afrika ve Asya’daki entellektüellerin bahsettikleri medeniyetler çatışması şu; Doğulular, Asyalılar, Afrikalılar medeniyet çatışması istemiyor; aslında insanlığı birleştirmek, ortak, adil bir düzen kurmak ve aynı zamanda eşit haklar istiyor. Bu eşit hakların bir kısmı imparatorluk içinde de olabilir. Yani Hindular ve Müslümanlar Hindistan’da İngilizlerden eşit haklar alsalardı, imparatorluğu bir şekilde kabul de edebilirlerdi. O imada bulunuyorlar ve medeniyetler çatışmasını hep Avrupa’nın yaptığı bir şey olarak eleştiriyorlar. Diyorlar ki: ‘’Siz bize medeniyet getirdiğinizi söylüyorsunuz ama aslında Haçlı Seferleri gibi bir medeniyet çatışması içerisindesiniz.” Ve bu eleştiri de çok büyük bir Avrupa eleştirisinin bir parçası. O da şu: Avrupalıların söylediği, medeniyet, aydınlanma gibi güzel şeyler var. Ama Avrupalılar sürekli buna ihanet ediyorlar; yani ikiyüzlülük tezi. Ve deniyor ki; biz onların ikiyüzlülüğünü yüzlerine vurursak, konuşursak belki onları ahlaki taraflarına çekebiliriz. Bu da 1870’ler ile 1960’lar arasındaki en önemli entelektüel, antikolonyal söylem ve dil.
Soru: Eşitlik, özgürlük gibi temel değerler iddia edildiği gibi Batı’dan mı dünyaya yayıldı?
Aydın: Benim iki kitabımda da [1] anlatmaya çalıştığım ana tez şu: Hem 1947 İnsan Hakları Beyannamesi hem BM fikrinin kendisi ve 1960’daki BM’de kabul edilen 1514 sayılı beyanname’deki ‘’sömürgecilik ve ırkçılık suçtur’’ ibaresi, büyük ölçüde Asyalı ve Afrikalıların, Müslümanların, Japonların, Çinlilerin ve Hinduların bir başarısı.
Sömürgecilik sona erdikten sonra, Avrupalılar şöyle demeye başladı: Bağımsızlık, eşitlik gibi fikirler zaten bizden doğmuştu. Biz bunu hakiki anlamıyla, herke için uygulamıyorduk ama zamanla bunun kapsamını genişletip tüm insanlar için geçerli evrensel ilkeler olarak uyguladık. Onun için şu anki dünyadaki ulus devlet sistemi aslında, Osmanlı Paşalarının düvel-i muazzama dedikleri, Avrupa’da ‘’concert of Europe’’ denilen devletler arası eşit ilişkilere dayanan siyasi sistemin, yani Avrupalıların kendi bölgelerinde icat edip geliştirdikleri bir sistemin, tüm dünyayı kapsayacak şekilde genişletilmesi şeklinde anlatılır. Yani halkların kendi kaderini tayin hakkı, milli egemenlik, eşitlik, demokrasi, özgürlük hep önce Avrupa’da vardı. Sonra onların gücü sayesinde bu ulvi değerler bütün dünyaya lütfedilmiş gibi bir anlatı söz konusu.
Oysa aslında tam aksine uzun ve maalesef çok kanlı ve çatışmalarla dolu bir hak arama mücadelesi sonucu, Avrupalı olmayanların, Avrupa sömürgeciliğine ve ırkçılığına karşı verdikleri mücadele sonucunda yarattığı bir dünya düzeninden bahsediyoruz. Esasında Doğulular Avrupalıları eşitliğe ve özgürlüğe zorladılar. Muhtemelen 1905 Rus-Japon Savaşı’yla 1960-70 arasında Afrika’daki toplumların peş peşe bağımsızlığını kazanmasına kadar uzanan süreçte, dünyanın sömürgecilikten arındırılıp dekolonizasyonu, Batılı olmayan toplumların önce medeniyet tezleriyle fikri olarak Avrupa hegemonyasını malum edip, ardından bunu siyasi sonuca dönüştürmesiyle mümkün oldu. Yani önce Avrupa’nın güya medeniyet ve ırk konusundaki üstünlüğünü mağlup eden evrensel bir medeniyet anlayışına dayalı fikri temel var. Ancak, Asya ve Afrikalılar haklarını sadece konuşarak ve fikri olarak Avrupa düşüncesini dönüştürerek kazanamıyorlar. Ama aynı zamanda bir uluslararası dayanışma, bir üçüncü dünya dayanışması başlıyor. “Bandung Dayanışması” dediğimiz, Afrika ve Asya ülkeleri arasında değişik stratejilerle bazen savaşarak, bazen siyasi ve askeri ittifaklarla özgürlükleri kazanma süreci başlıyor. Ama bu süreç o kadar zor ve uzun bir süreç ki, hem çok fazla şiddet ve açı içeriyor, ve hem de ezilen her toplum için tamamlanamıyor.
Filistin bu sömürge hakimiyetinde kurtulup, özgürleşmenin gerçekleşemeyen yerlerinden bir tanesi ve o anlamda Filistin’de yaşananlar yüzünden de bazı kazanımlar geriye de gidebiliyor. Hatta, Filistin halkı, 1945 ile 1967 yılları arasında dünyanın geri kalan kısmın bağımsızlığını elde ederken, tam tersine daha da gaddarlaşan bir yerleşimci sömürge hakimiyeti altına giriyor.
Soru: Gelinen noktada “Batılı liberal değerler” imajı yıkılıyor mu?
Aydın: Türkçesi yayınlanan her iki kitabımda da Asya, Afrika ve Müslüman düşünce tarihindeki evrensel özgürleşme temalı Batı meselesi tartışmasının muhtevasına vurgu yaparken, bu konu hakkında sürekli Avrupa ile Amerika’nın daha sonra beraber ürettiği “bizi eleştirenler bizim medeniyetimize ve kültürümüze düşman” gibi birtakım zehirli ve yanlış mitleri sorgulama amacı da var. Şimdi bu mitlerden bir tanesi şu; Avrupa ve Amerika her zaman demokratikti, liberal değerleri temsil etti. Bu bölgelerin hem zengin ve askeri olarak güçlü ve hem de demokratik olması, onların medeniyetinin üstünlüğünün bir göstergesi. Ve diğer ülkeler de Avrupa ve Amerika’nın demokrasisini taklit ederek hem güçlü ve hem de müreffeh olabilirler, ve bu yüzden Batı sömürgeciliği eleştirileri onları Batı karşıtlığına ve otoriteryanizme itiyor.
Şimdi bir kere bu doğru değil, yalan. Çünkü Avrupa ve Amerika 1860-1960 arası dönemde, yani sömürge düzeninin dünyada hakim olduğu yüzyılda, hiçbir zaman tam anlamıyla ulus devlet değildi ve tam anlamıyla demokrasi olmadılar. Yani şöyle bir Amerikalı öğrenci gelip de, “Amerikan demokrasisin 230 yıllık zengin tecrübesi,” dese durup sorgulamamız lazım. Amerika’da siyahiler köleleştirilmişti, uzun bir dönem oy veremiyorlardı, ve sistematik ayrımcılığa maruzdular. Oy vermeye başladıktan sonra bile, değişik hukuki ve siyasi zorbalıklarla oy vermekten caydırıldılar. Amerika içerisindeki o haksızlıklara ek olarak Avrupa’da İngiltere’yi veya Fransa’yı ele alacak olursak, onlarda hep ırk ayrımına dayanan birer imparatorluktu. Fransızlar dünyaya Cumhuriyet fikrini getiren ve yayan 1789 Fransız devrimiyle çok gurur duyarlar, ama bu devrim sonrasındaki Fransa hep bir sömürge imparatorluğu idi, tam anlamıyla bir cumhuriyet değil. Fransa’nın, 1830’da işgal ettiği Cezayir’de Müslümanlığı nasıl ırkileştirdiğini biliyoruz. Fransızlara göre oy verip eşit olmak için Müslüman olmaman gerekiyor. Teknik olarak Fransız Cumhuriyeti kriterlerine uyan herkes eşit olup, oy kullanabiliyordu, ve ancak Avrupa medeniyet kriterlerine uyduğun zaman eşit olabiliyorsun Cezayir’de. Ama o kriterler o kadar Hristiyan kültürüyle yoğrulup, Müslümanların gerçekleştirmesi için imkansız ve ırkileştirilmiş kriterler ki, bir Cezayirli Arap’ın Müslümanlıktan çıkıp, bir Fransız vatandaşı olarak eşit oy vermesi nerdeyse imkansız kılınmıştı. İngilizler ve Hollanda sömürge yönetimleri, Asya ve Afrika’daki tebaalarına böyle bir eşit vatandaşlık sözü dahi vermeyip, birinci sınıf eşit vatandaşlığı sadece beyaz adama mahsus kılacaklardı.
Soru: Filistin bağımsızlık hareketinin arka planını nasıl okumalıyız?
Aydın: Filistin olayı bence uluslararası tarihin ve bugünkü dünya düzeninin mahiyetinin anlaşılması için en önemli laboratuvarlardan bir tanesi. Şöyle hazin bir durumu var Filistin’in; bütün dünya sömürgecilikten kurtulup dekolonize olurken Filistin kolonize ediliyor.
Filistin önce İngilizler tarafından kolonize ediliyor. Tabii biliyorsunuz Arap aleminin kolonizasyonu çok ciddiye alınması gereken bir olay. Avrupalılar, birinci dünya savaşında işgal ettiği Osmanlı’nın Arap vilayetlerinde, manda rejimi diye bir yeni sömürgecilik türü uydurup, güya Arapları Osmanlılardan kurtarıp, eğiteceklerini ve medenileştireceklerini söylüyorlar ama bunun Afrika’da uyguladıkları eski tür sömürgecilikten fazla farkı olmuyor. Ve sömürgeleştirirken de Filistin’i, Balfour Deklerasyonu ve Siyonizm ile sömürgeciliğin en gaddar formu olan Avrupalı Yahudilerin yerleşimci sömürgeciliğine maruz bırakıyorlar. 1920’lerde 30’larda Filistin, sömürgecilik karşıtı en önemli ulusal halk direnişlerinden birine sahne oluyor. 1936’daki Filistin isyanı o dönemdeki en güçlü en önemli isyan ve en vahşice bastırılan isyan. 1936’daki İngilizlerin Filistin’deki şiddeti bir başka sömürge ülkesini aratmayacak kadar vahşidir. İngilizler bu gaddarlıklarını nasıl inkar edip, kendilerini güya Nazi Almanya’sına göre daha iyi, daha ahlaki ve medeni bir imparatorluk olarak gösterdiler, o ayrı tartışma konusu. Onun üzerine düşünmek lazım. İngilizler ikinci dünya savaşı sonrasında, birazda savaşın tesiriyle yükselen milliyetçi hareket karşısında Filistin sömürgesini çok maliyetli bulup, geri çekilirken, geriye bağımsız ve çoğulcu, hem Yahudi ve hem de Hristiyan ve Müslümanların eşit haklara sahip olduğu tek devlet yerine, haksız bir şekilde taksim edilmiş bir bölge bırakıp, BM’yı de buna aracı kılıp İsrail devletini haksız bir hukuki süreçle kurdurup, milyonlara Filistinliyi Israil’in kurulması aşamasında Yahudi çoğunluğu sağlamak için sürgüne ve göçmen kamplarında yaşamaya mahkum bırakıyor. O esnada adaletsiz bir taksimle kurdurulan Israil’in yaptığı kanunsuzlukların herkes farkında ama ABD ve Avrupalı liderler ve kamuoyu, bu kanunsuzlukları ve Filistinlilerin evsizleştirilmesini, Nazi Almanya’sının yaptığı katliam için verilen bir kefaret olarak meşrulaştırıp, güya Almanların yaptığının cezasını orda hiç suçu olmayan Filistinlere çektiriyorlar.
Filistin ve uluslararası dünya tarihi açısından en önemli dönüm noktası, 1960’lı ve 70’li yıllardır. 60’lı ve 70’li yıllarda Filistin tüm Afrika ve Asya ülkelerinin enternasyonalizminin en önemli sembolik mücadele alanı ve özgürlük alanı haline geliyor. Hindistan başta olmak üzere Mısır ve Latin Amerika’dan Çin’e kadar bütün ülkeler Filistin mücadelesini kendi mücadelelerinin bir devamı ve dayanışma içinde oldukları bir dekolonizasyon hareketi olarak görüyorlar.
Bu uluslararası dayanışma, mesela Cezayir’in bağımsızlığı için çok önemli bir faktör. Çünkü Cezayir çok büyük bir diplomatik başarı kazandığı için, Fransa ülkede çok yüksek bir askeri güce sahip olmasına rağmen teslim oldu. Eğer NATO üyesi Fransa, Amerika’yı da ikna edip gaddarca orada kalmaya devam etmek isteseydi oradaki sömürgesini daha da uzatabilirdi tabi, çünkü Cezayir’de bir milyon Fransız yerleşimci var. Ama Fransa artık dünyadaki meşruiyeti açısından savaşamayacağını düşündü ve geri çekildi. Filistinliler de, madem Fransızlar çekildiler ve Cezayir bağımsız oldu, aynı şeyi biz de yapabiliriz, ümidindeydiler.
Orada şunu eklemek istiyorum; Filistin Ulusal Hareketi hiçbir zaman Yahudileri oradan kovmak istemedi. Yani bu anlatı bir ırkileştirmenin ve medeniyetler çatışması mitinin sonucudur. 1930’larda bütün Filistinli düşünürlerin yazılarına bakarsanız sürekli şunu söylerler; burada her zaman Yahudiler vardı, bizim kardeşimizdiler. Avrupa’dan gelen sömürgeci Yahudiler farklı, çünkü onlar bizimle beraber yaşamak istemediler. Bizden ayrılıp, bizim topraklarımızı çalarak başka bir devlet kurmak istediler. Bizim planımızda Yahudileri kovmak yok. Biz onlarla beraber, herkesi içine alacak bir devlet kurmak istiyoruz, dediler. Buna rağmen Siyonizm, ırkileştirmenin ürünü olarak Yahudileri kovmak isteyen, barbar Filistinli imajı yarattı ve Avrupalılar da bu yalanı tekrar ettiler.
Soru: Batı, dünyayı bir çatışma algısıyla mı okuyor?
Aydın: Eğer Filistin meselesi sebebiyle bir Arap ve Müslüman düşmanı ideologluğa soyunan Siyonist Bernard Lewis ve Amerikan beyaz adam üstünlüğüne inanan Samuel P. Huntington, medeniyetler çatışması teziyle dünyadaki adalet arayışlarını yorumlayıp, şekil vermeye çalışıyorsa, bu tezin aslında onların kendi önyargılarını ve kendi bağnazlıklarını gösterdiği unutmamak gerekir. Her iki medeniyetler çatışması tezinde de Israil ve ABD’nin imtiyaz ve üstünlüğünü koruma ve bunun haksızlığını gösterenlere karşı, adaletsiz ilişkileri meşrulaştırma kaygısı yatıyor. Filistin melesesi sebebiyle, ABD ve Avrupa’da, Filistin davasını desteklediklerini düşündükleri halkalara karşı ırkçılık da artmış durumda. Son elli yılda, dünya da islamofobi ve Arap karşıtı ırkçılığın artmasının sebeplerinden bir tanesi, müslümanların ve Arapların kültür ve din olarak Avrupa’dan farklı olması değil, bilakis, Batı’nın da kabul etmesi gereken evrensel değerleri kullanarak filistin halkının haklarını savunmasıydı. Edward Said’nin 1978’de yayınladığı Oryantalizm isimli kitabında anlatmak istediği de tam da bu gerçekti.
Amerika’da son zamanlarda artan Çin korkusu ve düşmanlığında da benzer bir süreç yaşanıyor. ABD’nın Çin konusunda da şöyle bir saplantıları var; Çin güçlendikçe ve modernleştikçe ve bir yandan Batılılaştıkça, Avrupa ve Amerika güç kaybedecek demektir ve bu onlar için kötü olacaktır. Bakın dikkat ederseniz Çin zayıfken kendilerini tehdit edemeyeceği için böyle bir korkuları da yok. Bu korkunun sebebi de şu; güçlerini kaybederlerse zamanında yaptıkları bütün eşitsizliklerin ve haksızlıkların hesabının kendilerinden sorulacağını, ve çok fazla menfaat elde ettikleri imtiyazlarını kaybedeceklerini düşünüyorlar. Buna ilaveten bir psikolojik korku da var. Kendilerinden başka güçlü bir ülke olursa, bir süper güç olursa, eskiden olduğu gibi başkalarını ezip haksızlık yapamayacaklarına dair bir endişe de taşıyorlar. Ama bunu şöyle meşrulaştırıyorlar; dünya düzenindeki, uluslararası hukuk, uluslararası ticaret, Birleşmiş Milletler, insan hakları gibi tüm iyi şeyleri biz getirdik. Dünyadaki her güzel gelişme, bizim medeniyetimizin değerleri sayesinde, ve biz onu gücümüzü kullanarak dünyaya yaydık. Fakat bu doğru değil, yalan. Ama ona inanıyorlar veya propaganda olarak Asya ve Afrika’da tüm olumlu görülen değerleri de onlar bizden öğrendi tezini tekrarlıyorlar. Bu arada insanlığın ahlaki değerleri “bizim gücümüz sayesinde dünyaya yayıldı” demek, Afrika ve Asya’daki sömürgeciliği iyi bir gözle gördüklerini de gösteriyor.
İkinci aşamada da şöyle deniyor; şimdi Çin güçlendi. Onların da değerleri var. Eğer onlar da bizim gibi yapıp değerlerini empoze ederlerse bir değerler çatışması olur ve bu, dünyada bir kaosa yol açar. Onun için biz gücümüzü hiçbir zaman kaybetmeyelim ki bizim değerlerimiz tek değer olsun ve bir kriz ve çatışma olmasın. Bu çok saplantılı bir ideoloji. Bir kere Çin’in değerleri aslında uluslararası ahlaki normlardan ve değerlerden farklı değil.
Konuyu Filistin’den çıkarıp, Çin’e getirmiş olduk, ama her iki durumda da medeniyetler çatışması tezinin nasıl bir siyasi amacı olduğunu, ve ırkileştirilmiş bir medeniyet anlayışının nasıl bazı hakikatleri saklamaya vesile olduğunu göstermek için bu örneği verdim. Filistin siyasi hareketi, son 80 yılın en fazla evrensel adalet değerlerini temsil eden, en kozmopolit siyasi vizyonlarından birine sahip, içerisinde Hristiyan ve Müslümanların işbirliği yaptığı ve insanlığın değerlerine sahiplenen bir hareket iken, Israil devletiyle işbirliği için Avrupa ve ABD’nın bunu bir Batı veya Yahudilik düşmanı dini fanatizm ve medeniyet çatışması olarak gösterip, meşruiyetini çalmaya çalışması ırkçılıktan başka bir şeyle açıklanamaz.
Soru: Sizce “Batı’nın iki yüzlülüğü” argümanı işe yarıyor mu?
Aydın: İki yüzlülük argümanının işe yaradığı yerler oldu yaramadığı yerler oldu; şu an pek işe yaramıyor. Ama ikiyüzlülük argümanından vazgeçemediğimiz gibi, eğer üzerinde iyice düşünmezsek, iki yüzlülük argümanından vazgeçtiğimiz anda medeniyetler çatışması tuzağına düşme ihtimali de var. O da iyi bir şey değil.
Batı’nın çifte standartlarına vurgu yapıp onları eleştirmek, Batı’nın sömürgeciliğinin kurbanı olan toplumlar için faydalı bir strateji olabiliyordu. Hindistan milliyetçi liderleri sürekli İngilizlere, “senin yaptığın ahlaksızlık ve zulüm, güya senin bize getirdiğini iddia ettiğin insanlık, medeniyet ve aydınlanmanın tüm ilkelerini ihlal ediyor” diyegelmişti. Ancak, iki yüzlülük argümanı, Avrupalıların ve Amerikalıların sömürgelerini kaybettikten sonra, o süreçteki büyük şiddet, çatışmalar ve travmalar sonrasında, eski kurbanlarıyla daha normal ilişki geliştirmesine de vesile oldu. Mesela İngiltere’yi ele alalım; İngiltere’nin kurbanları, İngiltere’nin sömürgeleştirdiği ülkeler zaten hiçbir zaman İngiltere’yi yok edelim demiyorlardı. Zaten tarihi ilişkileri var. Ve Bağımsız olduktan sonra da İngiltere ile ilişkilerini insani bir seviyede sürdürmek istediler.
Fakat İngiltere, örneğin Kenya bağımsız olduktan sonra şunu diyebiliyor; bak ne güzel zaman değişti. İngiltere Başbakanının ifadesiyle “yeni bir rüzgar esiyor, artık sömürgecilik dönemi bitti.” Yani, tamamen yeni bir ilişki kurmak için iyi değerlerimize dönelim, diyebiliyorlar. Ve aslında Kenyalıların, diğer Afrika ve Asyalıların, İngilizleri zorladığı sömürge yönetime ve ırka ayrımına son verme gibi bazı değişimleri sanki kendileri ahlaken ıslah olup, öyle hissetmiş de ona göre davranmışlar gibi sunuyorlar.
Ama Filistin gibi bir konuda iki yüzlülük işe yaramıyor, çünkü Israil ve onları destekleyen Avrupa ve ABD için bir iyi yüz kötü yüz kalmadı artık, tam bir linç hareketi var Filistin halkına karşı. Her ne kadar Amerika ve Avrupa içerisinde, bunun bir katliam ve haksızlık olduğunu söyleyen milyonlarca insan olsa dahi, şu anki görünümüyle Amerika ve İngiltere’nin askeri desteğiyle süren İsrail’in katliamıyla bir linç hareketi devam ediyor. Yani bir iki yüzlülük olayı da yok ortalıkta.
Belki de Batı sonrası dünyaya ulaşmak için Batı dışındaki ülkelerin, sömürge merkezi ülkelerin kendi ahlaki ilkelerine dönmesini beklemek yerine, kendi arasındaki diyalogları ve işbirliğini daha fazla güçlendirmesi, ve bu vesileyle güçlü Batı devletlerinden adalet beklemek yerine, dünya da daha eşitlikçi ve adil bir sistemi kendilerinin kurması gerekiyor.
Soru: Filistin soykırımı konusunda İslam dünyasının yeterince tepki vermediği ve Batı’da daha etkili gösteriler olduğu tezi öne sürülüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? İslam dünyası Gazze’ye karşı sessiz mi kaldı?
Aydın: Gazze olayları sonrasında Asya ve Afrika kamuoyunun ciddi bir tepki vermediği ve yine Batılı kamuoyunun ciddi bir tepki verdiği tezi doğru değil. Bütün Asya ve Afrika kamuoyu tabii ki tepki verdi. Bunun tek istisnası Hindistan’dır. Oradaki hükümet, kendi ideolojik saplantıları sebebiyle Hindistan’daki Filistin yanlısı gösterilere karşı çok fazla baskı kurdu.
Tabii Avrupa ve Amerika’da da gösteriler oldu, ama Avrupa ve Amerika’daki gösterilerin çok kutsanmasının sebebi, Filistin’deki katliamı yapan İsrail’in arkasında zaten Amerika olduğu içindir. Amerika’daki gösteriler, oradaki kamuoyu üzerinden bir etki oluşturacağı, Amerika’da demokratik bir kamuoyu bilinçlenmesi olursa Amerikan siyasetinin değişeceği yönünde bir umuda yol açıyor. Yani, “Batı kendi içerisinde dönüşür belki bize zulmetmeyi bırakır mı?” umudu devam ediyor. Ama onun dışında mesela Endonezya’daki, Yemen’deki gösterilerin hiçe sayılması çok haklıca bir tepki değil.
Daha da önemlisi şu; aslında İslam alemi denilen fikrin kendisi zaten Filistin gibi yerlerde, yani Müslümanlara yapılan ırkçı ayrımcılığın getirdiği bilinçle oluşmuştur. Yani İslam alemi fikrinin oluşmasında Filistin meselesi çok önemli bir yer tutar. Orada insanlık aleyhi bir suç işleniyorsa bu zaten bütün insanlığın sorunudur. Biliyorsunuz Filistinliler de hep önce “İnsanlık nerede? Birleşmiş milletler nerede?” derler ve “Araplar nerede? İslam alemi nerede?” sorusu sonra gelir.
1970’li yıllarda Güney Afrika’da ırk ayrımı devam ederken, tüm Asya ve Afrika’daki kamuoyu Güney Afrika’da Nelson Mandela liderliğindeki siyasi hareketi destekliyordu, ve hepsi Güney Afrika’daki beyaz ırkçı rejimi boykot ediyordu. Güney Afrika’daki beyaz ayrımcı destekleyen ABD ve İngiltere idi, biliyorsunuz uzun bir süre Mandela’yı terörist olarak gösterdi ABD.
O süreçte, zamanla Avrupa ve ABD’deki gösteriler, o ülkelerin beyaz rejimine olan desteği azaltıp, ciddi bir siyaset değişimine yol açtı, ve arkasındaki ABD ve İngiltere desteği olmayan Güney Afrika ırkçı rejimi, Mandela’yı hapisten çıkarıp, ırk ayrımına son vermek zorunda kaldı. ABD’deki öğrenci gösterilerine yönelik beklenti de biraz 1980’lerdeki Mandela’yı hapisten çıkartmayan isteyen öğrencilerin gösterilerinin başarısı tekrar edilebilir mi ümidiyle oluşuyor.
Nasıl ki Güney Afrika’nın ırkçılıktan kurtuluş sorumluluğu sadece Siyahi Afrika Alemi’nin sorumluluğu olmadığı gibi, Filistin halkının haklarının verilmesi sorunu da sadece Arap veya İslam aleminin sorumluluğu olmamalı, bunun bir insanlık sorumluluğu olarak görülmesi lazım.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *