Türkiye’de laiklik uygulandığı şeklini göz önüne alırsak din ve vicdan özgürlüğünü sağlamak amacına dönük olduğunu iddia etmek bir hayli güçtür. Laiklik, tam tersine dinin üzerinden bir yönlendirme ve baskı aracı olarak uygulanmıştır. Kaldı ki DİB resmi bir kurumdur ve dini denetlemek amacıyla kurulmuştur.
Yusuf Yavuzyılmaz / Her Taraf
Türki modernleşmesi gerek dayandığı felsefe, gerekse uygulamalar düzeyinde toplumda büyük bir çatlak ve siyasal bölünme yaratmıştır. ” Cumhuriyet elitleri Osmanlı’dan geriye kalan devlet ve milletin yeniçağda ancak Avrupalılaşarak ayakta kalabileceğine inandılar ve modernleşme tarihinin en radikal, merkeziyetçi ve zecri programını uyguladılar. Bir ‘ ulus yaratmak’ için tarihi hafızayı silmeye, coğrafyayı yeniden tanımlamaya, sosyal muhayyileyi sıfırdan kurmaya yönelik kapsamlı projeler geliştirdiler. Cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya atılan ve tek parti döneminde geliştirilen tarih tasavvuru, birey anlayışı, pozitivist bilimcilik ve radikal sekülarizm, çok kapsamlı bir toplum mühendisliğini de beraberinde getirdi. Bir İmparatorluğu kaybetmiş olmanın yarattığı travma ve yeni kurulan Cumhuriyeti koruma ve kollama hissinin yarattığı güvenlik kaygısı, Türk modernleşmesinin derin travmalar yaşamasına neden oldu.” ( İbrahim Kalın, Akıl ve Erdem, Küre yayınları, s: 32)
Radikal batılılaşma çabasının ortaya koyduğu bu amaç, Türkiye’de yaşayan insanları kolektif bilincini bozmuştur. “Biz kimiz” sorusu artık bulanıklaşmıştır.
Türk kimliği etrafında yeniden tanımlanan biz kurgusu, Türk olmayan unsurları, Kürtleri, Ermenileri, Arapları öteki safına itmiştir. Çerçevesini dinin çizdiği paradigmanın yerine ulusun belirlediği yeni bir paradigma almıştır. Ancak devletin aksine halk yine meselelerini dini referans alarak çözdüğü ve gündelik hayatını sürdürdüğü için siyasal elitlerle halk arasında bir gerilim ve ayrışma yaşandı. Bu zihinsel bölünme ve farklılaşma kendi politik aktörlerini yaratmış ve Türk siyasetinin ana taraflarını oluşturmuştur. “Türkiye’nin siyasi ve kültürel hayatına damgasını vuran dört büyük fikri- siyasi akım yani Kemalist modernleşmecilik, sağ muhafazakarlık- milliyetçilik, jakoben solculuk ve batıcı liberallik, çarpık Türk modernleşmesinin algı hatalarından, korkularından ve travmalarından nasibini almış ve her biri kendi dünyasında bir küçük Türkiye yaratmaya çalışmışlardır.” ( İbrahim Kalın, Akıl ve Erdem, Küre yayınları, s: 19)
Bu çaba, yani öteki düşüncelere ve insanlara kapalı yapılar, Türkiye’nin toplumsal yapısını çatışma ortamına sürüklemiştir. Fikir çatışması yoğun olarak 1970-80 arası silahlı çatışmaya dönüşmüştür. Her siyasal akımın inşa etmek istediği Türkiye’de diğerinin yerinin olmaması çatışmayı daha da derinleştirmiştir. Modernitenin türdeş toplum yaratma amacı bütün akımları az ya da çok etkilemiştir.
Kemalist modernleşmeciler bu türdeşliği seküler Türk kimliği etrafında yapmaya çalışsa da, çok etnisiteli bir toplumda, başarılı olamamıştır. Kötülüğü tamamen karşı tarafa yıkmak ve kendini bütün olumsuzluklardan arındırmak ideolojik zihnin temel özelliğidir. Türkiye’de her şeyin 1950’den sonra bozulduğunu iddia etmek böyle bir anlayışın ürünüdür. Bu zihin şu soruyu sormuyor: Halk, İstiklal savaşını yürüten kurucusu Mustafa Kemal, yöneticisi İsmet İnönü’nün olduğu partiye hangi nedenlerle tepki gösterdi? Bu soru incelendiğinde siyasal aktör olarak Atatürk’e karşı belirgin bir muhalefetin olduğunu tespit edebiliriz. Hatta bu muhalefet Türkiye siyasal tarihinin merkezinde bulunan farklılaşmayı da açıklar niteliktedir.
Kuşkusuz çarpık modernleşme olarak adlandırabileceğimiz bu durumdan kurtulmak gerekmektedir. “Çarpık modernleşme tarihimizin sırtımıza bindirdiği yüklerden kurtulmanın yolu, temel hak ve hürriyetleri esas alan, hesap verilebilirlik ve şeffaflık ilkelerine dayalı bir siyasi- hukuki düzenin inşa edilmesinden geçmektedir.” ( İbrahim Kalın, Akıl ve Erdem, Küre yayınları, s: 18)
Türkiye’de laiklik uygulandığı şeklini göz önüne alırsak din ve vicdan özgürlüğünü sağlamak amacına dönük olduğunu iddia etmek bir hayli güçtür. Laiklik, tam tersine dinin üzerinden bir yönlendirme ve baskı aracı olarak uygulanmıştır. Kaldı ki DİB resmi bir kurumdur ve dini denetlemek amacıyla kurulmuştur. Bu durum Türkiye siyasal sisteminin laik olmadığını göstermektedir.
Türkiye’de laiklik daima tartışma konusu olmuştur. Bu durum metinlerle pratik arasındaki uygulama farkından da kaynaklanıyor. Laiklik, teoride din devlet ilişkilerinin ayrılığını savunuyorsa da Türkiye’deki pratik hiçbir zaman böyle olmamıştır. Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı ilk kurulan devlet kurumlarından biridir. Laik bir sistemde DİB diye devlete bağlı bir kurum olamaz. Daha ilk anda devletin iddia ettiği laik kimliği ortadan kalkmıştır.
Türkiye’deki laiklik uygulamasında dinin devlete müdahalesi önlenmiş, ancak devletin dine müdahalesini serbest bırakmıştır. Laikliğin Türkiye pratiğinin en önemli özelliği dinin devlet tarafından kontrol edilmesidir. Bu durumda Türkiye’deki pratik laiklik değil, devletin dini biçimlendirdiği bizantinist model olmuştur. Dolayısıyla ” Laiklik elden gidiyor ” şeklindeki çıkışlar mantık açısından tutarsızdır. Olmayan laikliğin elden gitmesi söz konusu olamaz.
Öte yandan “laiklik din ve vicdan özgürlüğünü içerir” tanımlaması da Türkiye pratiği açısından anlamsızdır. Burada analiz edilmesi gereken soru şudur: Olmayan laikliğin bu kadar tartışılması ne anlama gelmektedir? Bu durum özellikle Tek parti döneminde laiklik adı altında yer yer ateizme yaslanan pratikten kaynaklanmaktadır. Asıl tartışma konusu da buradan kaynaklanmaktadır. Kuruluşundan itibaren laik olmayan Türkiye devleti, dini vicdana hapseden, kontrol altında tutmayı amaçlayan, kendine özgü yasaklayıcı bir din politikası izlemiştir. Cumhuriyet modernleşmesi, dini kamu hayatından tamamen, halkın yaşantısından ise olabildiğince uzak tutmayı hedeflemiştir. Bu durumda modernleştirici elitlerin birincil hedefi, ibadet ve ahlak alanı değil, fıkıh alanı olmuştur.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *