Öyle görülüyor ki, Türkiye’de siyaset hukuk, adalet ve liyakat üzerinden değil, Nepotizm (Dayıcılık) üzerinden yürüyor. Bu tutum sadece muhafazakar dindarlarda değil, tüm siyasal anlayışlarda baskındır. Dolayısıyla Türkiye ekonomisi Cumhuriyet modernleşmesinden beri bir yolsuzluk ekonomisi olarak değerlendirilebilir.
Yusuf Yavuzyılmaz / Her Taraf
Siyaset felsefesinin en temel sorunlarından biri siyasal iktidar ile sermaye sahipleri arasındaki ilişkinin niteliği olmuştur. Türkiye’de asıl sorun, Cumhuriyetin kuruluşundan beri siyasal iktidarın kanatları altında bir sermaye sınıfı oluşturmak şeklinde yürütülen ekonomik siyasettir. 2002 yılına kadar bu süreç siyasal iktidarın laik, seküler, Kemalist zenginler yaratma şeklinde bir seyir takip etti. Yaratılan bu ekonomik zümre de sivil alanda sistemin sadık savunucusu oldu. 2002 yılından sonra laik seçkinler tarafından kullanılan ayrıcalıklar, muhafazakar dindarlar tarafından kullanılmaya başlandı.
Kuşku yok ki, Kemalist seçkinlerin İmam hatip liseliler üzerinden yaptığı eleştiri ahlaki değildir. Çünkü aynı ayrıcalıklar laik Kemalist seçkinler tarafından kullanıldığında bir itirazları yoktu. Yani eleştirileri ilkesel ve ahlaki değil sınıfsal çıkarlarını korumaya dönüktü.
Ak parti özelinde gerçekleşen iktidar değişikliğinde devletten beslenen ayrıcalıklı zümre yaratmaya dönük anlayışa ilkesel bir itiraz olmadı. Sadece devletten beslenen zümrelerin kimliği değişti. Onlarında itirazları ilkesel değildi.
Devletten beslenen zenginler konusunda muhafazakar dindarlar laik seçkinleri adım adım izliyorlar.
Yani son 20 yıldır İmam hatipliler zenginleşti retoriği, ondan önce seküler laik Kemalistler zenginleşiyordu anlamına gelir. Kuşkusuz bu ilkesel ve ahlaki bir itiraz değildir. Ahlaki duruş devletin hiçbir zümreye ayrıcalık tanımadan süreci hukuk ve liyakat içinde yürütmesidir. Öyle görülüyor ki, devletin kendine ideolojik olarak yakın kimselere ayrıcalık tanımak konusunda laik seçkinler ile muhafazakar dindarlar arasında önemli bir fark yok.
Nitekim Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Cumhuriyetin erken dönemlerindeki ekonomik işleyişi analiz eden ifadeleri bu durumu açıkça göstermektedir. “O sıralarda bence bu hadiselerin en önemlisini teşkil eden dünkü Milli Mücadeleciler ve o günkü devrimciler “kadrosunun” bir kazanç ve “menfaat şirketi” karakterini taşımaya başlamasıydı. Bunlardan kimi arsa spekülasyonları, kimi idare meclisi azalıkları, kimi taahhüt işleri, kimi de türlü türlü şekillerde “komisyonculukla” menfaat peşine düşmüş bulunuyordu. “Dur” demek siyasi bir zaruret halini almıştı. Ama ne çare! Atları alanlar tozu dumana katarak birbiri ardı sıra Üsküdar’ları geçiyordu” (Yakup Kadri, Politikada 45 Yıl, İletişim Yayınları) s. 79-80.)
Laik seçkinler, devlet tarafından dışlanmanın ve ötekileştirilmenin ne demek olduğunu anlamalı ve 2000’li yıllara kadar yaptıklarıyla yüzleşmelidir. Türkiye ekonomisinde devletten beslenen bir zümrenin olmasına ve onlara ayrıcalık tanıma şeklinde yürütülen anlayışa itiraz edilmelidir. Yoksa bu zümrenin muhafazakar dindar veya laik Kemalist olmasına göre tavır geliştirme anlamlı ve ahlaki değildir.
Öyle görülüyor ki, Türkiye’de siyaset hukuk, adalet ve liyakat üzerinden değil, Nepotizm (Dayıcılık) üzerinden yürüyor. Bu tutum sadece muhafazakar dindarlarda değil, tüm siyasal anlayışlarda baskındır. Dolayısıyla Türkiye ekonomisi Cumhuriyet modernleşmesinden beri bir yolsuzluk ekonomisi olarak değerlendirilebilir. Son yirmi yıldır, ekonomide köklü değişimler olmamış, sadece yolsuzluk yapan ve devlet desteğinden yararlanan sınıflar değişmiştir.
Şurası açık ki, Türkiye ekonomisi, gelir dağılımı açısından son derece adaletsiz, yoksul sınıfların ezildiği, zengin sınıfın ise her dönemde daha da zenginleştiği çarpık bir kapitalizmdir. Sürekli sermaye sahiplerinin lehine işleyen bu çarpık sistemi değiştirmek gerekir.
Ahlaki duruş, yolsuzluğun kimin yaptığına göre tavır almakla değil, yolsuzluk üreten sistemle ve anlayışla hesaplaşmayı gerektirmektedir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *