“Suudi Arabistan ve İran’ı bir araya getiren Çin, neden İsrail ve Filistin tarafları arasında arabuluculuk üstlenemedi? Ya da Suriye iç savaşında 100 binlerce insan hayatını kaybederken Çin’in barış ve uyum politikaları neden tek tarafı destekliyordu? Bu gibi soruların sayısını arttırmak mümkün olsa da, soruların kısa cevabı Çin’e gereğinden fazla güç ve kapasite atfedilmesidir.”
Dr. Kadir Temiz / AA
Son dönemlerde, Çin’in Orta Doğu’da artan etkisi üzerine ortaya konan birçok argüman bu etkiyi Çin’in küresel ekonomik ve siyasi bir güç olarak yükseliş hikayesinin bir parçası olarak okuyor. Bu anlatıya göre, Çin’in Orta Doğu’ya yönelik politikasında ekonomik ve siyasi yükselişi ile ilişkili bir değişim mevcut. Artan ticaret, yatırımlar, diplomatik ilişkiler, Kuşak ve Yol Girişimi gibi projeler bu değişimin somut göstergeleri olarak okunabilir. Bu çerçevede Suudi Arabistan ve İran arasındaki arabuluculuk girişimi, Çin’in Orta Doğu’daki çatışma ve riskli alanlara dair ilk somut ve başarılı hamlesidir. Bununla beraber bölge ülkelerinin büyük bir çoğunluğu, Çin’in artan etkisini olumlu ve kendi ulusal çıkarları ile uyumlu görüyor.
Çin’e gereğinden fazla güç ve kapasite atfediliyor
Çin’in gözle görülür ve ölçülebilir verilere göre, sadece Orta Doğu değil neredeyse bütün dünya ile ilişkilerinde ciddi bir artış ve etkileşim bulunuyor. Ancak bu etkileşimin ve ilişki biçiminin ürettiği sonuçlar ile beklentiler arasında belirgin farklar mevcut. Çin, insanlığı ortak bir kader etrafında birleştirerek barışçıl ve uyum içinde küresel sorunları ortadan kaldıracağını iddia ediyor. Ancak barış, uyum, Çin rüyası gibi Çin Komünist Partisi (ÇKP) nomenklaturasının ürettiği bu söylemlerin pratik bir karşılığı henüz ortaya çıkmadı.
Son dönemde İsrail’in Gazze’ye yönelik işgalci saldırıları sonrasında ortaya çıkan insanlık trajedisi, Çin’in Orta Doğu’da artan etkinliğine rağmen bölgenin varoluşsal sorunlarına dair somut adımlar atamadığını yeniden gösterdi. Suudi Arabistan ve İran’ı bir araya getiren Çin, neden İsrail ve Filistin tarafları arasında arabuluculuk üstlenemedi? Ya da Suriye iç savaşında 100 binlerce insan hayatını kaybederken Çin’in barış ve uyum politikaları neden tek tarafı destekliyordu? Bu gibi soruların sayısını arttırmak mümkün olsa da, soruların kısa cevabı Çin’e gereğinden fazla güç ve kapasite atfedilmesidir. Çin de son yıllarda Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile rekabetinin bir parçası olarak geliştirdiği söylem savaşı ile bu okumayı teşvik ediyor. Ancak bu durum hem Çin’in hem de muhatap olduğu aktörlerin gereksiz beklentiler geliştirmesine ve akılcı olmayan ya da ulusal çıkarları ile sadece söylem düzeyinde örtüşen yapay bir ilişki biçimi geliştirmesine sebep oluyor. Çin açısından bu durum bilinçli ve hesap edilmiş bir stratejinin sonucudur. Pekin, ABD veya diğer büyük ve orta güçlerle rekabetini, zayıf ve kırılgan küresel güney ülkeleri üzerinden belirlemeye çalışıyor.
Afrika ve Orta Doğu dışında Çin’in yakın coğrafyasındaki ülkeler, dünya barışı ya da ortak kader birliği olmasa bile Güney Çin Denizi’ndeki yapay adalar, Japonya ile Senkaku adasındaki egemenlik tartışması, Kore arasındaki kriz ve Tayvan gibi sorunlu konularda Çin’den nasıl bir beklenti içerisindeler? Çin yakın coğrafyasında alternatif barışçıl bir güç mü yoksa bölgesel barışa yönelik bir tehdit mi? Kısacası Çin’i salt yerel ve bölgesel dinamikler yerine daha küresel ve kendi yakın coğrafyasındaki sorunlara çözüm üreten bir aktör olup olmadığına göre değerlendirmek daha rasyonel bir yaklaşımdır.
Çin’in Orta Doğu politikasını belirleyen denklemler
Çin’in kuruluşundan bu yana Orta Doğu politikasını belirleyen temel ilkelerden 1’incisi ÇKP’nin Çin’in içerisindeki siyasal meşruiyeti, yani rejim güvenliğiyle ilgilidir. Çin’in devrimci lideri Mao Zedung’un 3’üncü dünyacılığından ve devrim ihracı modelinden bu yana Çin, ÇKP’nin ideolojik ve söylem üstünlüğünü önceleyen bir yaklaşım sürdürüyor. Pekin, yaklaşımla çelişen birçok bölgesel gelişmeye dair belirgin bir strateji ve politika üretmekten kaçınıyor. Örneğin Filistin-İsrail çatışması, Irak’ın işgali, İran nükleer krizi, radikal terör ve Suriye iç savaşı gibi bölge için varoluşsal önem arz eden birçok soruna dair “çözüm önerileri” açıklayan Çin için bu sorunlar çok genel bir çerçevede emperyalizm, Amerikan tek taraflılığı, uluslararası hukuk ve benzeri uluslararası sistemin yapısal sorunlarının bir devamıdır. Yani mevcut sorunlar, mesela İsrail’in Gazze’deki somut katliamı, Esad rejiminin kimyasal silah kullanması ya da Rusya’nın Kırım’ı ilhakı bizatihi denklemi belirleyen temel bir değişken değil, daha genel ve yapısal bir değişkene bağımlı değişkenlerdir. Tam da bu sebeple Çin bu sorunlara çözüm önerileri sunacak somut adımlar atmaktan kaçınıyor.
Çin’in Orta Doğu politikasını belirleyen diğer bir denklem ise dış güç olarak tarif edilen aktörlerin bölgeye müdahalesidir. İlkesel olarak müdahalesizlik argümanını kullanan Çin için bölgedeki sorunların temel kaynağı, bölgede çıkarları olan aktörlerin müdahalesi ile ortaya çıkan sınırsız sayıda değişkenin belirlediği karmaşık ilişkilerdir. Ancak bu yaklaşımın da temel çelişkisi müdahalenin niteliği ve niceliği ile müdahale eden aktörlerin kim olduğudur. Rusya ve ABD gibi dış güçlerin Orta Doğu’daki sorunlara müdahalesi Çin tarafından farklı okunuyor. Diğer yandan Çin’in bölgeye ekonomik ve siyasi araçlarla müdahalesi ise müdahale tanımının muğlaklığından dolayı neredeyse hiç görünmüyor. Doğal olarak Çin, Orta Doğu’da belirsiz aktörlerin belirsiz araçlarla belirli ilke ve prensiplere uyması ile ortaya çıkacak sözde bir barışın nasıl tesis edileceğini ısrarla diplomatik olarak anlatmaya çalışıyor. Bu da, sürekli çelişen ve bütünlüksüz ama Çin’in ulusal çıkarları ile uyumlu bir strateji ortaya çıkarıyor.
Orta Doğu’da artan çatışma ve savaş dinamikleri gün geçtikçe Çin’in bölgeye yönelik dış politikasını belirleyen temel ilkeler ile ulusal çıkarları arasındaki farkları ve çelişkileri de ortaya çıkarmaya devam ediyor. Bölge ülkelerinin acil ve kısa vadeli ekonomik ve güvenlik ihtiyaçlarından dolayı ortaya çıkan ve Çin’in ulusal çıkarları ile kesişen bu politikanın başarısı ancak söylem ve pratik arasındaki makasın daralmasına bağlıdır.
[Dr. Kadir Temiz, Milli İstihbarat Akademisi Öğretim Üyesi]
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *