“ABD-İsrâil dalaşı üzerine” başlıklı bir yazı kaleme alan Süleyman Seyfi Öğün, ‘İsrâil sanki ABD’yi burnundan yakalamış, çekiştiriyor. Tam bu sırada İsrâil’in Uluslarası Mahkemelerdeki yargılanması süreci başladı… Bitmedi; New York’ta, altında kanlı dehlizler bulunan bir sinagoga FBI baskın yaptı. Bitmedi; ne tesâdüf, unutulmaya yüz tutan Epstein dosyaları çarşaf çarşaf yayınlanmaya başladı.. İşin ucu bal gibi Biden ve pedofilyanlığı ispatlanmış olan oğlunu tutuyor…’ diye yazdı.
Yeni Şafak’taki köşesinde “ABD-İsrâil dalaşı üzerine” başlığı ile yayımlanan makalesinde Süleyman Seyfi Öğün, 20. asrın özünde ABD’nin inşâ etmiş olduğu tekil bir dünyâ sistemi olduğunu, SSCB’nin de sahte bir düşman olarak üretildiğini ve çöküşüne kadar kullanıldığını vurguladı. Öğün, bu çöküşün ardından ABD’de yaşanan elit değişimi ile birlikte ABD-İsrail çekişmesine giden süreci özetledi.
Öğün’ün yazısı şöyle:
19. Asır bir savaşlar asrıdır. Savaş dalgaları, kronolojik olarak 1945’e kadar devâm etmiştir. Bu sebeple, aklı başında vukuflu târihçiler kendilerini kronolojinin basitliklerine kaptırmaz. 19.Asır, 1945; yâni II.Umûmî Harbin sona ermesiyle sona ermiştir. 20.Asır ise 1945’de başlamıştır aslında. 1989 ve hemen arkasından gelen ve SSCB’nin çöküşüne işâret eden 1991, târihçi Hobsbawn’ın Kısa 20. Asır dediği bir çağı kapatan dinamik gelişmelerdi.
Her ne kadar savaşlarla anılsa da 19.Asırda çeşitli barış projeleri de gündeme gelmiştir. Bunlardan en mühimi Metternich’in 1815’de savaşan Avrupa devletlerine de kabul ettirmiş olduğu projedir. Burada ilginç olan muhtemel bir barışın olsa olsa kuvvetler arası bir dengeye dayanacağı varsayımıydı. Montesquieu nasıl güçler ayırımı ve dengesini devletin sürdürülebilir olması için olmazsa olmaz görmüştüyse, Metternich, devletler arası münasebetlerde, barşın sürdürülebilir olması için benzer bir akıl yürütmede bulunuyordu. ABD’de o mâhut ve meşhûr denge ve denetleme (check and balance) sistemini de bu dengeci bakışa misâl teşkil edebilecek olan üçüncü bir örüntü olarak değerlendirebiliriz.
20. Asır ise denge işini ideolojik değişken başta olmak üzere çok daha sert bâzı değişkenlere dayandırdı. Buna bilindiği gibi İki Kutuplu Dünyâ demek âdettendir. Hâlbuki bu özünde ABD’nin inşâ etmiş olduğu tekil bir dünyâ sistemidir. II. Umûmî Harp sonrası ABD dünyâya topyekûn hâkim olamayacağını kavrayan bir elit tarafından idâre ediliyordu. Bu elitler aslında Avrupa kafası veyâ zihniyeti taşıyan insanlardı. Bir bakıma Metternich’in halefleriydi. Hegemonya inşâ etmenin ciddi ve çok sorunlu olduğunu görecek kadar bâsiretleri vardı. Evvelemirde bir düşman bulmaları gerekiyordu. SSCB bunun için biçilmiş kaftandı. SSCB ile savaşı arzulayan, rüyâlarında Moskova’ya, Leningrad’a, tıpkı Hiroşima’da olduğu gibi atom bombalarını sallamayı görenler yok değildi. Ama bu mâceracılara da bir yerden sonra geçit verilmedi. Atom bombasının formüllerini Sovyetler’e sızdırmak sâdece Rosenberg’lerin kahramanlığıyla açıklamak bana her zaman sorunlu gelmiştir. Buna bizzat ABD içinden birilerinin istikâmet kazandırmış olduğu ihtimâlini her zaman saklı tuttuğumu ifâde etmeliyim. Sürdürülebilirlik diyalektik, karşıtlıklar üzerinden bir denge gerektirir. Keyfilik, aşırılık, ölçüsüzlük üzerinden yürütülen her ne varsa, kısa bir zaman için zâfer sarhoşluğu ile atbaşı giden parlak sonuçlar sağlasa da, orta ve uzun vâdede çöker. Akıl baştan çıkarsa sönümlenir. Delfi Mâbedi’nin bilgeleri, hattâ tekmil bilgelik miraslarından; felsefî olarak da Aristo’nun Nikomakhos’a Ethica’sında yazılanlardan beri bu böyledir.
SSCB’nin çöküşü düşmanı ortadan kaldırdı. ABD tam da bundan sonra hızlı bir elit değişimi yaşadı. Evvelâ Cumhûriyetçiler içinde örgütlenen bu yeni elitler, aslında kökenleri taşralı (Midwest) olan; ama hızlı bir mobilizasyonla hazımsız bir yükseliş gösteren insanlardan meydana geliyordu. Şımarık, ölçüsüz, taşkın, narsisist, zar sallamayı seven, kazanınca pis pis kahkaha atan adamlardı bunlar. Eski elitleri 1990’lardan başlayarak tasfiye ettiler. ABD’nin hiçbir denge ve sınır tanımaz bir şekilde dünyâda at oynatacağına ve her zaman kazanacağına inandırmışlardı kendilerini. Ortak niteliklerinden birisi de, katıksız bir İslâm düşmanlığıydı. 9/11 ekmeklerine yağ sürdü. Afganistan, Irak, Libya, Arap Baharı, Ukrayna, renkli devrimler hep bunların eseriydi.
Avrupa ve Avrupâî gelenekleri aşağılamak âdetleriydi. Derinlerde bir yerlerde semitiklerden topyekûn nefret etseler ve bu nefretleri yer yer yüzeye vursa da bunu gizliyor, bastırıyor; hattâ İsrâil ile berâber yol alıyorlardı. Trump onların has adamıydı. Trump’ın devrinde Kudüs’ü İsrâil’in başşehri olarak tanıdılar. Netanyahu’nun sırtını sıvazladılar. Arapları dizüstü çöktürerek İsrâil’in güdümüne soktular. Trump seçimde kaybetti. Yeni elitlerin, aslında Yahudilerden pek de hoşlanmayan kesimi toplu olarak Demokrat Parti’ye geçti.(Blinken-Pence farkı) Biden başlarda, ABD’nin Ortadoğu’da İsrâil’e endeksli bir siyâset izlemek zorunda olmadığını, İsrâil’in iki devletli çözümü kabûl etmesi gerektiğini, Suudlar’ın Kaşıkçı cinâyeti yüzünden hesap vermesi gerektiğini, esas düşmanın Rusya olduğunu söylüyordu. Rusya-Ukrayna savaşı, Trump devrinde başlayan İsrâil’i önceleme işini akâmete uğrattı. Netanyahu ve aşırılıkçı İsrâil partileri burada devreye girdi. 7 Ekim ve arkasında yaşananlar odağı yeniden Ortadoğu’ya çekti. Ukrayna açığa düşürüldü. Putin rahatlatıldı.
7 Ekim ve sonrasında yaşananlar, başka bir açıdan bakıldığında İsrâil-ABD gerilimdir aslında. Biden iktidârı âdeta off-side’a düşürüldü. Vaziyete hâkim olmak istediler. Donanma gönderdiler. Katliam yapan İsrâil’e sınırsız destek verdiler. Ama kaybedecek bir şeyi kalmayan Netanyahu’yu kesmedi bunlar. İsrâil vahşi bir katliam yaparak kontrolden çıktı. ABD’yi boşa düşürdü. İsrâil’in ABD’den istediği, kendisinin her türlü düşmandan arındırıldığı, mutlak hâkimi olduğu bir Ortadoğu kuruluncaya kadar yanında savaşması. İran’a saldırması, Hizbullah’ı tasfiye etmesi, Lübnan’ı yerle bir etmesi, hattâ Türkiye’nin de defterini dürmesi.
Blinken’ın son İsrâil ziyâreti tam bir skandal oldu. Görüşmelerde tarafların birbirlerine bağırıp çağırdıkları dedikodusu çıktı. ABD, ölçüsüz, dengesiz siyâsetlerinin bedelini ödüyor. Batağına çekildiği Yemen tam bir rezâlet oldu kendisi için. İsrâil sanki ABD’yi burnundan yakalamış, çekiştiriyor. Tam bu sırada İsrâil’in Uluslarası Mahkemelerdeki yargılanması süreci başladı… Bitmedi; New York’ta, altında kanlı dehlizler bulunan bir sinagoga FBI baskın yaptı. Ne tesâdüf, sinagogun hahamı, Netanyahu’yu kutsayan ve Armageddon savaşını şehvetle arzulayan bir aşırılıkçı değil miymiş? ..Bitmedi; ne tesâdüf, unutulmaya yüz tutan Epstein dosyaları çarşaf çarşaf yayınlanmaya başladı.. İşin ucu bal gibi Biden ve pedofilyanlığı ispatlanmış olan oğlunu tutuyor… Kavga büyüyor..Daha da büyüyecek gibi.. Kritik olan, ABD seçimlerine yaklaşıyoruz. Eğer, Netanyahu o güne kadar dayanabilir ve Trump gelirse vay hâlimize… “Biden-Blinken out, Trump-Pence in” bir durumu düşünmek bile istemiyorum. O zaman takım tutar gibi Trumpçı kesilen bizim yüzeysel gazetecilerin sûretlerinin alacağı şekli ve ne diyeceklerini çok merak ederim doğrusu…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *