Seçim sonuçlarını, genel olarak toplum, özel olarak da Müslümanlar açısından nasıl değerlendirmeli? Toplum acaba ‘iyi’ye doğru mu gidiyor, yoksa yaşanan olumsuzlukları, kavmin “nefsinde olanı değiştirdiğine” dair bir işaret olarak almak mı gerekiyor?
Türk siyasi tarihinde önemli bir dönemeçten daha geçildi ve 24 Haziran seçimlerinin ardından ‘cumhurbaşkanlığı sistemi’ olarak tanımlanan yeni ‘idare şekli’ resmiyet kazanmış oldu. Yüksek Seçim Kurulu’nun gayri resmi beyanına göre, cumhurbaşkanlığı seçimini, yaklaşık % 52’lik oy oranıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan, milletvekilliği seçimlerini ise yine yaklaşık % 53’lük bir oy oranıyla ‘Cumhur İttifakı’ kazandı.
Kaybetmesi durumunda mer’i yasalara göre ‘muhalefet’ yapma alanı hayli daralacak olan ve bu yüzden güçlü bir seçim kampanyası yürütmeye çalışan ‘Millet İttifakı’ ise, milletvekili sayılarındaki görece küçük artışın dışında umduğunu bulamadı ve beklediği ‘dip dalgası’nı yakalayamadı. Böylece, ‘yürütme’nin yetkilerinin artırılmasıyla ilgili olarak 16 Nisan 2017 Referandumu’nda kabul edilen anayasa değişiklikleri resmen yürürlüğe girmiş oldu.
Bu tabloyu nasıl yorumlamak gerekiyor? Acaba seçim sonuçları, Türk siyasi tarihinde yeni bir ‘dönüm noktası’na mı işaret ediyor, yoksa ‘kutuplaşmış’ toplumun yaklaşık yarısına hitap eden ‘Millet İttifakı’nın ‘bir şekilde’ direnmeye devam edeceğini öngörmek mümkün mü? Seçim sonuçlarını, genel olarak toplum, özel olarak da Müslümanlar açısından nasıl değerlendirmeli? Toplum acaba ‘iyi’ye doğru mu gidiyor, yoksa yaşanan olumsuzlukları, kavmin “nefsinde olanı değiştirdiğine” dair bir işaret olarak almak mı gerekiyor? Ve tabii ki, ‘Müslümanlar’ açısından bu seçim sonuçları nasıl değerlendirilmeli? Müslümanlar bu süreçte iyi bir imtihan mı verdiler, yoksa ‘kötü’ bir performans mı sergilediler?
Öncelikle genel bir ‘durum değerlendirmesi’ yapalım. Malum olduğu üzere, Türkiye, Şubat 2012’deki Hakan Fidan olayından beri ‘farklı’ bir süreç yaşıyor ve 24 Haziran seçimleri de bu sürecin (gelinen nokta itibarıyla) ‘son’ halkasını teşkil ediyor. Bu sürecin tipik vasfı, karşıt iki kampın alışılageldik siyasi yöntemlerin dışında araçlar kullanarak birbirlerini tasfiye çabası göstermesidir. Süreci Gülen Cemaati başlatmıştır, ancak zaman içerisinde iktidar karşıtı kamp kendisine (‘siyaset’ veya ‘toplum’ alanından) yeni müttefikler bulmuştur. İktidar da, (özellikle 15 Temmuz darbesinden sonra) benzer bir tutum içerisine girmiş ve o da kendisine yeni ‘müttefik’ler (örneğin ‘siyaset’ alanından MHP) bulma arayışına girmiştir. Ancak, bu süreçte kimi müttefikler değişmiş, fakat ‘kamplar’ değişmemiştir. Yani bir tarafta iktidar bloğu (yahut Erdoğan) vardır, diğer tarafta da ‘muhalefet’ bloğu (yahut Erdoğan karşıtları) vardır.
Bu kamplaşma durumu 24 Haziran seçimlerine kadar devam edegelmiştir. Burada elbette öncelikle sorulması gereken soru, yaklaşık 10 yıl birlikte hareket eden Erdoğan ve Gülen’in aralarının bir süre sonra niçin bozulduğu ve bu iki eski ‘sıkı dost’un hangi sebeple kıyasıya bir iktidar mücadelesine girdikleridir. Bunu, basit bir ‘pastadan pay kapma’ mücadelesi olarak görmek doğru olmaz. Daha önceki yorumlarımızda ifade etmeye çalıştığımız gibi, meselenin arkasında ‘sistemik’ gerekçeler vardır ve bunların başında da Erdoğan’ın “kendisine çizilen sınırları geçmiş olması” gelmektedir (Erdoğan’ın bunu bilerek veya bilmeden yapmış olması da durumu değiştirmemektedir!) Zira küresel güçler için “mesele sistemse gerisi teferruattır.” Bununla şunu kast ediyoruz: Erdoğan, 2002’den itibaren yaklaşık 10 yıl ABD ve AB başta olmak üzere ‘küresel sistem’ ile ortak çalışmıştır ve bu süreçte küresel güçlerin yardımını gördüğü gibi, yerel unsurların birçoğu tarafından da desteklenmiştir (ki Gülen cemaati bunların en başında gelmektedir). Cemaat, zaten uzun yıllardır ‘yerel sistem’ içerisinde güç kazanmaktadır ve bu durum Erdoğan döneminde de devam etmiştir. Cemaatin toplum ve bürokraside sahip olduğu imkanlar, bu dönemde ‘eski sistem’ için düşünülen revizyonların gerçekleşmesinde hayli işlevseldir ve Cemaat de bu rolünü gayet iyi oynamıştır. Bu sayede asker-sivil bürokraside büyük tasfiyeler yapılmış, Kemalist/askeri vesayet rejimi ciddi manada revize edilmiştir. Fakat bu sürecin sonunda, Erdoğan’ın ‘iktidar arzusu’ (veya Nietzsche’nin deyimiyle “will to power”) çizilen sınırların aşılmasına ve ‘demokratik’ rejimin balans ayarlarının bozulmasına neden olmuştur. Zira ‘muhalefet’ büyük ölçüde güç kaybetmiş ve siyasette bir nevi ‘temsil’ sorunu yaşanmaya başlamıştır. Bu ise, küresel gücün asla istemeyeceği (ve izin vermeyeceği) bir şeydir. Zira eğer bir ‘küresel sistem’ varsa, ‘oyuncular’ kurallara uymak zorundadır. Kural, hangi gerekçeyle bozulursa bozulsun, hakem düdüğü çalar ve onu ihlal edeni cezalandırır! Türkiye’de de olan (ya da yapılmaya çalışılan) budur. İktidar partisi, küresel sisteme verdiği taahhütlere uymamış ve muhalefeti, neredeyse işlevsiz hale getirecek denli zayıflatmıştır.
İşte bu noktada küresel güçler olaya el koymuş ve bir ‘operasyon’ başlatmışlardır. 2012 Şubat ayından bugüne yaşananlar (önemli başlıklarıyla: 2013 Mayıs Gezi Olayları, 17-25 Aralık 2013 operasyonları, 2014 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimleri, 2015 Haziran seçimleri, 2015 Kasım seçimleri, 2016 15 Temmuz darbe girişimi, 16 Nisan 2017 Referandumu ve 24 Haziran 2018 seçimleri) bu ‘operasyon’ sürecinin farklı evrelerine tekabül etmektedir. Bu süreci domine eden dinamik, iki kampın birbirlerine karşı yaptıkları ‘karşılıklı hamleler’dir. Bir taraf önce bir hamle yapmakta, bir süre sonra ise diğer taraf buna cevap vermektedir. Örneğin bir taraf, Gezi olayları ve 17-25 Aralık operasyonları ile diğer tarafa güçlü bir mesaj vermekte, diğer taraf da, buna mukabil, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle karşı tarafa benzer bir mesaj vermektedir. Hakeza bir taraf Haziran 2015 seçimleriyle diğer tarafı zora sokmakta, buna mukabil diğer taraf da, Kasım 2015 seçimleriyle karşı tarafa esaslı bir cevap vermektedir (15 Temmuz darbe girişimiyle, ardından gelen OHAL süreci ve 16 Nisan Referandumu’nu da aynı şekilde yorumlamak mümkündür).
24 Haziran seçimleri ise, naçizane kanaatimize göre, süreç içerisinde ‘bir boyutu’ itibarıyla farklılık arz etmektedir ki, o da şudur: 25 Haziran itibarıyla, artık muhalefet açısından ‘seçim süreçleri’ büyük ölçüde işlevsizleşmiştir. Eğer 2012’den beri yürütülen mücadele sürecinde amaç, normal ‘seçimler’ yoluyla AKP’yi (veya Erdoğan’ı) iktidarından etmek ise (ki, küresel sistemin banileri, Türkiye gibi demokrasi deneyimi olan ülkelerde her zaman önce bu seçeneği tercih ederler!), 24 Haziran seçimleri, bu amacın bu yolla gerçekleşmesinin neredeyse imkansız olduğunu göstermiştir. İktidar partisi (yahut Erdoğan) seçim süreçlerinde bir şekilde ‘ayarlamalar’ yapmakta ve öyle görünüyor ki, eğer “seçimi kazanacağına inanıyorsa” seçime gitmektedir! Bunu, özellikle de 24 Haziran seçimlerine giden süreçte net olarak görmek mümkündür. Erdoğan, referandumla kabul edilen anayasa maddeleri uyarınca % 50+1 oya ulaşmak için, (daha önce en şiddetli kavgaları yaptığı) Bahçeli’nin partisiyle ‘ittifak’ kurmanın ‘zorunlu’ olduğunu görmüş ve ‘etik/ahlaki’ bütün riskleri alarak, tabiri caizse, eski ‘kanlısı’yla dost olmuştur! (Hatırlanacağı üzere, bu, onun bu bağlamda gerçekleştirdiği ilk icraat da değildir! Çözüm Süreci, Suriye ve Rusya krizleri ve Mavi Marmara hadisesinde de benzer U dönüşlerini görmek mümkündür).
Peki, seçim süreçlerinin büyük ölçüde işlevsizleşmesi, küresel güçlerin ‘kural ihlali’ yapanı cezalandırmaktan vazgeçebileceği anlamına gelir mi? Biz bu ihtimali zayıf görüyoruz. Belki Erdoğan (yeni dönemin ortaya çıkardığı imkanları kullanarak) bunu isteyecek ve küresel güçlerle ‘barışmak’ için yeni bir hamlede bulunacaktır. Fakat ‘küresel sistem’in buna ‘sahici’ manada bir olumlu cevap vereceğini beklemek fazla iyimserlik olur. Zira böyle olması durumunda, küresel sistemle önce anlaşıp sonra kuralı ihlal eden her yerel ‘aktör’ bu örnekten cesaret alabilir ki, uzun vadede bundan göreceği zararı bilen küresel güçlerin böyle bir şeye izin vermesi mümkün değildir. Bu durumda, son 5-6 yılda giderek artan gerginliklerin, önümüzdeki süreçte de devam etmesi daha kuvvetli bir ihtimal olarak görünmektedir. Fakat bunların, alışılageldik ‘normal’ seçim süreçleri içerisinde tezahür etmesi artık zordur.
2019 Mart’ında yapılacak olan yerel seçimlerin, muhalefet için yeni bir fırsat sunduğu yönündeki görüşler, bu açıdan, doğru kabul edilemez. Zira ‘yerel’ seçimlerin mahiyeti farklıdır: bu seçimler ‘iktidar’ alanını belirlemek için yapılmadığından, bu alanda etki düzeyleri son derece sınırlıdırlar. Üstelik yeni ‘cumhurbaşkanlığı’ sisteminde, ‘genel’ seçimlerin sonuçlarının dahi, ‘reel iktidar’ alanını belirleme noktasında son derece sınırlı etkisi olmaktadır. Tabiri caizse, sadece ‘yürütme’/idare/yönetim alanında değil, önemli oranda (fiili anlamda) yargı ve yasama alanında da en önemli merci cumhurbaşkanıdır. Bu nedenle, yeni dönemde ‘muhalefet’in mücadele taktiklerini ‘siyaset’ olgusunun ‘çatışma’ (conflict) boyutunun belirlemesi kuvvetle muhtemeldir. Burada, CHP’nin ‘adalet yürüyüşü’ örneğinde olduğu gibi, ‘sistemik’ araçlardan ziyade, anti-sistemik enstrümanlar daha çok öne çıkabilir. Eğer muhalefet, yeni sistemden dolayı bir ‘yok olma’ riski ile karşı karşıya kaldığı hissine kapılırsa, bu durumda, ‘daha sert’ taktikleri deneme seçeneğini de düşünmek durumunda kalabilir.
24 Haziran seçim sonuçlarına bakıldığında, ‘toplum’ açısından ise şu değerlendirme yapılabilir: kamuoyu şirketlerinin yaptıkları anketlerin de teyit ettiği gibi, Türkiye’de seçmen davranışını, hala, büyük ölçüde, ‘ekonomik’ gerekçeler belirlemektedir! Bize göre, bu, verili şartlarda toplum açısından olumlu bir şey değildir. Zira ‘adalet’ duygularının derinden yara aldığı bir vasatta, insanlar ekonomiyi adalete tercih ediyorsa, orada (toplum açısından) işler yolunda gitmiyor demektir. Mazluma ‘ahh’ çektirmemek gerekir, zira onun ahı aheste aheste çıkar! Bir yönetim, ‘küfr’ ile devam edebilir, ama ‘zulüm’ ile asla! Gerçi Türkiye’de geniş kesimlerin ciddi manada ekonomik sıkıntı çektiği izahtan varestedir ve onların seçimlerde bu gerekçeyle oy tercihinde bulunmasını anlamak mümkündür. Fakat bunun ‘adalet’ pahasına olması yanlıştır ve dahi tehlikelidir! Zira ‘adalet’ mülkün temelidir. Temel sarsılırsa, binanın (yani ekonominin) iyi olmasının o toplumun karşılaşacağı ciddi sorunların çözümünde fazla yararı olmaz. O nedenle, her daim temeli gözetmek gerekir. Son seçimlerde seçmen davranışını niçin ekonomik gerekçelerin belirlediği hususunda şu tespiti yapmakta da fayda vardır: bu trend yeni değildir, Özal döneminden beri toplumda bu eğilim güçlü bir şekilde devam etmektedir. Özal’la birlikte, aktüel siyasette ‘ideoloji’nin etkisi kalmamış ve sağ-sol siyaset giderek merkeze doğru kaymıştır. Bunun en iyi kanıtlarından birisi de bizzat AKP’dir. Kurucuları, (1980 öncesinin ‘marjinal’ partilerinden biri olan) MSP geleneğinden gelmesine rağmen, bu parti, zaman içerisinde tipik manada bir ‘merkez’ partisi olmuş ve geniş kitlelere hitap etmiştir. CHP ile diğer sağ partilerin programlarında (özellikle de ekonomi alanında) ciddi benzerlikler görülmesi de bu durumu teyit etmektedir. Kısacası, AKP deneyimi, Özal döneminden beri devam edegelen olumsuz eğilim üzerine gelmiş ve muhafazakar tabana hitap eden bu parti de bu noktada süreci tersine çevirecek bir şey yap(a)mamış, hatta sürecin daha da hızlanmasına hizmet etmiştir. Sonuç itibarıyla, toplum, bu özelliği nedeniyle, ‘iyi’ bir yerde durmamaktadır. Toplum bir nevi (tabiri caizse) ‘vicdan’ körelmesi hali yaşamaktadır ve bunu en iyi ‘adalet’ alanında görmek mümkündür. Toplumsal ilişkilerde hakka/hukuka riayet neredeyse kalmamıştır. “Gemisini yürüten kaptan” anlayışı genel geçer hale gelmiştir. Bu, hayra alamet bir şey değildir; zira bir toplumun ‘vicdan’ı körelirse, o toplumun “nefsinde olanı değiştirdiğine” dair güçlü bir kanıt elde edilmiş olur. Maalesef Türk toplumu da son dönemlerde bu yönde bariz işaretler sunmaktadır.
Seçimlerin sonuçlarını ve süreç içerisinde yaşananları ‘Müslümanlar’ açısından değerlendirdiğimizde ise, biri olumsuz, diğeri olumlu olmak üzere iki husus üzerinde durmayı gerekli görüyoruz. Olumsuz olanı şudur: iktidar olduğu dönem boyunca AKP, ‘muhafazakâr’ siyasetin gereği olarak, ‘mütedeyyin’ çevrelerden oy talep etmiştir ve görece büyük cemaat ve gruplardan da bu desteği almıştır. Fakat ‘İslamcı’ olarak bilinen kesimin AKP’ye karşı tutumu çeşitlilik arz etmiştir. Bu çevrelerden, ‘ilkesel’ nedenlerle başından beri AKP iktidarından uzak duranlar olduğu gibi, başta AKP iktidarına uzak durup daha sonra onunla ‘sıcak’ ilişkiye giren ya da başından beri bir şekilde ilişkide olan gruplar da vardır. Başta uzak durup sonra ilişkiye girenlerin birçoğu, ‘şartlar’ın değişmesini gerekçe göstererek ve sözde ‘kazanım’larını öne çıkararak, AKP iktidarını desteklemeye başlamışlardır. Bu durum, özellikle de Erdoğan’a karşı ‘operasyon’un başladığı Hakan Fidan olayından sonra hız kazanmıştır. Bunun (iktidar tarafı için) ‘politik’ nedeni bellidir: sahip olduğu büyük bir ‘cemaat’ (yani Gülen Cemaati) desteğinden mahrum olan AKP, boşluğu benzer türde gruplarla doldurmaya çalışmıştır. Fakat operasyonun hedefi açık ve net (yani Erdoğan’ı iktidardan indirmek) olduğundan, AKP (yahut Erdoğan) da buna mukabil ‘sert’ tepkiler vermiştir. Başörtüsü yasağının kalkmasının, İslamcı bilinen grupların ‘görünür’ şekilde bürokraside konumlandırılmalarının vs. sebebi budur. Yani AKP, kendisini iktidardan etmek isteyenlere “direneceğim” mesajını verirken, bir anlamda bu ‘İslamcılar’ üzerinden bir hamle yapmıştır. Aslında bu grupların savunduğu gibi, ortada ‘sahici’ bir ‘kazanım’ yoktur; bilakis bir politik ‘manevra’ vardır. Bu manevrayı gerektiren şartlar halen de devam ettiği için, AKP iktidarı, bu grupları hala ‘istihdam’ etmeye devam etmektedir. Mavi Marmara örneğinde görüldüğü gibi, zaman zaman bu ‘İslamcılar’a da “ayağınızı denk alın” mesajını gönderse de, oy getirebilecek en küçük grupların dahi desteğine ihtiyacı olan AKP iktidarının bu politikayı kökten değiştireceğine dair henüz açık bir işaret yoktur.
Bu vesileyle, iktidara (yahut Erdoğan’a) destek veren bu grupların ‘mahiyet’ine (yahut ‘cürmü’ne) ilişkin birkaç söz sarf etmekte de yarar vardır. 16 yıllık AKP döneminde yaşanan tecrübe şunu göstermiştir ki, ‘İslamcı’ olarak bilinen (yahut birileri tarafından ‘İslamcılık vitrini’nde sürekli boy göstermesi temin edilen) grupların birçoğu, sözde ‘kazanımlar’ gerekçesiyle kolayca ‘ikna’ edilebilmektedirler! Bu gruplar, artık tecrübeyle sabittir ki, ‘ilke’ ile ‘menfaat’ arasında tercih yapmak durumunda kaldıklarında, maalesef ‘menfaat’i tercih etmektedirler. Bunun sebebi üzerinde iyi düşünmek gerekir. Kanaatimize göre burada, ‘Garûr’ (Aldatıcı) olan Şeytan ‘sağdan’ yaklaşmakta ve amacına fazla zorlanmadan ulaşabilmektedir. Bunun asli nedeni, (öyle olmalı ki) bu grupların ‘ilke’ olarak benimsediklerini ilan ettikleri şeylere olan inançlarının ‘itminan’ düzeyinde olmamasıdır. Çünkü ‘kesin inançlı’ hiç kimse, ilke ve menfaat arasında bir tercih yapmak zorunda kaldığında, menfaati seçmez. Peki, ‘kesin’ inancı ne sağlar? Bize göre, asli cevap ‘ilim’dir. Yani yeterli ilminiz yoksa Şeytan (özellikle de ‘sağdan’ yaklaşarak) sizi kandırabilir. Hatırlayalım, Hz. Adem ve Hz. Havva’yı Cennet’ten çıkaran şey de ‘ölümsüzlük’ ve ‘melek olma’ istekleridir. İnsan, tabiatı icabı her ikisini de isteyen bir varlıktır; fakat bunların ‘meşru’ yoldan elde edilmesi gerekir. Allah’ın yasağını çiğneyerek bunlara ulaşılamaz. Ayrıca şu da vardır: bir şeyi mücadele vererek elde etmiyorsanız, o şey aslında sizin değildir. ‘Kazanımlar’ sahici mücadele verilerek elde edilir; aksi olursa, ‘serap’a dönerler! AKP döneminde iktidara destek veren bu ‘İslamcılar’ın her iki hususta da yeterli ‘ilim’leri olmadığı bizzat tecrübe edilerek görülmüştür. Üstelik bu kesimler, ciddi çelişkiler de yaşamışlardır: bir zamanlar hakkı tebliğden başka bir gaye gütmeden İslami Parti deneyiminde bulunanları “demokratik parti kuruyorlar” yahut “İslami hareketin birikimlerini heba ediyorlar” diyerek suçlayan bu gruplar, “zalim sultana hakkı söylemeyi gerektirecek” şartların olduğu, adalet duygularının iyice zayıfladığı, toplumsal dejenerasyonun zirve yaptığı bir dönemde, sözde ‘kazanımlar’ını öne sürerek, İslami ‘ilkeler’ açısından tecvizi mümkün olmayanlara açık destek vermişlerdir. Bu çelişkiyi izah etmek (mazeretleri ne olursa olsun) zordur ve o yüzden de, ‘ilkeli’ Müslümanlar nezdinde büyük itibar kaybı yaşamışlardır. Elbette Rabbimizin mağfireti boldur, merhameti geniştir. Tevbe kapıları da açıktır, fakat ‘nasûh’ olması şartıyla!
Bu gruplar içerisinde ‘ilim’ bakımından daha zayıf olanları ise, çelişkinin ötesinde, ciddi siyasi tahlil hataları yapmışlardır ve fakat maalesef bunun farkında dahi değillerdir. Bunlara göre örneğin “oy vermemek” (yani AKP’ye oy vermemek), “koy vermek” demektir! Türk siyasetinin en ‘güçlü’ siyasi aktörüymüş edasıyla söylenen bu sözler, bu yaklaşımın sahiplerinin, bir iktidar alanında ‘güç’ ve ‘talep’ arasındaki dengenin nasıl olması gerektiği konusunda ne denli çarpık bir bakış açısına sahip olduklarını göstermektedir. Eğer arkasında başka bir ‘hesap’ yoksa (ki, olmadığına dair işaretler, olduğuna dair işaretlerden daha güçlü görünmektedir!) bunu ancak ‘cehalet’ ile izah etmek mümkündür. Bu kişilerin mantığıyla bakılırsa, Ashab-ı Kehf de, Hz. Nuh da, ‘koy vermişlerdir!’ Bu kişilerin mantığıyla bakılırsa, Firavun’un sarayında imanını gizleyen mümin, Hz. Musa için ölüm fermanı yayınlandığında, ‘tedbirsizlik’ ederek kimliğini açığa vurmuştur. Bu kişilerin mantığıyla bakılırsa, “takiyye imandandır”, “bütün hal ve şartlarda sadece Hz. Ammar’ın tavrı doğrudur, Hz. Huzeyfe’ninki yanlıştır!” Bu anlayış hatalarına neden olan zaafı da gerekçelendirmek zordur ve o yüzden de, bu türden sözleri söyleyenlerin ‘ilkeli’ Müslümanlar nezdinde itibarları ciddi yaralar almıştır. Ya “demokrasiye inanmıyoruz, ama oylarımız filan şahsa” diyerek kamuoyuna açıklama yapan gruplara ne demeli?! ‘Üstad’ ve ‘alim’ görünümlü figürlerin böylesine büyük çelişkiler yaşadığı ve ciddi tahlil hataları yaptıkları bir vasatta, bu grupların bu açıklamasını ‘normal’ mi görmek gerekiyor?! Belki öyle olabilir, ama bunların içinden bazılarının yaptıkları açıklamaların insana “neresinden tutayım ki?!” dedirtecek denli ‘saçmalıklar’ içermesi, normal zamanlarda ayağını sağlam yere basmayanların seçim süreçlerinde nasıl dil ve ayak sürçmeleriyle karşılaşacaklarını görmek açısından önemlidir. Bunlardan bazıları, hiçbir zaman demokrasiyi tasvip etmediklerini ve onunla hiçbir zaman hayra ulaşılabileceğini düşünmediklerini, onunla şeriatın geleceğini akıllarından bile geçirmediklerini ilan ettikten sonra şu eksantrik cümleyi kurabiliyorlar: “Biz hiçbir zaman şeriatın geleceğini beklemedik, zira gittiğine inanmadık!” İşte ‘kritik’ seçim süreçleri, bazı insanlara, böyle ‘kritik’ (!) açıklamalar yaptırabiliyor. Bu sözleri, tabiatıyla, ciddiye almak doğru olmaz, ama bunları belki iktidar tarafının oy ihtiyacının şiddetini gösteren bir indikatör (gösterge) olarak görmek mümkün olabilir! Zira normal siyasette, normal bir siyasetçi, “bu sözlerin sahiplerinden gelecek oy gelmesin daha iyi” der ama 24 Haziran seçimlerinde herhangi bir siyasetçinin bu sözler üzerine herhangi bir imada dahi bulunmaması, seçimlerin gerçekten de ‘kritik’ olduğunun bir kanıtı olarak alınabilir!
Süreç içerisinde yaşananların Müslümanlar açısından ‘olumlu’ tarafları da yok değildir ve onu da şu şekilde tanımlamak mümkündür: Şurası açıktır ki, ‘kazanımlar’ı gerekçe göstererek iktidara destek verenler, süreçte göstermiş oldukları bu ‘kötü’ performans ile Müslümanların ön safında yer alamayacaklarını ya da ‘temsil’ noktasında ‘yetkin’ olmadıklarını kanıtlamışlardır. Kemiyet açısından kayıp olarak görülse de, esasen bunu, keyfiyet açısından bir ‘hayr’ olarak görmek gerekir. Zira bu, bir nevi ‘nehir imtihanı’dır ve bu türden imtihanlarda ancak “bir avuç su içenler” karşıya geçip savaşma hakkını elde edebilirler. Bir avuçtan fazla içenlere Allah gökten yıldırımlar, ebabiller, kaya parçaları vs. gönderip de helak mı etmiştir? Hayır, bunu bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey var ki, Hz. Musa ile birlikte Mısır’dan çıkanlardan bir kısmı daha sonra buzağıya tapmışlardır ama bunlara ‘genel’ manada bir azap gelmemiştir. Hz. Musa bunları “içimizdeki beyinsizler” olarak nitelemiş ve Rabbinden, kavmin tümünün “onlar yüzünden helak edilmemesi” talebinde bulunmuştur. Tarihsel metinlerden, bu duasının reddedildiğine dair bir kayda rastlamıyoruz. Biz de benzer durumlarda benzer bir duada bulunabiliriz: hatayı işleyenler bellidir ve bizler onlar için de Rabbimizden bağışlanma talebinde bulunuruz. Hata yaptığını ikrar edenler, bağışlanmayı ümit edebilir. Hatasında ısrar edeni bağışlamak ise zuldür! Şeytan bizi Allah ile kandırmamalıdır! Evet, Allah’ın rahmeti geniştir; ama bağışlanmayı hak etmeyecek olanları da içine alacak kadar değil! Süreç bu açıdan ciddi tecrübelerle doludur ve bunlardan ders çıkarmasını bilmek gerekir. Müslüman, bir yılana aynı delikten iki kere sokulmaz. Hakka şahitlik yapmak isteyenler, her hal ve durumda, ilkeler üzerinde hassasiyet göstermelidirler. Ancak bunu yapabilenler, bağışlanma ümidini taşımayı da hak ederler.
İKTİBAS
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *