Kesin olan bir şey var ki, bugün Fransa’daki bir şehirde patlak veren olaylar sadece adaletin sağlanması ve failin yargılanması talebiyle açıklanamaz. Aksi takdirde Macron’un polisin eylemini kınaması ve polisin açığa alınması, olayları durdurmaya yeterdi.
Voltaire’in ülkesinde neler oluyor?
Abdusselam bin Abdulali / Şarku’l Avsat
Bugünlerde Fransa’da yaşananlar, Fransa’dan başka bir yerde gerçekleşemezdi. Fransa bu noktada diğer Avrupa ülkelerinden ayrı bir konuma sahip. Belki de sadece o, bunca ülke içinde çelişkiler ülkesi hatta en çelişkilisi diyebiliriz. Bunu bir ayrıcalık olarak görmeyebiliriz ama yine de Fransa için bir ayrıcalık. Belki de sırf bu yüzden bu yoğunluğu kucaklayabiliyor ve tüm mezhepleriyle, dinleriyle, siyasi eğilimleriyle, toplumun tüm bileşenleriyle Fransızları çelişkili yaşamanın her şeyi doğurabileceği bir gerilim ve kaygı durumuna sokuyor. Tüm bunlardan memnun olan Fransızlar olduğu gibi, rahatsız olanlar da var. Ancak herkes aynı potada ve herkesin kafası karışık.
Her şeyden önce Fransa’nın bir devrim, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ülkesi olduğunu unutmamalıyız. Ancak kanunların uygulayıcısı olarak görülen polislerden birinin trafik kurallarından birini çiğnediği gerekçesiyle 17 yaşından küçük Cezayirli bir gence silahını doğrultması ve öldürmesi, cumhuriyetin sloganlarına tamamen aykırı. Bu, tıpkı Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un da belirttiği gibi, izahı olmayan ve mazur görülemeyecek bir olay.
Daha da kötüsü polisin silahını ‘kendi takdirine’ göre ve kendisinin ya da kamu güvenliğinin tehlikede olduğunu düşündüğünde kullanmasına izin veren 2017 tarihli yasanın kabul edilmesinden bu yana polisin ülkenin banliyölerindeki gençlere aşırı güç kullanımı arttığından, bu tür olayların Fransa’da sık sık yaşanırken bunun sonucunda ortaya sosyal bir çılgınlık hali çıkmış durumda. Yasanın yürürlüğe girmesi, ülkenin banliyölerinde her an patlayabilecek bir sosyal bomba haline geldi. Ancak yaşananları bu gergin ilişkiye tek başına bağlayamayız. Fransız toplumunun yapısına ve tarihine nüfuz eden karmaşık, iç içe geçmiş birtakım nedenler var. Gerek 2005 yılındaki gerekse son zamanlarda saldırıların fitilini ateşleyen olaylar sadece ‘ikincil’ faktörler.
Çünkü ardından gelen protestolar pek çok çelişkiyi de beraberinde getiriyor. Bunları belirli bir faktöre bağlamak yeterli değil. Sanki banliyölerin ihmal edilmesinden, varoşlardaki yoksulluktan ve çok sayıdaki göçmenin topluma entegre olamayışından kaynaklandığını söylüyoruz. Aynı şekilde dini inanışlara ya da giyim, yemek gibi kültürel alışkanlıklara atıfta bulunarak açıklamak da yeterli değil.
Ancak kesin olan bir şey var ki, bugün Fransa’daki bir şehirde patlak veren olaylar sadece adaletin sağlanması ve failin yargılanması talebiyle açıklanamaz. Aksi takdirde Cumhurbaşkanı Macron’un polisin eylemini kınaması ve polisin açığa alınması, olayları durdurmaya yeterdi. Cezayirli gençlerin hedef alınması, çelişkileri körükleyen, fitili tutuşturan kıvılcım olduğunu ve cumhuriyetin kendine ihanet ederek ve temel değerlerini ayaklar altına alarak baskılarını gözler önüne serdiğini söyleyebiliriz.
Belki de birçok insan hakları örgütünün, bu olayın failinin ne Cezayirli genci vuran polis ne de kanunun ve onu temsil edenler olduğu, bilakis artık ilkelerine sadık olmayan ve değerlerine saygı duymayan cumhuriyetin ta kendisi olduğu gerekçesiyle gerginliğin azaltılmasını talebini reddettiklerini açıklamalarının nedeni budur. Oysa Fransa, tarih boyunca birçok siyasi mültecinin sığınağı olmuştu. Bir zamanlar aydınlanma düşüncesinin merkeziydi. Bugün isse Birleşmiş Milletler (BM) kuruluşlarından biri tarafından ‘kanunları temsil edenlerin ırkçı olduğu’ ve Fransa’nın ‘devlet ırkçılığı’ yaptığı açıklaması yapılıyor.
Hangi mezhepten ve toplumsal sınıftan olurlarsa olsunlar Fransızlar arasındaki nefret duygusunu besleyen diğer faktörleri de göz ardı etmemeliyiz. Bu faktörlerin belki de en başında aşırı sağcı partiler geliyor. Bu partilerin bazıları, televizyondaki ya da yazılı açıklamalarında, analizlerinin ve tahminlerinin geçerliliğini kanıtlamak için etrafa korku saçarak ve gözdağı vererek bilinçaltında bu tür olayları öngördüklerini bize hissettirdiler.
Bunun için Fransa’daki önceki seçimlerde aşırı sağcı cumhurbaşkanı adayı olan Eric Zemmour, seçim kampanyası sırasında özellikle ‘saf kan’ Fransızlar ile Fransız kökenli olmayan Fransızlar arasında yaptığı ayrımla Fransızların zihinlerine ve kalplerine aşılamaya çalıştığı kavramlar üzerinde durmaya gerek olmadan birkaç kez ‘iç savaş’ ifadesini kullandığını hatırlamak yeterli olacaktır. Zemmour, sanki Fransa’nın bir tarihi yokmuş gibi, sanki tarih boyunca yaşanan göç hareketleri Fransız toplumunda ve toplumsal yapısında görevini yapmamış gibi, sanki anne babası bu topraklarda doğmuş ve uzun süredir bu topraklarda var oldukları halde davetsiz misafir olarak gelmişler ve onlara hiçbir zaman ihtiyaç duyulmamış gibi konuşuyordu.
Aşırı sağcıların eski ve yeni tüm versiyonlarıyla başlattıkları tüm girişimlere rağmen, yıllardır hedeflerine ulaşamadığını söyleyebiliriz. Bunu söylerken sadece Le Pen ve ailesinin cumhurbaşkanlığını kazanamamasını ya da Zemmour’un elde ettiği utanç verici seçim sonuçlarını değil, ortalama bir Fransızın olayları çözümleyememesini kastediyoruz. Fransızların çoğu, son olaylarla ilgili değerlendirmelerinde artık etraflarında olup bitenleri anlamadıklarını ve herhangi bir yargıya varamadıklarını söylediler. Sanki Descartes’ın çocukları artık sağı soldan, kötüyü iyiden, batılı haktan, ezeni mazlumdan ayıramaz hale gelmişler gibi. Belki de bu durum kendisini diğerlerinden ayıran hiçbir rengi olmayan ‘Joker’ Cumhurbaşkanı Macron’un seçimlerde yeniden seçilmesinin arkasındaki faktör de bu kafa karışıklığıydı. Belki de Macron’un tüm yaptığı, kendisini bir alternatif gibi gösterebilmesi ve Fransızların yaşadığı tereddüdünün yanı sıra seçme ve birini diğerinden ayırma konusundaki beceriksizliğini somutlaştırabilmesiydi.
Hiç kimse Voltaire’ın ülkesinde işlerin nasıl geliştiğini açıklayabileceğini iddia edemez. Her şeyden önce işlerin nereye varacağını tahmin edemez. Ancak güvenlik yaklaşımının halk ayaklanmasını bastıramadığından ve daha da önemlisi Fransız kültür sahnesinden büyük düşünürlerin silinip gittiğinden söz edebiliriz. Fransa, adeta bir düşünce yetimi haline geldi. Jacques Berque, Roger Arnaldez ve Andre Miquel’in ders verdiği bir ülkede Michel Onfray’ın sabah akşam televizyona çıkıp İslam hakkında konuşması ve bize Kuran-ı Kerim’in bazı ayetlerini açıklaması, Eric Zemmour’un kanal kanal gezip Michel ve Charles Péguy gibi isimleri çıkaran Fernan Braudel gibi bir tarihçisi olan ülkede Fransa’nın tarihini ve kimliğini anlatması, Alain Finkielkraut’un Voltaire’ın ülkesinde Fransız kültürünü ırkçı analizleriyle doldurması, tüm bunlar, aydınlığın ülkesindeki mevcut durumu tüm boyutlarıyla açıklayamayabilir, ama işlerin geldiği noktaya ve gidebileceği noktalara ışık tutabilir.
* Bu analiz Şarku’l Avsat okurları için Londra merkezli Al-Majalla dergisinden tercüme edilmiştir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *