Son peygamber olarak Muhammed’in (sav) dahi atamız İbrahim’e (as) uyması bizzat rabbimiz tarafından isteniyor. Ki biz bu mücadeleyi Hz. Muhammed’ in (sav) yirmi üç yıllık nübüvveti döneminde şirke ve müşriklere karşı verdiği savaşı, cehdi, gayreti görüyoruz…
Ahmet Durmuş
İslam’ın anlaşılmasının önündeki engellerden en tehlikesi ve sinsisi hiç şüphesiz ki şirktir. Sebebine gelince şirk kendisini gizlemekte oldukça mahir olduğu gibi insanları Allah ile aldatmakta da oldukça başarılıdır. Yani her türlü kılığa girebilir. Ancak nübüvveti ve Kur’an’ı doğru anlayan, şirk ve tevhidin tanımını nebevi öğretiye uygun yapanlar bunu fark edip ayırım yapabilir. Bu ayırımı yapabilmek için de Kur’an’a parçacı değil bütüncül yaklaşılması gerektiğini Kur’an’la sıkı ilişkisi, dostluğu olan her mümin bilir. Bu düşüncemiz aynı zamanda İslami hareket metoduna da uygundur. Buradan hareketle zaman zaman gündem olan İbrahim’in (as) Allah’a ettiği duanın ardından söylediği bir cümleyi anlamaya çalışalım: “ Hatırla ki İbrahim şöyle demişti: “Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!” “Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kimde bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin.” (İbrahim:35-36).
Ehli Kur’an bilir ki, İbrahim Halilullah putperest bir kavme ve müşrik bir babaya karşı tevhidi bir mücadelenin akabinde ölümle tehdit edilmişti. Ve bu tehditten sonra, İbrahim (as) ailesini yanına alarak doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalmıştır. Bu hicret O’nu sevki ilahi ile beraber Mekke’nin çorak vadisine beytullah’ın temellerini yükseltmeye sürüklemişti. Bu minvalde sormak lazım; inandığı dava uğruna müşrik bir babayı müşrik bir kavmi terk edip hicreti göze alan bir rasül/nebi nasıl olur da kendisine tabi olmayan putperest/müşrik bir topluluğun affını ister? Düşünün ki Allah için babasını dahi terk etmeyi göze alan İbrahim (as) şirkin ve müşriklerin bağışlanmasını dileyecek! Kur’an bütünlüğünü tahrif etmeden konuya daha yakından baktığımızda İbrahim’in (as) tevhidin düşmanı olan şirkin ve müşriklerin affını dilemesi/istemesi söz konusu olabilir mi? Olsa olsa onların hidayete ermelerini istiyor olabilir ki, bu istek zaten İbrahim’in (as) olduğu gibi, tüm elçilerin/nebilerin ve hatta müminlerin ortak düşüncesidir. Ayeti kerimenin sonunda Allah’ın gafururrahim (bağışlayan ve esirgeyen) olduğunu vurgulaması sanki İbrahim’in (as) putperestlerin affını ve bağışlanmasını istiyormuş gibi algılanması son derece yanlış bir kanaat diye düşünüyoruz.
Yine düşünelim ki tevhidin babası ve diğer ümmetlere usve-i hasene olarak sunulan İbrahim (as) müşrikler için af ve bağışlanma dileyecek. Kaldı ki İbrahim, şirke karşı savaş açmış tevhidi yüceltmiş ve bunun için yerini yurdunu terk etmiş bir muvahhittir. İbrahim‘in (as) bu seslenişini şöyle anlamak daha makul bir yaklaşım olsa gerek; Rabbim onları sana havale ediyorum şüphesiz sen her şeye kadirsin. İster cezalandır, ister bağışla, hüküm sana aittir çünkü onlar senin kulların. Yani senin işine karışmak benim haddim değildir.
“İbrahim: Selam sana (esen kal) dedi. Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü o bana karşı çok lütufkardır.” “Sizden de, Allah’ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime dua etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam. (Meryem:46-48). İbrahim (as) bu seslenişten sonra müşrik baba ve kavminden yolları ayırdı. Babasına olan onca şefkatine rağmen Allah’a olan imanı, dostluğu ve teslimiyeti ağır bastı ve yapması gerekeni yaptı ve hicret etti. Ayeti kerimenin son cümlesine dikkat edersek İbrahim (as) yaptığı duanın boşa gidip emeğinin zail olmasından endişeli.
Konumuza tekrar döneceğiz, ama İbrahim’i (as) daha iyi anlamak için İbrahim’le (as) paralellik gösteren diğer bir rasül/nebi’de Hz. İsa’dır (as). Fakat İsa (as) ile alakalı ayetler din gününden (hesap günü) dünyaya açılan bir pencere ve bir sahnedir. İsa’dan (as) uzun uzadıya bahseden Maide suresinin sadece 116-118. Ayetlerine baktığımızda, yüce Allah İsa’yı (as) “Beni ve anamı Allahtan başka iki ilah bilin diye sen mi söyledin.” Diye hesaba çekiyor. Ve sonra İsa (as) diyor ki: “…Hâşâ! Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz…” “…Rabbim sen beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin. Eğer kendilerine azap edersen şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin.”
Burada da dikkat edersek İsa’nın (as) tevhidî anlamda çok hassas olduğu anlaşılıyor. Kavmini bütün gücüyle tek olan Allah’a çağırdığını ve haddini aşmadığını ve bir elçiye bunun yakışmayacağını rabbine arz ediyor. Demek ki İsa (as) da hükmü Allah’a bırakıyor ve Allah’ın Aziz ve Hâkim ( İzzet ve hikmet sahibi) olduğunu söyleyerek Allah’ın vereceği bir karara müdahale etmiyor. Ki, zaten hiçbir elçinin Allah’ın vahyine karşı ters istikamette bir metot uygulaması düşünülemez. İsa’yı (as) buraya İbrahim’le (as) benzerliği için aldık fakat takdir edersiniz ki İsa’nın (as) anlatımı ve bir anlamda sorguya çekilmesi kıyamet sahnesinin canlı bir tasviri olduğu için İsa’nın (as) üzerinde durmayacağız. Biz daha çok İbrahim’in (as) duası ve babası ile olan ilişkisini anlamaya çalışıp bu konu üzerinde yoğunlaşacağız.
İbrahim’in (as) Rabbine seslenişi ve uyguladığı yöntemin Nuh’un (as) metoduna benzemediğini ve zıt yönlerde bir istek ve temenni olduğunu zahiri anlamda Kur’an’dan anlıyoruz. Nuh: “Rabbim! dedi, yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakma!” “Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlaksız, nankör (insanlar) doğururlar (yetiştirirler).” (Nuh:26-27). Ne diyeceğiz şimdi Nuh’un bu serzenişine? Çok mu radikal? Veya çok katı ve acımasız mı? Nuh’un (as) yakarışı İbrahim’le (as) çelişir mi? Veya Nuh (as) putperestlerin kökünün kesilmesini istiyor da, İbrahim (as) putperestliğin yaşamasını mı istiyor? Bu sorulara vereceğimiz cevap malum. Kur’an’ın bütünlüğü açısından bu asla mümkün değil. Çünkü Kur’an’ın ilk ve en önemli hedefi hiç kuşkusuz putperestlik ve şirktir, dolayısıyla müşriklerdir. Kaldı ki Nuh (as) oğlunun suda boğulduğunu görünce rabbim o da benim ailemdendir dediğinde: “Allah buyurdu ki: Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim. (Hûd: 46).
Nuh’un (as) bu iki farklı çıkışı birbiriyle asla çelişmez. Çünkü bir tarafta kesin bildiği kafir bir kavim varken diğer tarafta babasının çağrısına kulak vermeyerek kötü amel işleyen oğlunun tavrını içine sindiremeyen ve oğluna son bir kez merhamet kanatlarını germeye çalışan bir baba refleksi söz konusu. Bu yüzden Allahu tealâ Nuh’u (as) uyarmıştır. Ve aldığı uyarı sonucu Nuh (as) bilgisi olmadığı bir şeyi Allah’tan istediği için derhal Rabbinden bağışlanma dilemiştir.
Demek ki Nuh’un (as) kavmine karşı o bıçak gibi keskin sözlerini ve oğluna yavrucuğum diyerek gemiye çağıran şefkat yüklü kelimesi İbrahim’le (as) ne kadar da örtüşüyor. İbrahim’i (as) yumuşak huylu, bağrı yanık, kendisini Allah’a vermiş birisi olarak Nuh’la (as) yan yana getirdiğimizde tevhidin izlerini görmemiz mümkün.
Göz ardı edilmemesi gereken diğer bir gerçek de, her insanda olduğu gibi her nebi ve rasulde de yapısal ve fıtri bir takım farklılıklar vardır. Tebliğdeki kullanılan üslup, dil farkı, mimikler, ses tonu, beden dili gibi bir sürü farklılık saymak mümkün. Ki bunun içerisinde coğrafi şartları bile saymak mümkün. Yani her nebi ve rasul farklı bir üslup, farklı bir yöntem kullanabilir, ama sonuç olarak hiçbirisi ilkesel anlamda tevhide zarar verecek bir eylemde bulunmaz, bulunamaz. Bunun içindir ki tüm rasuller kavimlerine ilk olarak; ey kavmimiz Allah’a kulluk edin ona hiçbir şeyi ortak koşmayın diye çağrıda bulunmuşlardır. Nuh’un (as) içi yanmış, uzun yıllar kavmini Allah’a çağırmış ve gece gündüz dememiş ama sonuç: “Rabbine: Ben yenik düştüm bana yardım et! diyerek yalvardı.” (Kamer:10). Bu yüzden Nuh (as) iflah olmayan bu kafir kavmin kökünün kesilmesini istiyordu, çünkü onlar yeni nesil doğurursa bu yeni nesilde ataları gibi kafir olurlar endişesini taşıyordu.
Hatta bu konuda iki kavme gönderilen elçileri de anmak yerinde olacak. İlki Musa ve Harun’un (as) yakarışı: “…Ey rabbimiz! (onlara bu nimetleri), insanları senin yolundan saptırsınlar ve elem verici cezayı görünceye kadar iman etmesinler, diye mi (verdin)? Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et, kalplerine sıkıntı ver (ki iman etsinler). (Yunus:88). Ve bir sonraki ayeti kerimede Allahu tealâ Musa ve Harun’un dualarını kabul ettiğini söylüyor.
İkincisi Şuayb (as). O hakikati yalanlayan kavminin şiddetli bir sarsıntıyla yerin dibine geçirilmesinin ardından şunu söylüyor: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kafir bir kavme nasıl acırım!” (Araf:93). Gerek Musa’dan (as) gerekse Şuayb’dan (as) anladığımız şey Nuh’un (as) durumuna çok benzer. Yani rasullerin istediği şey insanın zararı ve onun yok olması değil, tam tersi insanları kurtuluşa çağırıp onların helak olmalarını engellemek. Ancak bu çağırıya uymayıp sınırların aşılması durumunda ne müşriklere ne de kafirlere acınmayacağı yine elçilerin dilinden dökülen bir hakikattir. Ve onlara (müşriklere) Allah’ın göstermediği merhameti elçilerin gösterme haklarının olmadığını da anlamamız gerekir. Yoksa her vicdan sahibi Müslüman bilir ki, Kur’an’ın amacı insanlığı öldürmek değil, tam tersi ölü ruhlu insanları diriltmektir, vahyin iniş amacı da budur zaten. Nebiler de canları pahasına bunun için mücadele etmişlerdir. Ama asla Allah’tan daha merhametli olmaya çalışmamışlardır.
Tekrar İbrahim’e dönecek olursak, İbrahim (as) dediğimiz zaman tevhid ehli müminler şunu bilir, o tüm müminlerin atası olmakla beraber, şirkin amansız düşmanı ve tevhidin de babası olarak anılan bir rasül ve nebi idi. Hatta o, alemlere üstün kılınan dört aileden birinin reisidir. Allah’a ve insanlara karşı halim selim olan İbrahim (as) söz konusu şirk olunca hiç tahammülü yoktu ve putperest müşriklerle amansız bir mücadeleye girişmiştir. O tevhidî anlamda tek başına bir ümmetti ve sırat-ı müstakim üzereydi. Bu yüzden Nahl suresi 123. ayette yüce Allah son elçisine hitaben: Sonrada sana: “Doğru yola yönelerek İbrahim’in dinine uy’ O müşriklerden değildi” diye vahyettik.
Son peygamber olarak Muhammed’in (sav) dahi atamız İbrahim’e (as) uyması bizzat rabbimiz tarafından isteniyor. Ki biz bu mücadeleyi Hz. Muhammed’ in (sav) yirmi üç yıllık nübüvveti döneminde şirke ve müşriklere karşı verdiği savaşı, cehdi, gayreti görüyoruz ve burada tekrarlamaya sanırım gerek yok. Sadece şu ayeti hatırlamakta fayda var: “Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Rasulünü inkar ettiler ve fasık olarak öldüler.” (Tevbe:84). Demek ki elçilerin anlayışı, kaygıları ve uyguladığı yöntem ne olursa olsun sonuçta Allah’ın dediği olmak zorunda. Allah’ın elçileri de buna gayret etmişler. İnsan olarak hatalı bir davranış sergilediklerinde ise uyarılmışlardır.
Konumuzla bağlantılı olarak Tevbe suresi 114. ayeti kerimede İbrahim’in (as) babasına karşı yaptığı dua: İbrahim’in babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah’ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrahim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi.” (Tevbe: 114). Aslında ayet o kadar net ki üzerine yorum yapmak dahi ahlakî değil diye düşünüyorum. Fakat meramımızı anlatabilmek için Allah’ın affına sığınarak bir şeyler söylemek zorundayız. İnsanın sorası geliyor; Allah’a düşmanlık eden kavme/babaya karşı tavır koyup uzaklaşan ve çocuklarını putlardan uzak tutması için hicret edip çorak bir vadiye yerleştiren kaç tane mümin insan/baba gösterebiliriz? İbrahim’in (as) bu dik ve ilkeli duruşunu doğru anlamak yerine onun mücadelesini sulandırmaya çalışmak İbrahim’i, (as) tevhidi ve vahyi doğru anlamamak olur.
Hz. İbrahim’in babasına verdiği sözden bahseden ayet nübüvvetin son yıllarında veya yılında indiğini de hesaba katmamız gerekiyor. Mekke döneminde henüz safların belirgin bir şekilde ayrışmadığı bir zamanda yüce Allah İbrahim’in babasından ayrıştığından hiç bahsetmiyor. Ki şartlar buna belki de uygun değildi. Ancak Medine dönemi ki, Tevbe suresinin iniş yılını ve Medine’nin sosyolojik arka planını da hesaba katarsak zamanlama kusursuz görünüyor. Yani saflar oldukça net, mümin kim, münafık ve müşrik kim artık saflar belirgin durumda. Kur’an vahyin son yıllarında vahyin varislerine yani bizlere bir hatırlatma yapıyor. İbrahim babasına bir söz vermişti ve bu sözünden dolayı babasının bağışlanmasını Allah’tan istemişti. Dolayısıyla Nuh’un (as) oğlu için isteği ve Rabbimizin verdiği cevap İbrahim’e de (as) aynen geçerli gözüküyor. Ki Tevbe 114. ayet bunu teyit etmektedir. Zaten İbrahim (as) de babasının Allah’a karşı düşmanlık ettiğini anlayınca duasında ısrar etmiyor ve derhal babasından uzaklaşıyor. Ve yeni bir başlangıca doğru hicret ediyor. Mutlak doğru Allah’a aittir. Selam ve dua ile.
(Venhar)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *