Mümin olarak her birimizin gönlü ister ki, bir felaketin ardından dünya ve ahiret dengesini doğru kuralım. Hayata Allah’ın bak dediği yerden bakalım. Ve dünyaya hak ettiği kadar değer verirken kalıcı olan ahiret hayatını da aklımızdan çıkarmayalım… Başımıza gelen ne kadar bela, musibet varsa gerçekten kendi ellerimizle kazandıklarımızdır.
Ahmet Durmuş / Venhar
Son yaşanan altı şubat depremi özelde Türkiye Müslümanlarını, genelde ise tüm dünya Müslümanlarını silkeleyen, yasa boğan ve geride büyük acılar, büyük dramlar bırakan, uzun zaman görmediğimiz büyük bir felaketti. Başımıza gelen bu felaket çok boyutlu, çok yönlü konuşulabilir elbette. Fakat biz bu yazıda daha çok büyük bir imtihana tabi tutulan, mal ve can kayıplarıyla denenen biz insanın, acılar biraz dinince, yaralar biraz kabuk bağlayınca nasıl bir tavır takındığına/takınacağına ve ömrünün kalan kısmını nasıl idame ettireceğine bakacağız. Bir anlamda bir özeleştiri yapacağız. Bakacağımız yer ise sözlerin en doğrusu, öğütlerin en güzeli, tüm zamanların hidayet rehberi olan Allah’ın kitabı aziz Kur’an olacaktır.
“İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak (o zararın giderilmesi için) bize dua eder; fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider. İşte böylece haddi aşanlara yapmakta oldukları şeyler güzel gösterildi.” (Yunus:12)
Kıyamet sahnesini aratmayan deprem birçok canı hayattan koparırken birçoğu da ya yara almadan ya da enkazdan yaralı olarak çıkarıldı. Enkaz altından çıkarılan depremzedelerden bazıları Allah’ı hesaba katarak enkazdaki hayatlarını haber spikerlerine anlatırken hem biz hem de onlar gözyaşlarını tutamadık/tutamadılar. Bazıları ise bundan sonraki hayatının daha bilinçli ve daha din merkezli olacağını söylemekten kendilerini alamazken, bazıları da daha akılcı ve materyalist yaklaşabiliyordu yaşanan felakete. Ama genel manada Allah’ı hatırlamayan yok gibiydi. Fakat aradan geçen bir buçuk ay gibi kısa bir zamana baktığımızda Yunus suresi on ikinci ayeti hatırlamamak mümkün mü? Mümin olarak her birimizin gönlü ister ki, bu felaketin ardından dünya ve ahiret dengesini doğru kuralım. Hayata Allah’ın bak dediği yerden bakalım. Ve dünyaya hak ettiği kadar değer verirken kalıcı olan ahiret hayatını da aklımızdan çıkarmayalım. Ki Kur’an’ın da bize verdiği öğüt bu minvalde.
Ne demek istediğimizi daha net anlamak/anlatmak için baş tacımız hayat rehberimiz Kur’an’a bakmaya devam edersek: “Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız O’na has kılarak (ihlasla) Allah’a yalvarırlar. Fakat onları salimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki, (Allah’a) ortak koşmaktadırlar. (Ankebut:65) Dikkat edersek burada çıkarcılık ve kurnazlık var, Allah’ı aldatma var. Suyun derinliklerine gömülmekten korkan insan en samimi şekilde Allah’a yalvarıyor, Allah’ın yanında hiçbir ilah tanımıyor ama karaya ayak basar basmaz müşrikliğine kaldığı yerden devam ediyor. Ve sanıyor ki Allah’ı gerçekten aldattı ve boğulmaktan kurtuldu. Oysa ölümün ve hayatın tamamı Allah’ın elinde değil mi? Denizde insanı yakalayan ölüm karada yakalayamaz mı? Eğer bu ayeti kerimeyi her insan bizzat kendisine vahyedildiğini kabul etmezse büyük bir aldanışa ve yanılgıya düşmekten kurtulamaz. Ve dünya cenneti vadeden şeytanın/nefsinin tuzağına düşmüş olur. Demek ki ister denizde, ister depremde, isterse yangın veya sel felaketinde olsun, başımıza gelen afetlerden ders almamız ve enkazdan sağ olarak çıkınca da, sel felaketini atlatınca da Allah’a olan güvenimiz, teslimiyetimiz daha da artması gerekiyor. Kaldı ki: “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (Şûra:30)
Elimizi vicdanımıza koyup bir düşünelim! Başımıza gelenler kendi ellerimizle kazandıklarımız değil mi? Kaldı ki Rabbimiz işlediğimiz günahların birçoğunu da affediyor. Hayatımızın hangi alanında ve kaçımız temiz ve haram olmayan temiz rızık konusunda gayret gösteriyor? Veya hangi işlerimizde Allah’ı memnun edecek kulluk yapıyoruz. Ne ev alırken, ne araba alırken ve ne de günlük maişetini kazanırken, daha doğrusu hayatın her alanında ahlaki bir çöküş yaşadığımız bir hakikat değil mi? Kendi ellerimizle işlediğimiz ticaret, alışveriş, aldatmaya çalıştığımız nice mazlum insan, tükettiğimiz onca saçma sapan şeyler, hangisini sayalım? Bu konuda rabbimize karşı öne süreceğimi bir mazeretimiz var mı? Demek ki Kur’an laf olsun diye bizi uyarıp öğüt vermiyor.
Yine Mü’minun suresi 99-100. ayetlerde mesaj o kadar açık ki: “Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında: Rabbim! der, beni geri gönder ta ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş yapayım. Hayır! Bu onun ağzından çıkan (boş) bir laftan ibarettir…”
Dikkat edersek gemide dini Allah’a has kılan fakat karaya çıkınca şirkine kaldığı yerden devam eden insanın Allah’ı aldatmaya çalışması ahir hayatta da devam ediyor. Fakat gün hesap günü, toplanan hazirun da Allah’ın huzurunda. Artık ne affetme ne de dünyaya geri gönderme söz konusu. Daha önce uyarılan ve bir çağırıcı tarafından İslam’a çağırılan ama “ölçüp biçen” kibirli insan cehennemi görünce rol yapmaktadır adeta.
Dünyaya geri dönmek ve salih amel işlemek isteyen iki yüzlü insana bir cevap da Maide suresinden geliyor: “Onların ateşin karşısında durdurulup ‘Ah keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak!’ dediklerini bir görsen!.. Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendilerine göründü. Eğer (dünyaya) geri gönderilseler yine kendilerine yasak edilen şeylere döneceklerdir. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar.” (Maide:27-28)
Bu ayeti kerimeler doğrudan kafir ve müşrik insanlara hitap etse de, Kur’an’ın kızım sana diyorum gelinim sen anla kabilinden bir anlatım tarzı olduğunu Kur’an ehli her mümin bilir. Eğer böyle düşünmez ve anlamazsak belirli bir grup insanı aklamış, diğer bir grubu da cehenneme yollamış oluruz. Bu da haddi aşmaktır. Allah ise haddi aşanları sevmez. Yani ayetler hepimize hitap ediyor ve her bir insanın her an yanlış yapma, şeytanın tuzağına düşme riski var. Yaşadıklarımızda bunun kanıtlar durumda. Dolayısıyla tabi tutulduğumuz imtihan, hayatımızın tamamını kapsamaktadır. Bugün doğru işler yapmanız yarın da aynı işleri yapacağınız anlamına gelmez. Tam tersi de geçerli, çünkü biz melek değil insanız. Ancak bizim gayretimiz işin künhüne vakıf olup, dünya hayatını tamamlamadan önce Rabbimizin çağırısını işittik ve itaat ettik, biz Müslümanlardanız demek olmalı. Salih amellerimizi cennet karşılığı satın alan bir Allah’ın kulları olduğumuzu unutmamalıyız. İnsan sormadan edemiyor o halde bu gidiş nereye?
Dikkat çekmeye çalıştığımız şey; ayetlerinde aydınlatmasıyla, enkazdan kısa bir süre önce kurtulan insan yukarıdaki ayetleri unutmak yerine hatırlayıp kendisini hesaba çekmeli. Çünkü kıyameti televizyon ekranlarından değil, yakînen bizzat yaşadı. Hatta orada kendince Allah’a dua ve niyazda bulundu ve kim bilir Allah’a nice sözler verdi. Allah da ona yeni bir hayat bahşetti. Eğer bundan sonraki hayatımızda bir değişim olursa ki, değişenlerin olacağına inanmak lazım, ancak ekserunnasın (çoğunluğun) kaldığı yerden hayatlarına devam edeceğini Kur’an bize haber vermektedir.
Toplumsal değişim malum bir yasaya bağlı. Eğer bu yasayı işletebilirsek Allah’ın da bizim durumumuzu değiştireceğine imanımız tam olmalı:
..Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah, bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur. (Rad:11)
Kur’an ayetleri sanki başımıza gelen felaketleri özetler gibi. Yaşadığımız felaketlerin suçlularını aramak yerine, herkes kendi suçunu kendisine itiraf edip nefislerimizin bize emrettiği kötü davranışlardan vazgeçmeliyiz. Ahlaksızlığın her türünden uzak durup yeni bir milat başlatmalıyız ki, yüce Allah, durumumuzu maruf olana yani sırat-ı müstakime doğru değiştirsin.
Bu şu anlama gelmez elbette; her şeyi doğru yaparsak başımıza hiçbir felaket gelmez! Kastımız bu değil, ama biz önce dürüst, erdemli ve örnek Müslümanlar/insanlar olalım. Hayatımız salih amele endeksli olsun, yine de bir musibete uğrar ve imtihana tabi tutulursak Allah’a dayanıp güvenmekten başka ne yapabiliriz ki? Çünkü hayatın kendisi bir imtihandır. Hiç denenmeden cennete gidemeyeceğimizi Kur’an bize haber vermişti zaten. Hâsılı Allah dilediği şekilde bizi imtihan eder ve malımızla, çocuklarımızla bizi dener. Ama biz önce depreme karşı hazırlıklı olalım. İslam’a ve müslümana yaraşır şekilde yapılanmaya gidelim. Deprem olunca da başkasına zarar vererek değil müslümanca kaçmayı, yakıt alırken müslümanca almayı, deprem korkusuyla gecelediğimiz mescitleri müslümana yaraşır şekilde kullanmayı öğrenelim. Yani Allah’a kıyıdan kenardan kulluk etmeyelim (22:11) ve sünnetullaha karşı savaşmayalım. Yerküre ve insan fıtratına aykırı yasaları yürürlüğe koymaktan vazgeçelim.
Rad suresinde Allah’ın koyduğu değişim yasaları ve verilen mesaj açık ve net. Fakat bu yasaların işletilmesi insanın ilah-rab, dünya-ahiret, maruf-münker, hak-batıl, cennet ve cehennem vs. kavramlarını yerli yerince anlamamıza ve içselleştirmemize bağlı. Başımıza gelen ne kadar bela, musibet varsa gerçekten kendi ellerimizle kazandıklarımızdır. Çünkü Kur’an’ın kavramları hayatımızın dışına atılmış durumda. Oysa hayat bu kavramların üzerinde filizlenip gelişebilir. Son olarak Rabbimizin şu çağrısına kulak verelim:
“Ey insanlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasülüne uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfal:24)
Yani mutlaka hesaba çekileceksiniz. Hesaba çekileceğini unutmayan insan ise zaten rabbimizin istediği mümin kuldan başkası değildir. Mutlak doğru Allah’a aittir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *