Türkiye’de Osmanlı döneminin öncesine uzanan bir yapı bilgisi bulunduğunu belirten Mimar Celaleddin Çelik, Türkiye şehirciliğinde bu coğrafyaya özgü yeni bir şehircilik anlayışının gelişmesinin ütopya olmadığını söyledi, ev denen şey apartman dairesi değildir dedi.
Çelik, Türkiye şehirciliğinin son 70 yılını ve Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat’ta meydana gelen depremlerin ardından yıkılan veya riskli bölgelerde nasıl bir şehir planlaması yapılabileceğini AA Analiz’e değerlendirdi.
Türkiye şehirciliğinde temel sorun nedir?
Türkiye şehirleri büyüme planlarını, bizim çok da tasvip etmediğimiz aşırı merkeziyetçi bir plan üzerinden kurdu. Yani bizim yağ lekesi halinde büyüyen şehirler dediğimiz modele geçti. Ekonomik model neredeyse insanlar o merkezin etrafında kümelenmeye ve o merkezi şişirmeye devam etti. Bu ise planlanmadan kontrolsüz biçimde yapıldı. Bu aşırı merkeziyetçi, yağ lekesi gibi kümelenerek büyüyen şehirlerin yönetilebilmesi mümkün değil.
İronik biçimde bu ülkenin şehirleri bir asır önce çok ideale yakın fiziksel çevre barındıran şehirlerdi. Yani şu anlamda bunu söylemek mümkün; fotoğraflara baktığımız zaman bugün Bursa’ya, Uşak’a, Konya’ya, Balkanlar’a, Filibe’ye, Erzurum’a, nereye isterseniz baktığımız zaman, aslında çok insani olarak topoğrafyaya yerleşmiş, tabiatla ilişkileri güzel kurulmuş, insani ölçeği olan, her bireyin kendi kimliğini hissettirebileceği bir doku görüyoruz. Çok ideal şehre yakın dokular bunlar.
Batı’daki mimari trendler ne yönde?
Amerika, refah seviyesinin en üst olduğu ülkelerden biri. Bildiğimiz gibi Amerika nüfusunun yaklaşık yüzde 89-90’ı müstakil evlerde yaşıyor. Amerika’nın aslında bizim zihnimizdeki imgesi New York ve Manhattan’daki yüksek yapılardır. Ama New York eyaletinin de yüzde 76’sı müstakil evlerde yaşıyormuş. İngiltere’de de rakamlar Amerika’ya çok yakın. İnsanlar ancak bazı sosyal konutlarda, bazı öğrenci yurtları ve benzeri yerlerde, yani mecbur ise bir apartmanda yaşar.
Amerika’da bir önemli olay vardır. Sosyal konut olarak inşa edilen, Pruitt-Igoe evleri vardır. Bunlar, bildiğimiz apartmanlar, yüksek katlı toplu konutlardır. Burası bildiğiniz bir çöküntü alanı haline geliyor ve yanlış hatırlamıyorsam 1960’ların başlarında, Pruitt-Igoe evleri dinamitlenerek yıkılıyor. Bu çok ikonik bir andır ve videosu da vardır. “Bu tarz bir toplu konut fikri çökmüştür.” metaforunu videoda da görürsünüz.
Bizde bir başka tuhaflık da müstakil ev fikri mesela. Amerika’da ve İngiltere’de nüfusun yüzde 90’ını barındıran müstakil ev fikri bizde ya çok zengin evi yani villa olarak tasavvur edilir ya da çok fakir evi.
Bu örnekler Türkiye’ye uygulanabilir mi?
Amerika, İngiltere ve Almanya’daki örnekleri aslında, sadece çok çarpıcı bir uçurum olduğu için zikretmek istiyorum, çünkü bu coğrafya onlardan biri değil. Bu coğrafya başka bir coğrafya. Yoksa bunlar bize model olamaz. Bunlar bize ancak başka bir perspektifin mümkün olduğunu gösterebilir.
Bunun da bu coğrafyaya özgü, kendi çözümlemesinin içinden çıkması kaçınılmaz. Hatta şunu da söylemek lazım; İngiltere’deki o bahçe şehirlerin, Amerika’daki yerleşimlerin çok fazla eleştirilecek tarafı var. Mimari bir bakış açısıyla benim açımdan öyle. Aşırı otomobil merkezli, mesafelerden dolayı insanların gerekli sosyalliği yakalayamayacağı, fazla tekdüze, birbirine benzeyen ve sürekli birbirini tekrar eden dokular var. Bunlardan kendileri de şikayetçi.
Ben bunun somut bir gerçeklik ve ufukta görünen bir ideal dünya olduğunu düşünüyorum. Bunun, böyle ütopik bir hayal olmadığını, gönülden düşünüyorum. Evet. Sebebi de şu, birazcık perspektifi geniş bir açıdan ele aldığımız zaman, bu topraklarda büyük bir yapı bilgisi var. Sadece Osmanlı yaşamadı bu topraklarda. Çok eskiden beri gelen bir yapı bilgisi var. Yani Roma’dan beri biz şehir kuran bir toprağın üstündeyiz. Ama bu büyük tablonun içinde son bir asra bakıp, hatta son 70 seneye bakıp bütün bu bilginin silinmiş olmasını içime sindiremiyorum.
Mesela burada şunun altını çizmek lazım; Türkiye sadece ve sadece bir yapım yöntemini tek çözüm olarak görüyor. Bir betonarmeyi biliyor. Dünyadaki tek yapı yöntemi betonarme değil. Alternatifler var. Bunlar yine bazı çok gelişmiş ülkelerde alternatiften öte yüzde 90 seviyesinde tercih ediliyor. Mesela betonarme konut üretimi Türkiye’de yüzde 90’lardadır. Belki de daha yüksektir. Bu betonarme konut üretimi, çok kısıtlı bir zaman diliminde, bahsettiğim son 70 senede ağırlıklı olarak kabul edildi. Ama Amerika’da mesela evlerin yüzde 90’ı ahşaptır. Bizim, hafif çelik, çelik ve ahşap gibi daha hafif yapılar üretme imkanımız var.
Betonarme binalarda temel sorunlar nedir?
Islak inşaat sistemleri yani betonarme, yarı sıvı şekilde hazırlanıp kalıplara dökülüp dondurularak yapılan inşaatlardır. Bu ıslak inşaat sistemlerinde betonarmede yapı yönetmeliklerinin hedefi şudur: Konutlar için, kontrollü hasar dediğimiz bir hasar sınıfı var. Yani yapı depremde kontrollü olarak hasar alabilir. Hatta alsın; bunu göze alır yapı yönetmeliği ve mühendislik hesapları. Ama çökmesin. O tam toptan çökme olmasın ve insanlar içinden sağ çıkabilsinler.
Yapıyı yıktığınız zaman da o yapının molozu geri dönüştürülebilen bir şey değil. Hiçbir şekilde tekrar kullanamadığınız bir şey. Ancak hafif yapılar, yani kuru inşaat yöntemleriyle üretilmiş hafif yapıları yaparsak bu yapıların enkazı, molozu bile yok.
Ve sonra “Bunlar maliyet olarak uygun mu? Bunlar pahalı.” gibi itirazlar geliyor. Hangisi pahalı şu anda? Türkiye’nin yaşadığı durumu düşünelim. Yani on binlerce can kaybı mevcut. Zaten bir canı kaybetmek bile bence bu şekilde göze alınamaz. Ama maddi açıdan bile baktığınızda hangisi pahalı bilemiyorum şu anda.
Türkiye’de bu alternatif modeller hiç uygulandı mı?
Türkiye’de bunun mümkün olabildiğini gösterecek örnekler aslında yok değil. Yani Turgut Cansever’in tasarladığı projeler var. Bunları birçoğunu hayata geçiremedi istediği gibi ama bu projeler incelenebilir. Deprem için pilot şehir önerisi var mesela.
Ballıkuyumcu evleri gibi yakın dönemde şimdi Sivas Kaleardı’nda inşaatı başlayan yerleşimler gibi bu tasavvurun, bu fikrin nasıl mümkün olabileceğini gösterecek yerleşimler de var. Bunların aslında daha çok ön plana çıkarılması lazım. Çünkü insanların gördüğü şeyi kabullenmesi daha kolay gerçekten. Yani bir fikrin görsel olarak somutlaşması bizim zihin yapımızı başka türlü tetikliyor.
Depremde zarar gören bölgeler nasıl bir yaklaşımla kurulmalı?
Deprem sonrası bazı ilçeler hatta bazı iller o derece büyük hasar aldı ki baştan kurulmak zorunda. Bu şehirleri yeniden inşa etmek bizim için yeni bir sınav anlamına da geliyor açıkçası. Türkiye’nin çok önemli şehirleri bunlar. Bu şehirlerin yeniden inşasında umarım ki Türkiye’nin her alanda örnek kabul ettiği İstanbul’u, bu kötü fiziksel çevresiyle bir kez daha örnek almayız.
İstanbul için neler yapılabilir?
Olmayan yeni şehirleri biz inşa ettik çok yakın zamanlarda. Ataşehir yoktu. Kayaşehir yoktu. Başakşehir yoktu. Ama bunları inşa ederken de bildiğimizden şaşmadık. Yani depreme hazır, afetlere hazır bir şehir olarak inşa ettiğimizi söyleyemeyeceğim.
Yapılabilecek şeylerden biri İstanbul’un desantralize edilmesi için harekete geçmek. İstanbul’un yakın çevresinde hem Trakya Balkan tarafında hem de Anadolu tarafında şehirler biraz desantralize edilerek nüfus baskısını azaltma yönünde mekan politikaları geliştirilebilir.
Turgut Cansever çok önemli bir insan. 1999 depremi sonrası uzun bir çalışma sonucunda olası büyük İstanbul depreminden etkilenecek şehri desantralize edip ona çözümler arayan raporlar ve projeler yayınlamıştı mesela. Belki o raporlara tekrar dönüp bakmak lazım. Çünkü o raporlar çok disiplinli bir ekibin titizce çalışması sonrası ortaya koyuldu. Bunlar çok gerçekçi iktisadi ve matematiksel hesapları yapılmış, maliyetleri ortaya konmuş hesaplar, raporlar ve öneriler.
Ama mevcut yapı stoku ne olacak derseniz, bu daha teknik bir konu. Riskli binaların tespiti ilk yapılacak şey. Bu büyük oranda yapıldı ve yapılmaya devam ediyor. Ama bizim kentsel dönüşüm modelini düşünelim. Bu sistem neye dayanıyor? Bir yapı var. Bu yapıyı depreme dayanıklı şekilde yeniden inşa etmek istiyorsunuz. Nasıl inşa ediyoruz? İmarı artırıyoruz orada. Sizin 5 katlı bina oluyor 8 katlı, 10 katlı. Ama altyapımız aynı. Planlamamız aynı. Nüfus ve yoğunluk arttı.
Bu, problemlerden birisi. İkincisi, betonarme yapıların belli bir ekonomik ömrü var. Artık herkes aşina bu tabirlere. Bu yenilediğimiz, dönüştürdüğümüz yapıların da belli bir ömrü olacak. 40 sene sonra da bunların dönüşümünü konuşacağız. O zaman peki bir kere daha mı yoğunluğu artırarak dönüşeceğiz? Bunların da uzun vadeli projeksiyonlarını yapmak lazım. Yani büyük bir devletin 100 yıllık, 200 yıllık planlarla hareket etmesi lazım. Onun için kentsel dönüşüm, binaları yenilemek bir yöntemdir. Ancak bunu olumsuz yönleriyle beraber düşünüp daha uzun vadeli desantralizasyon planlarını harekete geçirmemiz lazım.
Kamusallaşma ve TOKİ çözüm olur mu?
Aslında yapı yönetmeliğine göre doğru biçimde üretilmiş bir konutun yıkılmasını beklemeyiz. Onun için TOKİ’nin yaptığı evler, KİPTAŞ’ın yaptığı evler, kamu eliyle yapılmış evler depremde yıkılmadılar. Bu bir başarı mıdır? Evet tabii ki başarıdır ama aslında olması gerekendir.
TOKİ’nin mesela yangın sonrası ve deprem sonrası çeşitli yerlerde yerel bilgiyi de önceleyerek ve hassasiyet göstererek ortaya koyduğu ve ortaya koymak istediği örnekler var. Bunlardan da bahsetmek mümkün. Mesela İznik’te yapılmış yapıları var. Elazığ’da yapılmış yapılar var. Buralarda bazı olumlu örnekler var. Bu bana şunu hissettiriyor. Kamunun bazı konularda öncü olabilecek bir rolü var aslında ve bunu yapmak da kamunun görevi oluyor bir noktada. İyi örnekleri ortaya koyarsa, insanlar iyi örneklerden ilhamla onları görüp bunun mümkün olduğunu gördükçe o yöne yönelebiliyor. Onun için TOKİ’nin bu açıdan bir görevi de olduğunu düşünüyorum.
Ev mefhumunu yitirdik mi?
İnsanların yaşadığı mekanlar; evler, Türkiye’de temelde apartman daireleri olarak algılanır. Evden kasıt “Bir toprak parçası üstüne oturan, içinde bir ailenin yaşadığı müstakil birim” olarak tekrar tanımlanmalı diye düşünüyorum.
Bundan “Türkiye’deki herkes müstakil evlerde yaşamalıdır” sonucu çıkarılamaz. Ama ülkece kavramsal tarif olarak ev denen şeyin bir apartman dairesi değil ancak ve ancak çocukların çizdiği bir tane çatısı olan bir müstakil birim olarak tariflenmesi gerekiyor.
Apartman dairelerinin bir başka altı çizilmesi gereken durumu da şu: İnşaat sektörü konut üretimini bir gayrimenkul değil de sanki menkul kıymet gibi değerlendirmemizin önünü açıyor. Bu tanımı tekrar yapmanın, dediğim gibi bizim mekansal çevreye ve insanca bir şehre bakış açımızda önemli olduğunu söylemek lazım.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *