“Dindarlar, deprem konusunda yapılan seküler açıklamalara geleneksel dini anlayıştan yola çıkarak cevap veremezler. Bu yüzden “kader”, “tevekkül”, “sabır”, “takdiri ilahi” kavramlarını geleneksel dindarlığın dışına çıkarak Kur’an ve Sünnet temelli yeniden tanımlamak zorundadırlar.”
Yusuf Yavuzyılmaz / Her Taraf
Din, insanın bütün hayatı boyunca uymakla yükümlü olduğu ibadet ve ahlak kurallarının toplamıdır. Dolayısıyla hayatı dinden arındırmak şeklinde ortaya çıkan modern seküler anlayışla İslam-toplum ilişkisi tanımlanamaz. Dini siyasete, hukuka, eğitime, ekonomiye vb. karıştırmamak anlayışının pratik hayatta hiçbir karşılığı yoktur. Bu teklif, senin inandığın ahlaki ilkelerin siyasette ve hayatın diğer alanlarında yeri yok anlamına gelir. Modernleşme sürecinde Müslümanlara sunulan teklifin özü budur. Bu elbette kabul edilemez bir tutumdur. Çünkü din hayatın her alanında yaşanmak üzere gönderilmiştir. Siyaset alanı da diğer alanlar gibi hayatın dışında otonom bir alan değildir.
Siyaset de dahil hayatın her alanında karşı çıkacağımız temel ilke, dinin istismar edilip araçsallaştırılmasıdır. Bunun dışında hiçbir gerekçe ile dini değerlerin temsili ve ona uygun yaşama iradesi hayatın hiçbir alanına kapatılamaz.
Din-siyaset ilişkisinin olmaması gerektiğini savunan modernist aydın ve siyasetçiler, dini istismardan çok dini değerlerin kendisini kastetmişlerdir. Bu da beslendikleri pozitivist, evrimci, ilerlemeci felsefi anlayış dolayısıyladır. Batı dışı modernleşme ideolojisinin kavramsal çerçevesi de budur. Dinin etkisinin azaltılması ve hayatın bilimin ilkelerine göre düzenlenmesi gerektiği düşüncesi, pozitivist bilim anlayışının özünü oluşturur.
Din istismarı konusunda ortaya çıkan tanımlama ve uygulama arasındaki farklılık, karşı çıkılanın dinin istismarı mı yoksa dinin kendisi mi olduğu konusunda karışıklık ortaya çıkarmıştır. Pozitivist aydınlar din istismarı kavramının ardına sığınarak, dini toplumsal hayatın dışına atmaya çalışmışlardır. Çünkü temel iddia bilimin ilerlemesi ile dinin toplumsal alandaki etkinliğinin sona ereceği inancıdır. Bundan dolayı modernist aydınlar, modernleşme sürecinde bilime özel bir rol yüklemişlerdir.
Cumhuriyet modernleşmesinin ilk dönemleri, özellikle Tek Parti Dönemi uygulamaları dikkate alındığında gözlemlenen şey, karşı çıkılan ve devlet hayatından tümden, toplum hayatından da olabildiğince uzak tutulmak istenenin bizzat dinin kendisi olduğunu ortaya koymuştur. Oysa din istismarını önlemenin yolu, samimi dindar olanla dini istismar edeni birbirinden ayırmaktır. Bunun yolu dinin yasaklanması değildir. Dinin istismarı dinin yasaklanması ile değil, doğrusunun öğretilmesiyle mümkün olacaktır. Uzun yıllar din istismarı söylemi, dindar halkın taleplerini engellemek için araçsallaştırılmıştır.
Tek parti döneminde dine mesafeli, yer yer reddedici anlayış din istismarını önlemek şöyle dursun daha da artırmıştır. Çünkü bu davranış, dini geleneksel anlayışın egemenliğine mahkum etmiştir.
Günümüzde İslam, tarihsel olarak dini hayattan uzaklaştırıp, hayatı dinden arınmış steril bir şekilde tanımlayan modernistlerin yarattığı baskıyla, dini temsil eden geleneksel dindarlığın ürettiği din anlayışının baskısı altındadır. Bu durum İslamcı yenileşmecileri hem dini tehdit olarak görüp ortadan kaldırmak isteyen modernistlerle, hem de geleneksel dinin temsilcileriyle karşı karşıya getirmiştir. İslamcılar, hem dini ortadan kaldırıp modern seküler bir toplum inşa etmek isteyenler ile hem de dini geleneğin tanımladığı form üzerinden yaşamaya çalışan geleneksel dindarlığın ürettiği düşümce biçimiyle mücadele etmek zorunda kalmıştır. Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh ile başlayan İslamcılık akımının önündeki iki büyük engel modernistler ve gelenekçilerdir.
Deprem sırasında ortaya çıkan tartışmanın özü de bu tarihsel zeminden kaynaklanıyor. Dindarlar, deprem konusunda yapılan seküler açıklamalara geleneksel dini anlayıştan yola çıkarak cevap veremezler. Bu yüzden “kader”, “tevekkül”, “sabır”, “takdiri ilahi” kavramlarını geleneksel dindarlığın dışına çıkarak Kur’an ve Sünnet temelli yeniden tanımlamak zorundadırlar. Bu kavramlar yolsuzluğun, hukuksuzluğun, sorumsuzluğun, tedbirsizliğin üzerini örten ve meşrulaştıran bir araca dönüşemezler. Ne yazık ki, bu kavramları insanın özgürlük ve sorumluluğunu ortadan kaldıracak biçimde kullanılması, önümüzdeki temel sorunlardan biridir. Çünkü kullandığımız kavramlar zihniyet dünyamızı oluşturmaktadır. Öncelikli görevimiz geleneksel kodlarla oluşmuş zihniyet dünyamızı bu anlayışın etkisinden kurtarmaktır. Geleneksel kader anlayışı özgürlüğümüzü, tevekkül anlayışı da nedenlere eğilmek ve önlem alma etkinliğimizi ortadan kaldırmaktadır. İnsanın eylemlerinde özgür, yaptıklarından sorumlu olduğu anlayışını temel alan yeni bir dini anlayışa ihtiyacımız vardır.
Din ve dini kavramlar temel anlamda adaleti gerçekleştirmek için vardır. Dini kavramları adaletsizliği savunmak için kullanmak onu araçsallaştırıp istismar etmektir. Dini bu istismar alanından mutlaka çıkarmak gerekir.
Dinin kader, sabır, tevekkül gibi kavramları bağlamlarından uzaklaştırılarak, mevcut uygulamadaki eksikliklerin sorgulanmasının üzeri örtülmek isteniyor. Ezelde yazılmış kader algısı, insanları yazılmış metni oynayan ve metnin dışına çıkması mümkün olmayan aktörlere dönüştürmektedir.
Deprem konusunda uygulamadan doğan eksikliklerin üzerini örtecek hiçbir söyleme prim verilmemelidir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *