İslâm olmak demek DOSDOĞRU OLMAK demektir. Rabbimiz Allah dosdoğru bir Allah’tır ve kullarının öncelikle teslim olduğunu söyleyenlerinin dosdoğru olmasını istemektedir. İslâm en büyük gücünü, rekabet edilemez kuvvetini dosdoğru oluşundan almaktadır. Takiyye dosdoğru olmaya engeldir biliniz. Söz verip, sözünü yerine getirmemek dosdoğru olmaya engeldir, düşününüz. Yapabileceğini söyleyip, söylediğini yapabilmeye çalışmaktır dosdoğru olmak. Bunu üretiniz, çoğaltınız Kur’an ışığında..
Ercümend Özkan
Biz başından beri kendimizi İslâm’la yenilemeye ve yeni tutmaya elimizden geldiğince gayret göstermiş, İslâm dışı kültürlerden bir bekerellik bir kirliliğin bile üzerimizde kalmaması için çok çaba sarfetmişizdir. Bu cümleden olarak bugün İslâm’ın kendisinden öğrenilmesinin katkı sağlayacağına inanılan nice insanlar gibi, ne vaktiyle esen sosyalizm rüzgârlarının etkisinde kalmış ve az bile olsa sürüklenmişiz, ne de içinde yaşatıldığımız laik-demokratik rejimin etkisinde kalmış ve onun pisliklerini İslâm’la karıştırmışızdır. Bunu bilerek hiç yapmadığımız gibi bilmeden de yapmamaya, İslâm’ı kendimizde bir bütün olarak bulundurmaya gayret etmişizdir.
Her toplumun gerek içinde yaşadığı, gerek komşusu bulunduğu toplumlarda etkili olan ve gerekse yaşadığı asırda dünya üzerinde etkisi bulunan dünya görüşlerinden etkilendikleri bir vakıa olagelmiştir. Bunun ötesinde bu toplumu meydana getiren insanların çok çeşitli şeylerden etkilendikleri, çok az sayıda insanın kendisini bu etkilerden koruyabildiği de bir gerçektir. Bu etkilenmeler çok çeşitlidir. Örneğin mesleğinden tutunuz da mahallî adetlerinden, hattâ dilinden bile etkilenme söz konusu olabilmektedir. Bunun birçok örneğini, en yakın çevremizde hemen buluvermemiz mümkündür.
Özellikle Batı’da meydana gelen teknolojik, askerî, ekonomik, siyasal gelişmeler karşısında bu toplumun İslâm diye bildiği şeylerin tümüne duyulan güvenin sarsılmaya başladığı asırlardan bugüne kadar toplum ve fert üzerinde özellikle ve öncelikle Batı kaynaklı dünya görüşlerinin, kavramların, davranış ve düşünüş şekillerinin etkisi olmuştur. Bu çatışma süregeldikçe galibiyet Batı lehine tezahür etmiş ve sonuçta müslümanların esas itibariyle İslâmî rejimlerini temsil eden devletleri yıkılıp dağıtılmış, bunlar üzerinde 40’a yakın devletçik, krallık, sultanlık ve bir adet de laik cumhuriyet kurulmuştur. Kurulan bu devletlerin hiçbiri İslâmî bir devlet olamamış, bazı kanunları ve hattâ anayasaları bile “…İslâm Devletidir” ibaresini taşısa da İslâm’ın adından ve devralageldikleri bir takım örflerden öteye İslâmî bir devletle uzaktan yakından bir ilişkileri bulunmamıştır. Bu devletçiklerin arkasından gelenler Türkiye Cumhuriyeti gibi alenen kendilerini İslâm’dan koparmamış, bunu açıklıkla ifade etmemişlerse de gerek kendi halkının gerek dünyanın gözüne baka baka bir yalanın üzerine oturan bu devletçikler, sultancıklar ve kralcıklar utanmadan şeriat devleti olduklarını söyleyebilmişlerdir.
Aradan geçen zaman içinde bu ülkelerin halklarının, yaşadıkları şartları daha çok hisseder oluşları, düşünmeye başlamaları ve üzerlerindeki baskıyı daha çok idrak etmeleri sebebiyle gözler açılmaya, kafalar çalışmaya ve tepelerinde oynanan oyunların iç yüzü görülmeye başlamıştır. Bunun kâmil olmayan bir örneğini kitleler çapında bir değişikliğe dönüşmüş haliyle İran’daki İslâmî devrimde görüyoruz. Başlangıcındaki siyasi uyanıklığı bir yana bırakılırsa, geleneksel kültürün yaşam bulduğu, imanın ve amelin temel ilkelerinin Kur’ân’a göre teşekkül ettirilemediği bu devrimin temelleri geleneksel kültüre dayanmaktadır. Her ne kadar bir takım ulemanın geleneksel olarak bağlı bulunduğu, din ayrı dünya ayrı anlamına gelebilecek uyuşukluğunun kaybolduğu ve yerini kendini Humeyni’de temsil ettiren basiretli bir anlayışa terkettiği bütün dünyaca görüldü ise de.
Bütün İslâm dünyasında, müslüman halklar arasında İslâm’ın aslına dönülme anlamındaki köktenci anlayışın yükselmesi, dikkatleri çekmesi ve giderek kökleşmesi ile geleneksel anlayış gerilemeye başlamıştır. Bu noktada Köktenci anlayışın önünde başka engeller belirmeye başlamıştır. Bu engellerin başında İslâm’ı bulandırıcı, safiyetine halel getirici olanların yani İslâm’ın safiyetini kavrayamayanların etkilendikleri laik-demokratik kavramların bulunduğunu belirtmek gerekmektedir. Her şey yerli yerinde öğrenilmeden, bazı sloganik şeylerin dillerde pelesenk edilmesiyle iktifa olunması bu kavram kargaşasında büyük rol oynamaktadır.
Tabiat boşluğu affetmez diye bir kural vardır. Bu kural kimin tarafından ifade edilirse edilsin sünnetullahın ifadesidir. Sizde şayet boşluk var ise, bırakılmışsa mutlaka çevrenizde bulunan fikirlerin en yoğunu ile doldurulur. İşte budur doğa kanunu veya sünnetullah. Bu kanunun hükmünden kaçılamaz.
Nice müslüman kardeşimiz var ki bunların nerede ise hepsi muhtelif oranlarda İslâm dışı kirlilik içindeler. Bunun ana nedeni Kur’an’ı az okumaları ve hayatlarına az geçirmeleridir. Kur’an’ı anlarken veya anlamaya çalışırken yüzeysel davranıyorlar; bir yandan geleneksel tefsirlerin fazlaca etkisi altında kalıyorlar, diğer yandan da içinde yaşadıkları ortamdan fazlaca etkileniyorlar. Tefsir okuyoruz diyen nice insan görmüşüzdür ki eskilerin doğru mu eğri mi diye düşünmeden söylediklerini kabul etmeyi ve demirbaşlarına kaydetmeyi Kur’an okuma ve Kur’an’ı anlama sanıyorlar. Kimileri de var ki yalnızca ellerindeki mealini okuyorlar ve İslâm’ın bizatihi bir siyaset olan ağırlıklı yanını ihmal ediyorlar. Ayrıca bunlar Peygamberi de ihmal ettiklerini şu veya bu sebeple de olsa saklamıyorlar. Bunları “Biz eskilerden bize her ne ki intikal ettiyse onların hepsi haktır ve doğrudur” diye kabul edenlerin kolaycılığı içinde görüyoruz. Böyle yapanlar Kur’an’ı anlamaktan ne kadar uzak kalıyorlar ve kendilerinden asırlarca önce yaşamış insanların görüşlerini elemeden bir sonuca varıyorlar ve hemen bütün söylenenleri doğru olarak kabul ediyorlarsa ve bu bir kolaycılık ise, Peygamberi ihmal edenleri de aynı kolaycılık içinde görüyoruz. Zira Peygamberimiz Allah’ın elçisidir. Kur’an’ı anlamış ve uygulamıştır. Teoriyi ilk defa pratiğe geçiren ve bunu yaparken de murakabe edilen bir insandır. Bu murakabeyi Allah, peygamberini (elçisini) yanılır gördüğü yerde yapmış ve onu muhtelif vesilelerle düzeltmiştir. Kimi anlayışı ile ilgili olarak susmuş, yani zımnî olarak tasvip etmiştir onun anlayışını ve uygulayışını.. Bizim için bağlayıcı olan bu anlayış ve uygulama ayrıca bizler için güzel bir örnek olarak gösterilmiştir Kur’an’da. Bu sebeple peygamberin ihmalini kesinlikle tecviz etmemekteyiz. Zira Allah tecviz etmemektedir.
Kimi insan da içinde yaşadığı ortamdan fazlaca etkilenmekte ve bütün gerçekleri, etkilendiği şeyler sanmaktadır. Güncel tabiri ile moda düşünceler, cereyanlar, yaşam biçimi gibi görünen şeyler, insanımızı özellikle ve öncelikle gençlerimizi hemen etkisi altına almakta ve onların büyük sapmalar göstermesine sebeb olmaktadır.
Vaktiyle Kaddafi’nin Libya’daki devrimi, bazılarını etkilemiş ve her şeyi Kaddafi’den umar hale getirmişti. Daha yakın zamanlarda ise Afganistanlı müslümanların Sovyetler’e karşı savaşmaları, müslümanları bir süre etkilemiş ve hayatı (İslâm’ı) bir kâfir sürüsüyle savaşmaktan ibaret sanmaya başlamışlardı. Şu günlerde bunun etkisi gittikçe azalmakta ve güncelliğini yitirmektedir. Daha sonra ve buna ek olarak İran’daki İslâmî Devrim’in müslümanları, emsallerine oranla en büyük çapta etkilemeye başladığını, hem de bu etkileyişin pek nadir de olsa bazılarınca Şiî olmaya kadar vardırıldığını da biliyoruz. İran’daki İslâmî devrimden yana olmakla, bu devrimden anlaşılması gerekenleri anlamak ve hayatına geçirmekle Şiîliği kabul ve taklit etmek arasındaki farkı bile kavrayamayanların, İslâm ve karşılaşacağı meseleleri anlayıp çözümler getirebileceğini sanmak herhalde safdillik olacaktır. Devrimin dinamiklerinin İslâmî olduğunu, Şiîlikle bir ilişkisinin bulunmadığını görebilecek gözler de yok değildir. Fakat bulanıklıklardan, sislerden sıyrılmak gerekmektedir çevresinde olup bitenleri gerçeğine uygun olarak anlayabilmek için.
Öte yandan içinde yaşadığımız sürecin bir demokrasi süreci olduğu ve İslâm’la uzaktan yakından ilişkisi bulunmadığı gibi, bilakis ona ters düşen bir mantalite olan demokrasinin resmî ideoloji olduğu kimi zaman dikkatlerden kaçmaktadır. Müslümanlar örneğin bir Marksizme karşı oldukları kadar demokratik düzene karşı olamamaktadır. Bunun başta gelen nedeninin içinde yaşanılan ve yaşatılan rejimin etkisi olduğunu görmek, gerçeği görmektir. Kimileri ise kanunlarla müeyyidelendirilen siyasi rejimin müeyyidelerinden çekinerek, kendilerini araziye uydurarak müslüman olabileceğini ve kalabileceğini sanacak derecede hamakat gösterebilmektedir. Bunların ne derece yaygın olduğunu, çevrenize şöyle bir baktığınızda hemen görürsünüz.
Bazı hususları örneklendirmekte yarar vardır. Bunların başında İslâmî bir kavram olmayan İNSAN HAKLARI, HÜRRİYET gibi kavramlar gelmektedir. Bu iki kavram da insanlık tarihinde Batı’nın bundan iki asır önce ortaya sürdüğü piyasa malıdır. İki asra yakın Batı’nın ezici etkisi altında kalan müslümanların düşünürlerinden tutunuz da aşağıya doğru geniş halk tabakalarına kadar yaygınlaştırılan bu iki kavram, üst düzeyden başlayarak kabul görmüş, aşağı tabakalarda ise ne idüğü bilinmeden tekrar edilip durur olmuştur. Demokrasi kavramının da ne manaya geldiği açıkça belirtilmese ve hattâ ona, onda bulunmayan özellikler izafe edilerek aldatıcılığı artırılarak yaygınlaştırılmış olsa bile, geniş kitlelerin ve daha da önemlisi müslüman olduğunu söyleyen birinin hiç sakınca görmeden kullandığı bir kavram olabilmektedir. İnsanın İslâm’a duyduğu güven(iman)den şüphesi bulunduğunu gösterecek boyutlara varan kavram kargaşası, yüzeyselliğin ne denli yaygın olduğunun belirgin örneklerindendir. Şükür ki en azından laikliğin İslâm’la bağdaşmadığı söylenmekte, yazılmaktadır. Zira laikliğe aykırılıktan cezalandırılmış müslüman sayısı hiç de azımsanacak miktarlarda olmamıştır. Bu cezalandırmanın daha çok etkili olması sonucu olsa gerek, müslümanların laikliğe örneğin ikiz kardeşi gibi olan demokrasiye baktıkları gibi bakmasını engellemektedir. Hâlbuki demokrasi olmadan laiklik, laiklik olmadan da demokrasinin bulunmasının mümkün olmadığını idrak gerekmektedir. Zira bu ikisi ancak birbirleriyle yaşayabilirler. Birinin yokluğu diğerinin hayatını söndürür ve sona erdirir. Diğerinin de yokluğu aynı sonucu doğurur öbürü için.
Bütün bu kısa açıklamalarımızda belirttiğimiz sebeplerle demokrasinin, laikliğin bir hevâya uyma olduğu Kur’an tabiriyle açıklanmaktadır.
Müslüman kimse, müslümanım diyen kimse, kısaca Allah’a ve O’nun elçileri vasıtasıyla kendisine gönderdiğine inanan ve bütün bunlara teslim olduğunu ifade eden kimse demektir. Teslim olmuş kimsenin teslim olduğu makamca kendisine tanınan hukuku bulunabilir. Başka türlü düşünmek mümkün değildir. Kur’an’da İNSAN HAKLARI diye adlandırılan herhangi bir kavrama rastlamak kâbil değildir. Zira İnsan Hakları kavramının içeriği bu kuramı ortaya atıp geliştirenlerce içinde yaşadıkları ortamdan etkilenerek Ortaçağ Avrupası’nın yaşam tarzına bir tepki olarak tesbit ve tamim edilmiştir. Kuramcılar Hürriyet kavramını da bu cümleden olarak geliştirmişler, faraziyeler halinde ortaya konup, tarifinde bile ittifak edilemeyen görüşlerini, çıplak uygulamalarının da sonucu olarak Allah’a teslimiyetin tam tersine kişinin doğarken dünyaya beraberinde getirdiği uydurması ile açıklamaya çalışmışlardır.
Hürriyetlerin esas itibariyle dört ana hürriyetten oluştuğunu söyleyen Montesqieu, “Kanunların Ruhu” isimli eserinde bunları Şahsî Hürriyet, Fikir Hürriyeti, İnanç Hürriyeti ve Mülk Hürriyeti olarak saymıştır. Bunlardan şahsî hürriyetin; kişinin bedenine istediği şekilde ve yoldan lezzet, haz sağlama hakkı olarak tanımlandığı belirtilmektedir. Fikir hürriyeti; karşılaştığı herhangi bir konuya ya da müşkile çözüm arayan insan ve toplumun dinî olanın dışında bir görüşü de problemlerinin çözümü için önerebileceği ve ekseriyetle kabul edilmesi halinde bu görüşün uygulanacağını ifade etmektedir. İnanç hürriyetinin ise kişi için isterse hiçbir şeye inanmama, istediği an istediği şeye inanma veya inancını dilediği gibi değiştirme olarak tanımlandığını hukuk felsefesi kitapları açıklamaktadır. Öte yandan mülk hürriyetinin kişi için istediği şekilde keyfî ve kemmî hudutsuzluk içinde dilediği yoldan ve dilediği kadar mülk sahibi olabilme hürriyeti anlamına geldiğini biliyoruz.
Sıraladığımız hürriyetlerin Batı’nın dünyaya tamim ettiği hâliyle İslâm’la uzaktan yakından bir alâkasının bulunmadığı bilinmelidir. Zira hevâsına uyanların tarif ve tesbit edip uyguladıklarını söyledikleri bu hürriyetler, teslim olduğunu (müslüman olduğunu) belirten bir insan için söz konusu olamaz. Hürriyetleri kabul etmenin hevâsına uyma ve başkalarının hevâlarına uymak demek olduğunu belirten Kur’an sürekli olarak insanları, Allah’ın kullarını kendine tâbi olmaya, teslim olmaya ve giderek mü’min olmaya çağırmaktadır. Bir yanda hevâsına uyma, diğer yanda Rabbi olan Allah’a teslim olma, yani birbirinin tam tersi iki çağrı söz konusudur. Akıl sahibi insan için Rabbi Allah’a teslim olmaktan daha hayırlı bir yol bulunmamaktadır. Nasıl olur da müslümanım hele mü’minim diyen bir kimse üstelik kendisi müslüman olduğunu söyledikten sonra seçimlerinde serbest bırakılmış gibi ‘benim hürriyetlerim var’ diyebilir. Müslüman kadın ve erkeğe, mü’min kadın ve erkeğe Rabbi Allah’a itaat gerekirken hevâsına itaati nasıl düşünebilir? Bu mümkün değildir.
Biz müslümanlar şayet gerçekten İslâmcı isek önce onun ne olduğunu gereğine uygun olarak bilmek zorundayız. Sonra da hayatımıza geçirmek zorundayız tabii.. İslâm’ı İslâm olmayanla karıştırmamak zorundayız. Zira ağzımızdan kendi irademizle çıkan sözümüz bunu gerektirmektedir. Kendimizle çelişkiye düşmemek zorundayız. Çelişkiye düşmemenin yolu ise olmamız gerekeni iyi bilmekten geçer. Bu ne ölçüde iyi yapılırsa o nisbette çelişkilerimiz azalır ve gittikçe arınmamız, küfrün her türlü pisliğinden de uzaklaşmamız mümkün olur.
İçinde yaşadığımız rejim ve onun kavramları bizi yamultmamalı. Bize etki etmemeli. Biz ona etki etmeli ve İslâmlaştırmalıyız ya da İslâmlaşma sürecine sokmalıyız. Bu ise önce kendimizin bu sürece girmemizle mümkündür. İslâmlaşma sürecine girebilmek demek, Kur’an’ı gerektiği gibi anlamak, hayata geçirebilmek, düşünce ve davranışlarının hareket noktası, rampası yapabilmektir. Bunu yapabilmek de düşünce ve yaşam biçimi ile en güzel örneklendirilen Allah’ın elçisinin neyi nasıl düşündüğüne ve hangi konularda nasıl davrandığına vukufu gerektirir. Bize intikal eden rivayetlere teslim olmak değil, bunları Kur’an süzgecinden geçirmek, Kur’an imbiğinden geçirmekle elde kalacak şeyler bizler için bağlayıcı olacaktır Kur’an’la birlikte.
Bizler bugün herhangi bir hususu savunurken, insanlara tamim ederken; yarın İslâm Devleti olduğumuzda da savunabileceğimiz ve uygulamamız gereken hususlar olarak savunmalı, insanları onlara çağırmalıyız. Bugün söylediklerimizden yarın hulfedemeyiz. Bugün ne diyorsak yarın da onları söyleyeceğiz ve uygulayacağız. İnsanların güvenini de desteğini de bu özelliğimizle yani dosdoğru oluşumuzla kazanacağız. Zira Rabbimiz Allah bizlere peygamberlerine buyurduğu gibi “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” buyurmaktadır.
Örneğin bugün başörtüsünü savunacağız derken, bunu İslâmî olmayan bir biçimde yani ‘herkesin giyinme hürriyeti vardır’ diye söyleyemeyiz. Zira gerçekte yarın biz, kendi düzenimiz geldiğinde insanların istedikleri gibi giyinmelerine göz yummayacağız, yumamayız da. Zira Rabbimiz Allah, yeryüzünde fesat kayboluncaya, din Allah’ın oluncaya kadar yani İslâm’ın hakimiyetini sağlayıncaya kadar mücadeleyi bize emretmektedir. Müslim ve gayr-ı müslim olsun kimsenin açılmasına müsaade etmemektedir İslâm. Bunu, insanların hevâlarına kapılmalarına vesile saymakta ve yeryüzünün ifsadı olarak değerlendirmektedir. Biz müslümanlar ise yeryüzünün ifsad edilmesine göz yumamayız. Ne şimdi ne de devlet olunca.
Her devletin bir düzeni vardır ideolojisi ne olursa olsun. Devlet bu düzene devlet hudutları içinde yaşayan insanların itaatini ister, inansın veya inanmasın. Uymayanları da müeyyideleri ile cezalandırmaktadır. İslâm’a göre olmasa bile o devlete göre bu müeyyideler zulüm değildir, ki maruz kalanları mazlum olsunlar.
İslâm devleti kurulduğunda bu devletin de kanunları olacaktır. Bu kanunlar herkese şamildir ve herkes üzerinde uygulanacaktır. Dileyenin dilediğini yapabilmesi hiçbir devlet düzeninde mümkün değildir, ki İslâmî bir devlette mümkün olsun. Örneğin yukarıda değindiğimiz kadın kıyafetleri konusunu ele alalım. İslâm kadının toplumda kişiliği ile yer almasını, dişiliğini mahremine gizlemesini emretmekte, öngörmektedir. Bu sebeble dini ne olursa olsun kadının, dinine değil cinsiyetine bakarak onun avretini setretmesini taleb etmektedir. Bu suretle de dişiliğinin gizlenmesi, açığa vurulmaması suretiyle toplumun ve tabiidir ki fertlerin ifsadının önüne geçmek istemektedir.
Bu hususlar düşünülürken dikkat edilmesi gereken önemli nokta şudur: İnsan doğası nasıl bir yaşam gerektiriyorsa insan öyle yaşamalıdır. Bu doğanın yaratıcısı, insan doğasına en uygun olanı insana önermiş ve emretmiştir. Meselâ; içkide yarar da bulunmasına rağmen zararının daha çok olduğunu belirterek insana içkiyi yasak etmiştir. Uyuşturucunun da yasak edildiği gibi. Zira bunlar insan sağlığını ve sağlığa bağlı olarak yapabileceği sair şeyleri yapabilmekten insanları alıkoymaktadır. Bu alıkoyuşa İslâm izin vermemektedir. Güncel bir tabirle, koruyucu hekimlik kurallarını işletmek istemektedir. Sabah namazından sonra başlayacak günlük yaşamın, yatsı namazından sonra uykuya bırakılmasıyla insan gecenin istirahat için yaratıldığının yaşayarak farkına varacak, tadını alacaktır. Gündüzü de çalışarak ve ibadet ederek geçirecektir. Bu yaşam tarzı İslâmî yaşam tarzıdır. Doğal yaşam tarzıdır. Günün ilk ışıklarıyla hayatın, yeni bir günün başlaması insana günün hazzını taddıracaktır. Bu sebeble örneğin; günlük esnaf ve memur mesaisi sabah namazından hemen sonra başlayacak, öğleyin bir aradan sonra ikindi civarında sona erecek ve insanların birbirleriyle ilişkisinin, akraba ziyaretlerinin, komşu tanışıklıklarının, gidip-gelmelerin teminine imkân sağlayacaktır. Toplumun en küçük birimi, vücud için hücre ne ise toplum için de aynı mesabede bulunan ailenin sağlam yapılanması ve karı-koca, ana-baba ve giderek ana-baba-çocuklar hattâ nine ve dede bütünlüğü içinde oluşacak büyük ve mutlu ailenin ekonomik bir hayat sürmesinin temini için zemin hazırlanacaktır.
Birbirinden çok değişik konularda vermeye çalıştığımız örneklerle insanımızı düşündürmek, İslâmî yaşam biçimi hakkında bilgilendirmek istiyoruz.
Ve çok daha önemlisi müslüman olduğunu söyleyen insanımızın, özellikle önde gelenler olarak görünenlerinin daha çok düşünmesi ve üzerindeki her türlü düşünce ve davranış kirliliğinden kurtulması gerektiğini söylemeye çalışıyoruz.
Ben müslümanım demek yetmiyor, yetmez de.. Ben mü’minim demek içinse çok daha fazlasının gerektiği hiç hatırdan çıkarılmamalıdır. Üç paralık nefsini öne çıkarmakla insan ne müslüman ne de mü’min olabilir. Zira insanın gerektiği gibi müslüman olmasına da, mü’min olmasına da en büyük engeli ‘nefis’ oluşturmaktadır. Peygamberimizin de buyurduğu gibi asıl pehlivan başkasını yenen değil nefsini yenendir.
Birçoğumuzun günlük konuşmalarında BEN İSLÂM’IN NEFERİ (PİYONU) OLMAYA RAZIYIM dediğini işitmişsinizdir. Ama kendisine gerçekten bir neferlik iş düştüğünde bu sözün sahibinin kumandanlıktan aşağısına razı olmadığını görüverirsiniz. Hem de başkomutanlıktan aşağısına razı olmadığını.. Bu, onların “Müslüman olduk dedikten sonra hemen bırakılacağınızı mı sandınız” âyetinin anlamını ve bunun gerekliliğini pek açık bir şekilde ifade etmektedir. Bu ferdiyetçilik, bu nefislere düşkünlük ve burnundan kıl aldırmamak müslümanların helâkine sebep olacak nitelikte büyük bir kusurdur. Müslümanım diyenler öncelikle nefislerindekini değiştirmedikçe, Allah onların halinde bir değişiklik yapmayacaktır; bu O’nun değişmez kanunudur. Bu kanuna karşı konulamadığı gibi değiştirilemez de. Müslümanım diyen önce bunu idrak etmelidir.
Unutulmamalıdır ki önce biz müslümanlar gerçekten teslim olmadıkça, kâfirlerin teslimiyetine sıra gelmeyecektir. Her birimiz çevremiz için güzel birer örnek olmadıkça, dosdoğru olmadıkça Rabbimiz Allah’ı razı edemeyeceğimiz gibi çevremizi de ma’ruf istikametinde etkileyemeyeceğiz demektir. Zira çevremiz için güzel birer örnek olamamışız demektir. Muhammed (s.a.) çevresi için güzel bir örnek olmasaydı İslâm yayılır, kabullenilir ve cihana hakim olabilir mi idi sanıyorsunuz? Aslâ! Olmazdı. Muhammed (s.a.) emin (güvenilir) bir kişi olmasa idi önce insanlar ona güvenirler mi idi? Söylediklerinin kendisinden başka şahidi bulunmayan “Bana rabbim vahyediyor” sözlerinin doğruluğuna inanırlar mı idi? Söylediklerine önce kendisi uyan bir insan olmasa idi, diğer insanların uymasını beklemek mümkün olur mu idi? Peygamberimiz “EMROLUNDUĞU GİBİ DOSDOĞRU” bir insan olmasaydı başkaları doğruluğu nereden öğrenecek, hangi örneğe bakarak dosdoğru olabileceklerdi dersiniz.
Dikkat ediniz müslümanlar!.. Kur’an ve onu ahlak edinen Allah’ın resulü ne diyor, ne yapmamızı ve nasıl yapmamızı istiyor bakınız. Öğreniniz ve hiç vakit geçirmeden hayatınıza geçiriniz. Bunu en kısa zamanda yapmazsanız, bu sürece en çabuk tarafından girmezseniz biliniz ki Allah yerinize bir başka topluluk getirir ve geçirir. Sizler de helâk olanlardan olursunuz.
İslâm olmak demek DOSDOĞRU OLMAK demektir. Rabbimiz Allah dosdoğru bir Allah’tır ve kullarının öncelikle teslim olduğunu söyleyenlerinin dosdoğru olmasını istemektedir. İslâm en büyük gücünü, rekabet edilemez kuvvetini dosdoğru oluşundan almaktadır. Takiyye dosdoğru olmaya engeldir biliniz. Söz verip, sözünü yerine getirmemek dosdoğru olmaya engeldir, düşününüz. Yapabileceğini söyleyip, söylediğini yapabilmeye çalışmaktır dosdoğru olmak. Bunu üretiniz, çoğaltınız Kur’an ışığında.. Daha neler neler çıkacaktır önünüze..
Hüsn-ü zannımızı, iyi niyetimizi doğrular sanmayalım, doğrular bizlerin zannlarında değil Kur’an’dadır. Yaşanmış haliyle Peygamberin hayatındadır. Zannlarımızın her türlüsünü bir yana bırakıp, SAHİH (ŞİRK KARIŞTIRILMAMIŞ) İMAN VE SALİH AMEL sahibi olmaya bakınız. Tek kurtuluş bundadır.
Biz sahih iman ve salih amel sahibi olmak istersek, dini anlamak ve yaşamak isteyen kuluna yardımcı olarak Allah kâfi gelecektir.. O’ndan büyük yardımcı mı vardır?
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *