İran’ın Suriye’de taktik, stratejik hatası ve devrim üzerine bir derkenar

İran’ın Suriye’de taktik, stratejik hatası ve devrim üzerine bir derkenar

“İran Suriye’de, Baas karşıtı, antiemperyalist çoğu Sünni halk kesimlerinden oluşan muhaliflere destek verip, Filistin’de olduğu gibi İslam kardeşliğini, vahdetini ve dayanışmasını önceleseydi, bugün Suriye’de bu hazin hezimeti yaşamayacak, Gazze’de olduğu gibi tüm Müslümanların kalbinde taht kuracak, İslam dünyasını kemiren mezhepçi, etnik, bölgeci, cemaatçi, tekfirci anlayışlara da büyük bir darbe vurmuş olacaktı.”

Lütfü Özşahin / Independent Türkçe

Olguların iç yüzünü görene kadar istediğinizi söyleyin – iç yüzünü gördüğünüzde nasıl olsa söyleyemeyecek çok şeyiniz olacak – (vurgular L.Ö)
L. Wittgenstein

Bilindiği gibi, İran İslâm Devrimi, İran’ın mazlum ve çilekeş halkının desteğiyle İmam Humeyni’nin rehberliğinde İslâm dünyasında antiemperyalist bir başkaldırı, mazlum ve mustazafların bir umudu olarak tarih sahnesine çıktı ve hakikaten çok etkili oldu.

Tüm dünyada büyük bir yankı uyandırdı. Ezilen, sömürülen, ötekileştirilen Müslümanlar ve mustazaflar arasında büyük bir umuda, prestije, siyasal anlamda ise önemli sayılabilecek bir silkinmeye, cesarete, uyanışa, antiemperyalist siyasal ve tarihsel bir bilincin oluşmasına yol açtı.

İran solu/sosyalistlerini temsil eden TUDEH bile başlangıçta bu halk devrimine destek verdi.

Öyle ki, devrimden çok önce milli kimlikli olan Musadık hükümetini de yıkan, ABD’nin, İngiltere’nin, İsrail’in halka zulmeden, iliklerine kadar sömüren, İran’ın kaynaklarını Batıya peşkeş çeken sadık çakalları, bizzat mazlum, mustazaf İran halkının iradesi ve büyük desteğiyle İran’da görkemli bir şekilde devrilmişti.

Bendeniz de o yıllarda çok etkilenmiş, üniversite yıllarına geldiğimde Ali Şeriati’den Mutahhari’ye, Beheşti’den Allame Tabatabai’ye, Abdülkerim Suruş’a, hatta muhalif Daryus Şayegan’a kadar tüm İranlı yazarları özenle okumuştum.

Ancak bugün devrimin geldiği teolojik, felsefi, siyasal, iktisadi durumunu derinlemesine analiz etmek, artı ve eksilerini değerlendirmek başka geniş bir ilmi makalenin konusu olabilir.

İmdi çok detaya girmeden devrimin bugün geldiği noktada olumsuzluklarına genel olarak ana hatlarıyla değinmek kaçınılmaz gözükmektedir.

Güncel olması nedeniyle, ilk önce Suriye problemi üzerinden gitmeyi uygun buluyorum.

Öncelikle İran’ın bugün itibarıyla Suriye coğrafyasında vahim denilebilecek jeostratejik, taktik, askeri, teopolitik bir hataya imza attığını açık seçik görmüş bulunuyoruz.

Ancak bu hatayı mutlak kötü niyetli oldukları için yaptıklarını söylemeyi de uygun ve objektif bulmuyorum.

Zira İran bu hatayı Filistin’de yapmadı. Humeyni’den itibaren Kudüs’ü tüm İslam dünyasının bağımsızlığı adına tek varılacak, fethedilecek bir kızıl elma olarak koydu. Siyonist İsrail’e karşı tüm Müslümanların farkındalığını artırdı.

Hamas gibi öz ve öz Sünni direnişçilere, onların mezhebine, meşrebine, ırkına bakmadan destek ve silah verdi.

Yani burada hem ümmetçi hem de Siyonist zulme karşı devrimin başlangıçtaki ruhuna uygun bir şekilde evrensel ahlaki bir duruş, keza ahlaki bir politika izledi ve doğru da yaptı.
İsrail’e tek bir çakıl taşı dahi atamayan, İslam’ı kimseye kaptırmayan sözde Sünni dünyanın ve devletlerinin aksine, İsrail’e bizzat füze yağdırdı.

Yetmedi, bu tutumundan dolayı onlarca komutanını, askerini, diplomatını, bilim adamını kaybetti; hakikaten büyük bir bedel ödedi.

Fakat ne yazık ki, İran İslâm Cumhuriyeti’nin resmi mezhebi Caferiyye’ye -ki İslam devletinin resmi mezhebi olur mu, orası da ayrı bir tartışma konusudur- göre de İslami düzlemde rafizi/sapkın/heterodoks sayılan, Nusayri, ırkçı, katliamcı, işkenceci, tecavüzcü bir rejimle işbirliği yapmaktan çekinmedi.

Elbet bu durumu kendilerini haklı gösterme gayesine matuf olduğu anlaşılan “Biz İsrail’e karşı bir direniş savunma hattı oluşturmak için Esed’e destek verdik!” söylemini kullanarak meşrulaştırdılar.

Bir açıdan haklı tarafları ve geçerli argümanları da yok değildi, zira Suriye’deki sözüm ona İslamcı grupların İsrail’e yönelik bir saldırıları yok gibiydi.

Ancak şu hakikati bilerek ya da bilmeyerek hep ıskaladılar:

Esasen Baas/Esed rejiminin kendi devirdikleri Şah rejiminden daha zalim, daha da halk İslam düşmanı, Batı işbirlikçisi bir düzen olduğu gerçeğini, İran bu duruma yakinen şahit olmasına rağmen, rejim konusunda bu tutumlarını kısa vadeli pragmatik nedenlerden dolayı değiştirmediler.

Yetmedi, Baas rejiminin ta başlangıçtan yani Baba Esed’den itibaren İsrail’le zaman zaman gizli işbirliği yaptığının İran tarafından bilinmesine rağmen,

Açık konuşmak gerekirse, İran Esed sayesinde Suriye’de var olabiliyordu, geniş halk kitlelerinin isteğiyle değil.

Oysa başta Velayet-i Fakih konumunda olan Ali Hamaney ve İran Uleması da bilir ki,
bu Muviyeci/Makyevelist tutum, bu akide, Kur’an dışı siyasal akıl ve yöntem hakikatte hem gayrı İslami bir akıl idi hem de stratejik ve taktiksel olarak doğru değildi.

Öyle ki, devrim yapan, Kanlı Cuma katliamının emrini veren zalim Şah’ı deviren devrimci siyasal bir akıl, usuli, tecdidci bir ulema, azınlıkta olan, ırkçı sapkın katil bir düzenin, halkın kahir ezici çoğunluğuna rağmen sonsuza kadar ayakta kalamayacağını, bir gün Şah gibi putlarının mutlaka devrileceğini önceden hesaplamış ve görmüş olmalıydı; zira esas devrimci siyasal akıl budur.

Volterci anlamda, halka rağmen halkçı devrimler uzun ömürlü olamaz.

Diğer taraftan, özellikle Hz. Nebi ve Hz. Ali’yi merkeze koyarak siyasal bir referans alırsak,
İslam’a göre sadece amaçlar değil, amaca ulaşmak için kullanılan araçlar, yöntemler de meşru olmalıydı.

İran maalesef bu gerçeği bilerek, isteyerek görmedi ya da göremedi.

Başka bir ifadeyle, İran, Suriye’de İslami ümmetçi bir politika değil, kelimenin tam anlamıyla ulusal/milli, yani Fars jeopolitiğini ve jeostratejisini merkeze alan siyasal bir çizgi izledi maalesef.

Hatta, Irak’ta da böyle yaptı; devrimin bütün İslamcı ümmetçi, evrensel söylemine, retoriğine rağmen sahada çoğu kez farklı davrandı.

Ezici çoğunluğu oluşturan muhalif Sünni Müslümanlara güvenmek, onlara destek verip haklarını korumak yerine, ırkçı diktatör, sapkın Baas rejimine, onun koruyucusu emperyalist Rusya’ya güvenmeyi, onlarla işbirliği yapmayı tercih etti.

Bu hatayı Kafkasya’da Azerbaycan’a karşı Karabağ konusunda da yaptı.

Ne hikmetse halkıyla, tarihiyle, kültürüyle kadim bir İslam ülkesi olan Türkiye ile bu sahalarda işbirliğine maalesef hiç bir zaman tam olarak istekli davranmadı.

Türkiye’yi daima rakip olarak gördü, hatta mezhepçi, adı konulmamış ulusalcı bir saikle zaman zaman ötekileştirdi.

Elbette bu hataları zaman zaman Türkiye de yaptı.

Resmen olmasa bile özellikle iktidar üzerinde etkili bazı cemaatler ve kesimler tarafından neredeyse nüfusunun yarısını Türklerin oluşturduğu Rıza Pehleviye kadar Türk kökenli Şii hanedanların yönettiği İran halkları, İslam dışı ilan edilerek tekfir edildi.

Evet, konuya devam edersek, İran devrime rağmen Osmanlı dönemi klasik Safevi Şiası bakış açısını çoğu kez değiştirmedi, çağdaş Türkiye’ye karşı.

Oysa İran Suriye’de, Baas karşıtı, antiemperyalist çoğu Sünni halk kesimlerinden oluşan muhaliflere destek verip, Filistin’de olduğu gibi İslam kardeşliğini, vahdetini ve dayanışmasını önceleseydi, bugün Suriye’de bu hazin hezimeti yaşamayacak, Gazze’de olduğu gibi tüm Müslümanların kalbinde taht kuracak, İslam dünyasını kemiren mezhepçi, etnik, bölgeci, cemaatçi, tekfirci anlayışlara da büyük bir darbe vurmuş olacaktı.

Lakin sahada bu fırsatı kaçırdı.

Böyle yapsaydı, şüphesiz halen göğsü dik bir şekilde Suriye sahasında olacak, İsrail, ABD karşı direniş ekseni İslam dünyasında daha da güçlenmiş olacaktı.

Velayet-i Fakih konumunda olan İmam Ali Hamaney’in altını kalın çizgilerle çize çize bölgede, “Biz ne Sünni’yiz ne Şii’yiz, biz her şeyden önce Müslümanız, tevhidden, birlikten yanayız” demekte cılız davranması, bu konuda yetersiz kalması ya da güven telkin edememesi, devrimin başlangıçtaki ümmetçi, tevhidçi, antiemperyalist evrensel ruhuyla da ters düşmüştür.

Ne yazık ki, İran yukarıda ısrarla belirttiğim gibi, İslami inkılapçı/devrimci söylemlerine rağmen, Suriye’de mezhepçi dürtülerden, saiklerden kurtulamadı ve zalim şirkçi Esed düzenine destek verme de bir mahzur görmedi.

Şii çoğunluğun olduğu yerlerde, tıpkı entegrist tekfirci Selefistlerin yaptığı gibi, Sünnilerin ezilmesine göz yumdu.

Bu durumun, yani devrimin amacından sapmasının, İslam görünümlü ulusal bir çizgiye kaymasının elbet başka nedenleri de var.

Bunlardan en önemlisi, İran İslam Devrimi’nin, ABD öncülüğünde uygulanan ekonomik, askeri, teknik ambargoları, ekonomik bunalım, enflasyon, adil bölüşüm noktasında köşeye sıkışması, keza kadının statüsü, sanat, kültür gibi konularda insanı toplumu kuşatan pratik üst yapı alanında halen entegrist mezhepçi, yer yer etnik, ulusal siyasal bir refleksten kurtulamaması, ayrıca yeteri kadar ülkede bulunan tüm farklı kesimleri, farklı düşünceleri, farklı etnik ve dinî yapıları kamu alanında hakkıyla temsil edecek düzeyde demokratik, katılımcı, kuşatıcı, esnek bir bünyeye henüz tam olarak kavuşamamasıdır.

Diğer taraftan, devrimin güvenlik endişelerinden dolayı içe kapanarak kendini çağın koşullarına uyumlu bir şekilde diyalektik olarak yenileyememesi, zamanın ruhu olmayı başaramaması, İslam’ın aşırı siyasallaşarak tarihselleşmesi, tarihselleşme ile beraber sekülerleşerek, Daryus Şayegan’ın deyimiyle bir nevi arkeolojik malzemeye dönüşme ihtimaliyle büyük ölçüde halktan kopması, ulemanın hak, halk, adalet, liyakat, ehliyet adına eleştirel pozisyonunu kaybederek müesses düzenin resmi sözcüleri haline dönüşmesi ayrı bir handikap, ayrı bir çürümeye, yozlaşmaya yol açmıştır.

Zira eleştirinin olmadığı, evrensel tabii ve ilahi hukukun üstünlüğünü, temel insan haklarını içselleştirmeyen bir siyasal toplumsal düzende, ne yazarsa yazsın, yozlaşma, çürüme kaçınılmazdır.

Sonuç itibarıyla, bugün yenilikçilerin, reformistlerin seslendirdiği Farsça, halkın egemenliği, demokrasi anlamlarına gelen “Merdum Salari” kavramı bu noktada çok önemli gözükmektedir.

Öyle ki, devrime destek veren, Ayetullah Humeyni’nin arkadaşı Ayetullah Muntazari’nin ölene kadar ev hapsinde tutulması, merhum Şeriatinin arkadaşı, Abdülkerim Suruş gibi alim ve düşünürlerin, Ferid Ferjat gibi dünyaca ünlü sanatçıların bile ülkeyi terk etmek zorunda kalması, ahlak alanında, Şah dönemini aratmayacak düzeyde decadans yaşanması, bu yargımızın en büyük delillerindendir.

İnsanlığın tarihsel siyasal yürüyüşü göstermiştir ki, halkın özgür iradesi ve katılımı doğrultusunda kendini sürekli yenileyemeyen, yeni tabular, yasaklar üreten, en önemlisi kadınları karşısına alan devrimler kalıcı olamayacaktır.

Şüphesiz halen bölgede İran ve Türkiye’nin bölgesel sorunlarını barışçıl ve adil bir şekilde Ankara ve Tahran’da çözmeleri, İslam dünyasının birliği, küresel emperyalizmin bu topraklardan kovulması açısından son derece önemlidir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *