“Suriye’deki gelişmeler basit bir değişimden devrimsel bir sürece evrilerek bu uzun soluklu yolculukta önemli bir durak olarak işlev görmesi gerekmektedir. Arzu edilen devrimsel değişim sürecinin sağlıklı işlemesi için ümmetin tüm birikim ve tecrübesinin harekete geçirilmesi zaruridir.”
İsa Özçelik / Islamdusuncesi.org.tr
Suriye’de yaşanan son gelişmeler bazı konularda kafa karışıklığına yol açarken bazı yönlerden de zihinlerin netleşmesini sağladı. Toplumsal olayların karmaşıklığı ve uluslararası ilişkilerin grift yapısı bu süreçte bir kez daha kendini gösterdi. Sahada bulunan aktörleri ve bölge dinamiklerini kolayca analize tabi tutup iddialı kehanetlerde bulunanların kısa süre sonra mahcup bir şekilde kendilerini çok bilinmeyenli bir denklemin içinde buldukları görüldü.
14 yıl önce Beşar Esad diktasına karşı Suriye halkının başlattığı barışçıl protestolar, rejimin vahşi askeri saldırılarına maruz kaldı. Bunun üzerine halk silahlı direnişe mecbur bırakıldı. Kısa sürede ülkenin büyük bir kısmını ele geçiren muhalifleri engelleyemeyeceğini fark eden mezhepçi dikta rejimi İran’dan yardım istemek zorunda kaldı. İran her türlü askeri ve lojistik yardımın yanında Irak’taki Haşdi Şabi, Lübnan’daki Hizbullah ve dünyanın farklı bölgelerinden getirdiği Şii milisleri Esad rejimini savunmak için Suriye’de sahaya sürdü. Tüm bu çabalar yetersiz kalınca Rusya devreye girdi ve savaş uçaklarıyla Suriye halkını ağır bir bombardıman altında bıraktı. Suriye rejimi varil bombaları, Rusya ise gelişmiş savaş uçaklarıyla hiçbir ilke gözetmeden adeta ölüm saçtı. Sonuçta milyonlarca insan yaralandı, işkence gördü, öldürüldü ya da bulunduğu yerden göç etmek mecburiyetinde kaldı. Silahlı direnişe devam etmeyi başaranlar ise İdlib bölgesine sıkıştırıldı. Suriye’deki direnişçilerin sığınağı haline gelen İdlib’te çatışmasızlık anlaşmaları yapılmasına rağmen rejim güçleri ve Rusya, asker sivil gözetmeksizin defalarca direnişçileri ve sivilleri bombaladı.
7 Ekim 2023’te meydana gelen Aksa Tufanı operasyonu tüm dünyayı etkileyen bir dönüm noktası olarak tarihe kaydedildi. İran ve bileşenleri bu süreçte birtakım kabiliyetlerini kaybetti ve Suriye’ye olan destekleri zayıfladı. Ukrayna-Batı savaşıyla birlikte siyasi ve ekonomik kıskaca alınan Rusya, Ukrayna savaşına odaklandı. Esad rejimi büyük oranda dış destekle ayakta kaldığı için bu iki ana dayanağı zayıfladığından dolayı İdlib’ten Halep’e doğru başlayan “Saldırganlığı Caydırma” harekatına karşı ciddi bir direnç gösteremedi. Rejim yalnız dış destek noktasında değil kendi iç yapısında da büyük bir zaaf gösteriyordu. Daha önce muhaliflere karşı katliamlarda kullandığı Şebbiha çeteleri artık eski motivasyonlarını kaybetmişti. Düzenli güvenlik güçlerinin maaşlarını dahi karşılamakta zorlanan rejime karşı kendi yandaşları bile inancını yitirmişti. Mezhepçi Esad ailesi ve küçük seçkin bir azınlık dışında halk büyük bir sefalet içinde yaşıyordu. Başkent Şam’da bile elektrik, su gibi en temel alt yapı hizmetlerini sunamayan rejim, halkı bir somun ekmeğe muhtaç hale getirmişti. Her yönden çürümüş olan Baas rejimi suni teneffüsle ayakta tutuluyordu. Ancak iç ve dış gelişmeler, tüm göstergeler rejimin uzatmaları oynadığını gösteriyordu.
Suriye direniş güçleri bu ahvali gözetliyor ve rejim güçlerinin çatışmasızlık bölgesinde son dönemlerde gerçekleştirdiği sivil katliamlara karşı aylar öncesinden karşı saldırı hazırlığı yapıyordu. Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) öncülüğünde direnişçiler 27 Kasım 2024’te “Saldırganlığı Caydırma” adını verdikleri bir operasyonla Batı Halep’e doğru hamle yaptılar. Çok kısa sürede Halep’i tekrar ele geçiren devrimci güçler, rejimin tahmin ettiklerinden çok daha büyük bir çürüme ve zaaf içinde bulunduğunu fark ettiler. Ardından Hama ve Humus’u çok büyük bir dirençle karşılaşmadan ele geçiren direnişçiler on ikinci günde başkent Şam’ı da özgürlüğüne kavuşturarak Esad Baas diktatörlüğüne son verdiler.
Rejimin bu kadar hızlı bir şekilde düşmesi akıllarda birçok soru işaretini de doğurdu. Yukarıda ana hatlarıyla çizilen tablo elbette meselenin bir yönünü açıklasa da bazıları için yeterince ikna edici olmayabilir. Bundan ötürü kimilerinin dile getirdiği Türkiye, Rusya, İran, Amerika hatta rejim arasında ayrıntılarına henüz vakıf olamadığımız bir anlaşma yapıldığı tezi, üzerinde düşünülmeyi hak ediyor. Bu tezin çok sayıda versiyonu üretiliyor. Bazıları Amerika’nın Türkiye’ye yol açtığını, İsrail’in de burada rol aldığını ifade ediyor. Bazıları da Suriye’deki iş bölümü ve paylaşım noktasında Amerika ve Rusya arasında aşikar olan “gizli bir anlaşmanın” epeydir cari olduğunu son gelişmelerde de bunun bir şekilde devam ettiğini öne sürüyor. Kimileriyse Esad’ın kendini kurtarmak için İsrail ve Amerika ile anlaştığını hatta İran’a olan ihanetinin daha gerilere götürülebileceğini iddia ediyor. İddialar o kadar fazla, çeşitli, karmaşık ve birbirleriyle çelişkili ki bu aşamada net bir kanaate varmak çok mümkün gözükmüyor.
Diğer bir bakış açısı da şöyle: Direnişçiler on üç yıl boyunca kesintisiz mücadele verdi, önemli fedakarlıklar yaptı ve büyük bedeller ödedi. Son operasyon öncesinde kayda değer bir yönetsel ve askeri tecrübe kazanarak ciddi hazırlıklar yaptı. Daha önce başaramadıkları ölçüde farklı cephelerin birlikte hareket edebilme yeteneğini geliştirdi. İçerideki ve dışarıdaki olaylar genel olarak rejimin aleyhine gelişirken büyük oranda direnişçilerin lehine gerçekleşti. Rusya ve İran’ın kendi sorunları derinleşiyordu ve Esad rejiminin korunma maliyeti kendileri için bu konjonktürde risk oluşturuyordu. Böyle bir denklemde herkesin en az zararla bu süreci atlatabilmesi için Suriye yönetiminin direnişçilere bırakılması zorunlu bir seçenek olarak kendini dayattı.
Elimizde kesin veriler ve kapalı kapılar arkasında var olduğu iddia edilen gizli anlaşmalara ait bütün bilgi ve belgeler bulunmadıkça yukarıda bir kısmını zikrettiğimiz tezleri tartışılmaz doğrular olarak kabul etmek sağlıklı olmayacaktır. Her gelişmeyi küresel aktörlere bağlayan, Amerika ya da siyonizme tanrısal bir güç atfeden ve bölgesel güçlerin yanı sıra yerel toplumsal dinamiklere hiçbir değer vermeyen yaklaşımlar ve direnişçilerin uluslararası-bölgesel bir ön açma olmadan tamamen kendi gücüyle bu sonucu elde ettiğini kesin bir dille savunan anlayış iki uç bakış açısı olarak yaşadığımız süreci ve geleceği hakikate uygun bir şekilde anlamamızı zorlaştırmaktadır.
En önemli tartışma konularından birisi de Türkiye’nin rolüdür. Bir NATO ülkesi olan Türkiye’nin büyük ölçekli operasyonlarda bir şekilde küresel güçlerle işbirliği yapmak zorunda olduğu görüşü doğru olmakla birlikte, Türkiye’nin özellikle son dönemlerde kendi tezlerini masaya sürerek bu işbirliğini sürdürebildiği gerçekliği de göz ardı edilmemelidir. Suriye Milli Ordusu-SMO üzerinden Suriye’nin kuzeyinde yapılan operasyonlarda Türkiye’nin rolü tartışılmadığı gibi İdlib merkezli harekatta da başından sonuna kadar Türkiye’nin etkin rolü çok açık gözükmektedir. Türkiye, devlet ve halk olarak en başından bu yana Suriye halkının yanında yer aldı ve bunun için büyük bedeller de ödedi. Şu an Türkiye’nin oynadığı aktif rol, bölgede etnik ve mezhepçi saiklerle menfaat devşirmek isteyenleri rahatsız etmiş olabilir. Aynı şekilde ülke içinde bulunan mezhepçi sol kesimler ve ırkçı sözde karşıt gruplarda son gelişmelerden üzüntü duyuyor olabilir. Ancak bu güruhun katil Baas rejimini açıktan ya da örtük bir şekilde savunup kendi ülkelerinin ve mazlumların aleyhine olacak şekilde propaganda ve eylemlilikte bulunmaya cüret etmeleri kabul edilemez.
İktidar karşıtı mezhepçi, kemalist, ırkçı, sol medya kanallarındaki İslam düşmanlığından kaynaklanan vicdansız ve manipülatif haber yapma politikasını Sednaya Hapishanesi görüntüleri dahi hafifletemedi. Özeleştiri ve vicdan muhasebesi yapmak yerine hala Suriye halkına ve muhacirlere kötülük yapma peşinde koşuyorlar. Doğal bir süreçte onurlu ve güvenli bir şekilde memleketlerine dönecek olan kişilere kış ortasında derhal gitmeleri için tacizde bulunuyorlar. Destekledikleri katil Esad’ın, Şii milislerin, Şebbihaların ve PKK-YPG çetelerinin ülkeyi tarumar edip muhacirlerin mülklerini yağmaladıklarını da gizlemeye çalışıyorlar. Diğer yandan ülkelerine araçlarla dönen kişiler için de “yürüyerek geldiler arabalarla dönüyorlar” türünden mantıksız manşetler atarak kin ve fesad saçmayı hedefliyorlar. Aslında bu tür mantıksız söylemlerle kendi çelişkilerini ifşa ediyorlar. Zira Türkiye ekonomisinin hiç de iddia edildiği gibi çökmediğini ve çalışmak isteyen için iş imkanı ve yatırım yapma fırsatının olduğunu zımnen itiraf etmiş oluyorlar. Yazar, akademisyen ve aydın görünümlü çok sayıda zevat bu medya kanallarında, yüzbinlerce kişiye işkence edip öldüren, kadınlara tecavüzü sıradanlaştıran, milyonlarca masum insanı göçe zorlayan katil Beşar Esad’a ve onu destekleyenlere dişe dokunur bir laf dahi etmezken kendi can, namus ve onuru için mücadele eden insanları, ezberlenmiş klişe cümlelerle ve arsız bir cehaletle itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Direnişçiler sert ve askeri yöntemleri kullandığında onları terörize eden bu çevreler, gelinen merhalede makul ve dengeli hareket eden direnişçileri işbirlikçilikle suçlamaya kalkışıyor.
İktidar yandaşı olduğu söylenen kanallarda ise her konuda uzman! olan kadrolu zevat bölge gerçekliğinden kopuk kendi ideolojik körlüğünü hükümete dayatmaya çalışıyor. Emekli askerler ve laikçi sözde yandaşlar oryantalist bir dille direnişçilere ayar vermeye çabalıyor. Irkçı, ulusalcı ufku dar sözde uzmanlar güya Türkiye’nin çıkarlarını savunmak iddiasıyla deli saçması emperyal hezeyanlar savuruyor. SMO ve Türkmenleri öne çıkarmak bahanesiyle direnişçiler arasında fitne çıkarmaya çalışıyor. % 85 Sünni ve çoğunluğu dindar olan Suriye halkı ve devasa bedeller ödeyen direnişçilere laik-seküler bir düzen kurmaları gerektiğini empoze ediyor. Bu zevatın cehalet ve tutarsızlığı nadiren de olsa birileri tarafından deşifre edildiğinde hemen uzman kisvesinden uzaklaşıp mafyavari bir hüviyete büründükleri gözden kaçmıyor.
Şu gerçeğin altını çizmek gerekiyor; Suriye’de gerçekleşen olayların iki ana aktörü var: Birinci taraf, katliam yapan laik seküler mezhepçi sosyalist Baas diktatörlüğü, ikinci taraf ise inancı ve özgürlüğü için direnen Müslüman Suriye halkı. Birinci taraf on yıllarca zulmetti. Hama’da 1980 yılında 40 bine yakın insanı vahşi bir şekilde öldürdü. Ülkeyi tam bir korku, şiddet ve esaret politikasıyla yönetti. Küresel güçler tüm bu olup bitenlere göz yumdu. İkinci taraf ise onuru için mücadele etti, büyük bedeller ödedi ancak hiçbir yardım eli uzanmadı onlara. Nihayet ikinci taraf sabırla sürdürdüğü mücadele sonucunda katil rejimi devirdi. Direnişçilerin her biri büyük acılar çekti. En yakınları rejim ve destekçileri tarafından işkenceye uğrayıp katledildikleri halde tüm Suriye’de genel af ilan edildi. Katliamlara doğrudan katılmayan devlet çalışanlarının görevlerinde devam etmelerine izin verileceği duyuruldu. Farklı din ve etnik grupların can ve mal güvenlikleri garanti edildi ve hiçbir şekilde yağma ve taşkınlığa izin verilmedi.
Art niyetli bazı çevreler İslamcı direnişçilerin bu adil ve merhametli tutumunun sürekliliği hakkında şüphe uyandırmaya çalışıyorlar. DEAŞ/İŞİD vb. sapkın örgütlerle İslamcılar arasında ilişki kurma kurnazlığını göstererek yeni oldubittiler için zemin hazırlamak istiyorlar. Halbuki DEAŞ/İŞİD tam bir ABD Hollywood filminden ibaret Batı örgütüdür. Figüranlarının Müslüman görünümlü kişiler olması bu durumu değiştirmez. Bu sapkın örgütler Müslümanlardan başkasını da öldürmemişlerdir. HTŞ’nin geçmişteki serüveni ayrı bir tartışma konusudur. İsrail çetesinin şu an ki ve önceki liderlerinin çoğunun geçmişte terör örgütlerine başkanlık yaptığı ve bu kötü alışkanlıklarını halen devam ettirdiklerini görmezden gelenler HTŞ liderlerinin geçmişi hakkında manipülasyon yaparak kafa bulandırmaya çalışıyorlar. Halbuki İslami Hareketlerin genel tutumu kendi asil değerlerine uygun bir şekilde tezahür etmektedir. Mısır’da Müslüman Kardeşlerin 25 Ocak devrim süreci ve sonrası ortaya koyduğu tutarlı tutum, Tunus’ta NAHDA hareketinin yapmış olduğu büyük fedakarlık, Afganistan’da 20 yıl kesintisiz bir şekilde ABD emperyalizmine karşı sürdürülen cihad ve yönetimi devraldıktan sonra işbirlikçi hainlerin onca zulüm ve katliamına rağmen onları affedebilmek, Gazze’de inanılmaz katliamlara maruz kalındığı halde Yahudi esirlere çok iyi davranabilmek gibi çok sayıda örnek İslami Hareketlerin ortak ahlaki duruşunun bir yansımasıdır.
Günümüzde dünyaya yön veren küresel sistem, büyük ölçüde seküler materyalist bir düşünce yapısına sahiptir. Seküler aklın insanlığa bazı faydaları olduğu ve sosyal, ekonomik, siyasal alanlarda birtakım yenilikler getirdiği, teknolojik gelişmelere ön ayak olduğu inkar edilemez. Ancak aynı seküler materyalist hegemonyanın dünyayı cehenneme çevirdiği, iktidarını kan, göz yaşı ve küresel adaletsizlik üzerine kurduğu, yeryüzünün ve insanlığın geleceğini tehdit ettiği de artık gizlenemez bir hale gelmiştir. Bundan ötürü “mutlak kötülük” ve “arsız kötülük” şebekelerine dayanak olan seküler aklın, İslami Hareketlere içi boş demokrasi ve zırva laiklik söylemleri üzerinden parmak sallayıp yön vermeye çalışması kabul edilemez bir durumdur. İslami Hareketler vahyin önderliğinde, İslam tarihindeki tecrübeler ışığında tevhid, adalet ve fıtrat eksenli beraber yaşama modellerini geliştirme konusunda sekülerlerden çok daha ehil bir konumdadır.
İslami Hareketler edinmiş oldukları tecrübeleri sahaya yansıtmak konusunda daha fazla çaba sarf etmelidir. Aksa Tufanı geri dönülemez bir sürecin dönüm noktası olarak geçmiş ve gelecekle bağ kurmamızı sağlayan bir motivasyon kaynağıdır. Aksa Tufanı’nı sömürgecilere karşı verilen mücadeleyle, Bosna tecrübesiyle, Rabia direnişiyle, 15 Temmuz destanıyla, Afganistan cihadıyla ve en son Suriye zaferiyle ilişkilendirmek zorundayız. Aksa Tufanı tüm dünyayı etkisi altına alan küresel bir intifadaya ve Özgürlük Tufanı’na dönüşmüştür. Bu bağlamda tüm mazlumlar, ezilenler ve adalet savunucularına ilham veren Aksa Tufanı’nın insanlığı tehdit eden Emperyalist-Siyonist küresel hegemonyayı yıkmak için çok yönlü bir okumaya tabi tutularak geleceği inşa etmesi sağlanmalıdır. Suriye’deki gelişmeler basit bir değişimden devrimsel bir sürece evrilerek bu uzun soluklu yolculukta önemli bir durak olarak işlev görmesi gerekmektedir. Arzu edilen devrimsel değişim sürecinin sağlıklı işlemesi için ümmetin tüm birikim ve tecrübesinin harekete geçirilmesi zaruridir.
(Kaynak: islamdusuncesi.org.tr)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *